30 Temmuz 2017

Çaykovski’nin kuğuları, sanatı ve özel hayatı

Çaykovski günümüz Türkiye'sinde yaşasa hali nice olurdu, bilemiyorum. O dönemin Rusya'sında da hayatı kolay değildi. Ama...

Koltuğa yığılmış sanki üzerimdeki ağırlıktan kurtulmak için tembel bir merakla televizyon kanallarına bakıyorum.

Sıkıcı... Sıkıcı... Sıkıcı...

Geç... Geç... Geç...

Bir dakika!

“Kuğular” değil mi o?

Evet, öyle...

Tarihin en önemli bestecilerinden biri olan Pyotr Çaykovski’nin ünlü “kuğuları”...

Kuğu Gölü Balesi...

O kanalda duruyorum.

İzlerken dalıp gidiyorum.

Karşımdaki mükemmel estetik bazı anılarla, anılar da karmaşık düşüncelerle yer değiştiriyor.

*      *      *

Rusya'da yaşadığım yıllarda, ne zaman televizyonunda Kuğu Gölü gösterilse irkilirdik. Acaba bir şey mi oldu?

19 Ağustos 1991'de Gorbaçov'un devrildiği darbe girişimi sırasında, tanklar Moskova caddelerine çıktıklarında Rusya devlet televizyonu hiç ara vermeden Kuğu Gölü’nü yayımlamıştı.

“Kuğular”, Ekim Devrimi'ne de, Stalin, Hruşçov ve Brejnev dönemlerine de tanıklık etmişti. İktidarlar, halkın moralini yükseltmek için nedense hep bu eserin sergilenmesine öncelik verdiler. Rusya'nın iç savaştan henüz çıktığı 1920'lerde de, İkinci Dünya Savaşı’nın salvo ateşi altında da...

Lenin hariç bütün Rusya liderlerinin Kuğu Gölü’nü çok sevdikleri söyleniyor. Lenin ise “düşünmeyi ve çalışmayı zaafa uğrattığı için” Çaykovski'nin müziğini “fazlaca burjuva” bulur ve evde kız kardeşlerinin yorumladıkları Beethoven'in Appassionata ve Ay Işığı Sonatı’nı dinlemeyi tercih edermiş.

*      *      *

Kremlin, Kuğu Gölü'nü güçlü bir devlet sembolü ve protokol unsuru haline getirmişti. Bale, her zaman Moskova'yı ziyaret eden yabancı devlet adamlarına ve politikacılara izlettiriliyordu.

ABD'nin eski Moskova Büyükelçilerinden Llewellyn Thompson, 7 yıllık görev süresi içinde Kuğu Gölü'nü tam 132 kez izlemiş ve ne zaman bir Sovyet yöneticisinin ruh halini öğrenmek istese, o kişiyle Kuğu Gölü'nün antraktında görüşerek merakını gidermeye çalışmış.

Kuğu Gölü, aynı zamanda önemli yas seremonilerinin değişmez fon müziği oldu. Brejnev'in, Andropov'un, Çernenko'nun cenazeleri bu müzik eşliğinde kaldırıldı.

*      *      *

Garip. Çok garip.

Çünkü Kuğu Gölü, ölümün ve siyasetin değil, hayatın ve sanatın yansımasıdır. O bir aşk öyküsüdür aslında.

Evliliğe henüz hazır olmamasına rağmen, onuruna verilen baloda annesinin dileğiyle bir eş seçmek dayatmasıyla karşı karşıya kalan Prens Siegfried ile avlanmak üzere gittiği gölde, büyücü Rothbart’ın kuğu şekline soktuğu Prenses Odette arasındaki aşkın ve bu aşk sayesinde büyünün yok edilerek sevenlerin kavuşmasının öyküsüdür. Aynı zamanda iyi ile kötünün, aydınlık ile karanlığın mücadelesidir.

Kuğuları, daha doğrusu kuğuların müziğini ve estetiğini keşfeden Çaykovski’nin, bu eseri yaratırken, Rus masallarıyla ve özellikle de Puşkin'in Çar-Sultan’ından dizelerle beslendiği söylenir.

Kuğu Gölü ilk kez 4 Mart 1877’de, Bolşoy Tiyatro’da sahnelenmiş, sonrasında dünyanın her yerine yayılmış, neredeyse bütün bale sahnelerini fethetmiş bir eserdir.

*      *      *

Bir de Çaykovski'yi düşündüm “kuğular”ı izlerken.

1893'te, 53 yaşında ölürken arkasında 80'i aşkın eser (Kuğu Gölü, Uyuyan Güzel ve Fındıkkıran bale müzikleri, Yevgeni Onegin ve Maça Kızı operaları, piyano konçertoları, senfoniler, oda müziği vs.) bırakan büyük dehayı.

Bazen dünyanın ve tarihin kimi ünlüleri bugünkü Türkiye’de yaşasalardı nasıl olurdu diye hayal kurmaya çalışırım.

Mesela, Çaykovski aramızda olsaydı?..

Siyasetten sanata kadar her alanın uzmanı olan “büyüklerimiz” ne derdi onun için acaba?

Müziğini “gıy-gıy” ya da “kapı gıcırtısı” olarak adlandırıp bize aynı dönemde yaşamış Türk bestecileri mi örnek gösterilirdi? Söz gelimi, Hacı Arif Bey'i, Tanburi Ali Efendi'yi, Zekai Dede Efendi'yi, İbrahim Efendi'yi veya Hamparsum Limoncuyan'ı. Ah, affedersiniz, o sonuncusu - malum nedenden - olmazdı.

Çaykovski'nin dinle ilişkisini, hem durmadan İncil okuyup hem de eleştirmesini kınarlardı muhtemelen.

Fazla dil bilmesi ve çok okuması da (kişisel kütüphanesindeki kitap sayısı Külliye’deki oda sayısından fazlaydı) herhalde iyiye işaret olmazdı.

Müzik ve sanat alanında bir aktivist sayılması ve daha beteri, bir ara gazetecilik yapması da (müzik yazarı ve eleştirmeni olarak), Çaykovski'nin kötü puan hanesini kabartırdı.

Ama en büyük felâket bambaşka yerdeydi.

*      *      *

Büyük besteci, küçük yaştan son nefesine kadar eşcinseldi.

13 yaşındayken erkek lisesinde ilk ilişkisini yaşadı. Sonra buna sayısız macera eklendi.

Bir ara karşı cinsle ilişki kurarak kendini değiştirmeyi denedi. Ancak 25 yaşındayken tanıştığı Belçikalı şarkıcı Désirée Artôt onun yoksulluğuna bakarak yüz vermedi.

37 yaşındayken eski bir öğrencisiyle yaptığı evlilik ise fiilen birkaç hafta sürdü. Eşi Antonina Milyukova ile resmen ayrılamadı. Çeşitli erkeklerden çocuklar doğuran kadın, sonradan akıl hastanesine düştü.

Bir de yıllarca kendisini maddi açıdan destekleyen, 11 çocuk annesi, zengin bir dul olan Nadejda von Meck vardı. 14 yıl boyunca hiç bir araya gelmeden birbirlerine 1200'ü aşkın mektup yazdılar. Çaykovski'den 9 yaş büyük olan Nadejda, görüşmemelerini şart koşmuştu.

Ölümü ani oldu. Koleradan dendi. Kimileri de intihar olduğunu, belki de ünlü bestecinin Saray'a yakın bir erkeği taciz etmesi sonucu intihara zorlandığını iddia etti.

*      *      *

“Yeni Türkiye”de yaşasa Çaykovski'nin hali nice olurdu, bilemiyorum.

Ama eşcinsellik o dönemde Rusya'da da kolay değildi.

Ancak her şeye rağmen iktidar sanatçıya sahip çıktı.

Rusya'da hâlâ Çaykovski'nin adını taşıyan kent, meydan, cadde ve kurumlar var.

Bir anekdotla bitirelim.

Yine bir erkeği taciz ettiği gerekçesiyle Çaykovski'yi Çar III. Aleksandr'a şikâyet etmişler.

Canı sıkılan Çar şöyle cevap vermiş:

- Kesin yakınmayı! Rusya’da çok popo var, ama Çaykovski tek!.. 

Yazarın Diğer Yazıları

Hayat ve ölüm üzerine biraz karamsar bir yazı

Almodovar’ın ölümü kabullenmek konusunu işleyen Yandaki Oda filmi ve T24'ün bir haberi

Erdoğan’a saygıda kusur etmeyen ünlü Rus rejisör Pamuk’a ateş püskürdü

Bazı kültür insanları yazdığı, yönettiği, rol aldığı eserlerde eşsiz kahramanlık öykülerini yansıtsa da gerçek hayatta bunların çok uzağına düşebiliyor

Erdoğan, İmamoğlu, Yavaş, Commodus, Maksimus…

Mertlik Türk olmanın genetik bir sonucu değil. Ve tarihimiz sayısız entrika, tuzak ve kalleşlikle dolu

"
"