01 Şubat 2024

Gorbaçov, Yeltsin ve Putin’in önerileri ya da NATO kafa NATO mermer

Hangisi daha önemli, yüz binlerce Ukraynalı ve Rusun ölmesi ve yaralanması mı yoksa yüz milyarlarca dolarlık “rekor kazanç” mı?

Bayram değil seyran değil ama ABD Ulusal Güvenlik Arşivi, tarihî bir belgeyi açıkladı. Herhalde 30. yıldönümünde bir incelik olur diye düşünmüşlerdir. Çünkü olay 14 Ocak 1994’te, Moskova yakınlarındaki Novo-Ogaryovo’da geçiyor.

Olay dediğim nedir? Rusya ve ABD devlet başkanları Boris Yeltsin ve Bill Clinton arasında yapılan bir görüşme. Onun kayıtları açıklandı birkaç gün önce.

Arşiv, bu görüşmenin sanıldığından daha önemli olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü Rus lider, “Madem NATO’yu genişletmekte kararlısınız, o halde ittifaka katılacak ilk ülke biz olalım” diyor.

Nasıl yani? “NATO üyesi Rusya” olacak şey mi?

Bu sorunun cevabını biraz erteleyelim. Ve NATO’nun hikâyesine kısaca göz atalım.

NATO hep genişlemek zorunda mı?

Askerî pakt 12 ülke tarafından 1949’da kuruldu ve bugüne kadar genişleye genişleye geldi (1952’deki ilk genişlemede Türkiye ve Yunanistan ittifaka üye yapılmıştı).

80’lerin sonunda Sovyet lider Mihail Gorbaçov uluslararası barış ve silahsızlanma süreci açısından aktif çabalar harcadı. Bu süreç içinde birçok etken, sosyalist sistem denilen ülkeler ittifakının dağılmasına, 1991’in son günlerinde de Sovyetler Birliği’nin yıkılmasına yol açtı.

1 Temmuz 1991’de sosyalist blokun askerî örgütü olan Varşova Paktı kendini lağvetmişti. Bu şartlarda “onun karşıtı olan NATO da aynı adımı atar mıydı?” Ne gezer!..

ABD ve NATO yönetimi 1990 yılında, paktın “Doğu’ya doğru 1 milim bile genişlemeyeceği” sözünü vermişti. Ama bunun bir güvencesi, anlaşması yoktu. Daha açık bir deyişle Gorbaçov aldatılmıştı.

NATO’nun her zaman düşmana ihtiyacı vardı. “Komünizm tehlikesi” ve SSCB ortadan kalkmıştı. Başka bir düşman bulmak gerekiyordu.

Bu çaba fazla yaratıcılık gerektirmedi. Moskova yerinde duruyordu, “kötülük Rusların genlerine işlemiş olmalıydı”. Sonuçta yeni Rusya ve süreç içinde Çin (duruma göre İran, Kuzey Kore vs.), düşman bulma ihtiyacına rahatça cevap verebiliyordu.

NATO bugüne kadar türlü bahanelerle 9 defa genişledi. Yakında İsveç ile 10. kez genişlemiş olacak.

90’lı yıllar boyunca uzun hazırlıklar yapan NATO, 1999’da Çekya, Macaristan ve Polonya'yı saflarına katacaktı. Bu süreci durduramayacağını anlayan Yeltsin, 40 yıl önce “Madem vazgeçmeyeceksiniz, o halde NATO’ya katılacak ilk ülke Rusya olsun” demişti. Clinton kibar laf salataları ile konuyu geçiştirdi.

Putin: Bizi NATO’ya alın

1999 yılının son gününde Yeltsin koltuğunu Vladimir Putin’e bırakarak istifa etti. Yeni lider bir taraftan “SSCB’nin dağılmasının 20. Yüzyıl’ın en büyük trajedisi” olduğunu söylüyor, diğer taraftan da Sovyetler’in zayıflamasında ABD ile girdiği silahlanma yarışının olumsuz etkisini analiz etmeye çalışıyordu.

Bir süre sonra Clinton ile görüşmesinde “Bizi NATO’ya alın” teklifini getiren Putin, cevap olarak kibar laf salatası almıştı. Bu arada NATO yeni bir genişlemeye hazırlanıyordu.

“11 Eylül 2001 saldırıları” sonrasında bu kez George Bush yönetimi ile yakın iş birliğine girmeye özen gösteren Putin’in sabrı, NATO’nun 2004’teki genişlemesi ile taşmıştı. Bulgaristan, Romanya, Slovakya, Slovenya’nın yanı sıra eski Sovyet cumhuriyetleri Estonya, Litvanya ve Letonya da pakta alınmıştı. Dış politikada yeni bir rota çizen Rus lider, 10 Şubat 2007’de Münih Güvenlik Konferansı’nda ABD ve NATO’ya çok sert uyarılar yapıyordu.

Elbette Rusya, ne Yeltsin’in ne de Putin’in NATO’ya katılma isteğini dile getirmesinden önce Batı’nın istediği çizgide ilerliyordu. Ayrıca elbette ki “koskoca Rusya”nın pakta katılması hiç kolay değildi.

Kaldı ki kendisi de neredeyse ABD’den sonra askerî blokun önde gelen üyesi olarak, en azından Almanya kadar ağırlığı olan bir devlet olarak davranmak isterdi. Kendini NATO’da söz gelimi Baltık cumhuriyetleri gibi küçük ülkeler arasında “eşit üye” olarak kabul etmeye asla yanaşmazdı.

Rusya’yı NATO’ya ve Batı’nın öncülük ettiği uluslararası siyasi-ekonomik sisteme entegre etmek çok zor olurdu. Ama her şeye karşın bu seçenek vardı ve denenebilirdi.

Şu anda geldiğimiz yere bakın. Kendisinden güçsüz bir komşu ülkede işgale girişen Rusya, ona karşı direnen Batı ve giderek Üçüncü Dünya Savaşı’nın, nükleer bombaların nefesini ensesinde hisseden insanlık…

Şimdiki durumumuz çok mu kolay? Yani en azından Rusya’yı NATO’ya ve Batı sistemine dâhil etme zorlukları ile kıyaslanması mümkün sayılabilecek kadar çetin şartlarda değil miyiz?

Silah ihracatçılarına selam olsun!

Yukarıda yazdıklarıma gülecek, beni saçmalamakla suçlayacak olan okurlar olabilir. Sonuçta “tarih şart kipi kabul etmez”, değil mi? Ama bunları görüp düşünmek, belki bugün ve yarın işimize yarayabilir.

Günümüz dünyası yalanla, şiddetle şekilleniyor ve olan biten tüm rezillikler anında normal, olağan, sıradan hayatın birer parçası haline gelebiliyor.

Mesela, dünyada barışı korumakla ilgili herkesten daha fazla sorumluluk sahibi olması gereken BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesinin (ABD, Rusya, Fransa, Çin, İngiltere), dünyada en fazla silah üreten ve satan altı ülkeden beşi olması (Almanya, İngiltere’yi geride bıraktı) size garip gelmiyor mu?

Yazının başlığında “nato kafa nato mermer” sözünden esinlenen bir spekülasyon yaptım (Yunanca “Na to kefari na to mermari” kabaca “işte kafa işte mermer” anlamına geliyor, kısa çevirisiyle “taşkafa”). Ama NATO elbette bunları “taşkafa” olduğundan (ya da sadece “taşkafa” ve “taşyürek” olduğundan) yapmıyor.

Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın kısa süre önce övünçle açıkladığı rapora göre, ABD’nin silah ihracatı geçen yıl rekor bir kazançla 238 milyar doları buldu.

238 milyar dolar, yaklaşık 2 yıldır 50’yi aşkın ülkenin Ukrayna’ya yaptığı toplam ekonomik-askerî yardımdan daha fazla. ABD’nin bu rekor silah gelirine Rusya, Fransa, Çin, Almanya, İngiltere ve diğer devletlerin silah satışından elde ettiği kârları da ekleyin...

Ve şu soruya cevap verin lütfen: Hangisi daha önemli, yüz binlerce Ukraynalı ve Rusun ölmesi ve yaralanması mı yoksa yüz milyarlarca dolarlık “rekor kazanç” mı?

Hakan Aksay kimdir?

Hakan Aksay, 1981'de 20 yaşında bir TKP üyesi olarak Sovyetler Birliği'ne gitti. Leningrad Devlet Üniversitesi Gazetecilik Fakültesi'ni bitirdi. Brejnev, Andropov, Çernenko ve Gorbaçov iktidarları döneminde 6 yıllık kıymetli bir SSCB deneyimi kazandı.

Doğu Almanya'da 1,5 yılı aşkın gazetecilik yaptıktan sonra TKP'den ayrılarak Türkiye'ye döndü. Bir yıl kadar sonra bağımsız bir gazeteci olarak Moskova'ya gitti ve 20 yıl boyunca (Yeltsin ve Putin dönemlerinde) çeşitli gazete ve TV'lerde muhabirlik ve köşe yazarlığı yaptı.

Bu dönemde Türk-Rus ilişkileriyle ilgili çok sayıda proje gerçekleştirdi. Moskova'da '3 Haziran Nâzım Hikmet'i Anma' etkinliklerini başlattı ve 10 yıl boyunca organize etti. Dergi ve internet yayınları yaptı. Rus-Türk Araştırmaları Merkezi'nin kurucu başkanı oldu.

2009'da döndüğü Türkiye'de 11 yılı T24'te olmak üzere çeşitli medya kurumlarında çalıştı; Tele1 ve Artı TV kanallarında programlar hazırlayıp sundu; Gazete Duvar'ın Genel Yayın Yönetmenliğini yaptı. Gazeteciliğin yanı sıra İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nde Rusya-Ukrayna danışmanı olarak çalışıyor. Türkiye'nin önde gelen Rusya ve eski Sovyet coğrafyası uzmanlarından olan ve "Puşkin madalyası" bulunan Hakan Aksay'ın Türkçe ve Rusça dört kitabı yayımlandı.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

"
"