Moskova yakınlarında güneşli bir günde Putin ve Erdoğan Havacılık ve Uzay Fuarı’nı gezerken çocuklar gibi şendi.
Nice insanı öldürmeye yetenekli devasa savaş uçaklarına yakından bakarken, adeta geçmişte doyamadıkları oyunları bugün, hem de bu kocaman oyuncaklarla sürdürmek isteyen iki büyük çocuk gibiydiler.
Yeterince anlayamayacakları baştan belli olsa da yine ergenlere özgü bir merak ve keskin zekalı devlet adamlarına uygun külyutmaz tavırlarla uçakları inceleyip çok da tarihi sayılmayacak sorular ve cevaplarla vakit geçiriyorlardı.
***
Bir ara Erdoğan sordu:
- Su-57 bu mu? Uçuyor mu bu? Uçuyor mu?..
Uçaktır, uçar elbette.
İhtimal, aklı, SU-35 ile SU-57 kıyaslamasından karışmıştı. Türkiye’nin Amerikan F-35’leri yerine SU-35 uçakları almasının daha doğru olduğunu söyleyen bazı uzmanlar, SU-57 için “daha tam hazır değil” demişlerdi ya! Belki de uçak yapılmıştır da henüz uçmuyordur. Uçak alacaksak uçup uçmadığını sormak en doğal hakkımızdı haliyle...
Galiba kendi sorusunun garipliğini anladığı için aldığı olumlu cevaba zorlama bir kahkahayla güldü Erdoğan. “Uçağın uçtuğunu tabii ki biliriz, şaka yaptık elbette!” kahkahası gibiydi bu.
Putin nezaketen gülümsemekle yetindi. O yalnızca ev sahibi değil aynı zamanda “oyun kurucu” rolündeydi. (Birkaç gün önceki telefon görüşmesinden tatmin olmadan “Ben atlayıp geleyim, şu İdlib meselesini yüz yüze konuşalım hele bir!” diyen Erdoğan’ı birdenbire bir fuar alanına sokmuş, “S-400’ün yanında size bir de uçak verelim, helikopter verelim” falan diyerek neşelenmekteydi.
Üstelik Erdoğan’ın az önce aşırı ilgi gösterdiği Aurus limuzini de “Eğer 8 milyon dolarlık askerî helikopteri alırsa yanında ‘hediye’ olarak vereceğini” söylüyordu. Belli ki Rusça “Vostoçniy Bazar” – Doğu Pazarı denen mantığı iyice çözmüştü artık.)
***
Ortam mutlu mesuttu; alıcı da memnundu, satıcı da!
Ha, bu arada Türk misafirin asıl geliş amacı İdlib’di tabii! O konu da bir ara konuşuldu elbette. Ama Putin, Suriye ile birlikte aylardır, hatta yıllardır yürüdükleri yoldan devam edeceklerini bir kez daha net bir şekilde dile getirip açıklamasını “sizin hassasiyetlerinizi anlıyorum” jestiyle süslemeyi unutmadı.
Erdoğan bu tavırdan hoşnut değildi.
Ne diye kalkıp gelmişti ki ta buralara kadar!
Ama gazetecilerin Rus savaş uçaklarıyla ilgili sorusu ona yine hem iç siyaset hem de Trumpgiller açısından mesaj vermek için fırsat yaratmıştı:
- Elbette satın alabiliriz. ABD iyice düşünsün. Biz buralara kadar boşuna mı geldik!
Bazı cümleler mevcut durumun tam tersini ifade etmek için kurulurdu.
Sonuçta bu enteresan zirve de hayırlara vesile olsundu. Gün boşa geçmemişti. Zaten S-400’lerin ikinci partisinin sevkiyatı da “tesadüfen” aynı güne denk gelmişti.
***
Ne kadar da askerîleşmişti ilişkiler! Füze al, uçak al, helikopter al! Dön dolaş Suriye savaşına gel!
Oysa 8-10 yıl önce Türk-Rus ilişkileri denince akla bir sürü şey geliyordu: Ekonomi, ticaret, turizm, enerji, kültür, insani bağlar vs. Şimdi ise bunların hepsi askerî boyuta endekslenerek gölgeye çekilivermişti. Ve o gölgede artık devletler arası ilişki falan da kalmamıştı pek. Silah fuarında neşeyle dolaşarak savaş uçaklarına tırmanan olağanüstü yetkili iki erkek çocuğu arasındaki diyalog vardı sadece.
Moskova yakınlarındaki Jukovski kasabasında yapılan fuar gezintisi bu çerçevenin içinde bir virgül bile olmaya aday değildi.
Ama fazla da kötümser olmayayım. Acı tatlı anılar silsilesine iki liderin iştahla yediği Plombir dondurmasının tadı da eklenmişti.
Dondurmayı alan ev sahibiydi. Misafir önce onun ödeme için cüzdanına davranmasını izliyor, sonra da olumlu cevabından emin olduğu soruyu soruyordu:
“Benim dondurmanın parasını da veriyor musun?”
“Elbette, sen misafirsin.”
Bu arada cebindeki en küçük kağıt para dondurma fiyatını kat kat geçen Rus lider ne dondurmacı kıza “üstü kalsın” diyebildi, ne kalan miktarla yanlarındaki bakan ve görevlilere dondurma ısmarlayabildi; nedense o an gözüne ilişen Rus bakanı göstererek “Paranın üstünü ona verin, fuarcılığı geliştirsin” dedi. Bakan şaşkın ve mahcup bir gülüşle para üstünü almayı kabul ederken, Erdoğan da plombirin kaşıkla değil ısırılarak yeneceğini keşfediyordu.
Dondurmanın tadı iyiydi.
Eh, parasını da ev sahibi vermişti.
Zaten bizde umduğunu değil bulduğunu yiyene misafir denirdi.