Film bitti...
Daha doğrusu film son sahnesiyle duygusal bir final yapmışken, aniden aktarılan öykünün yaşayan gerçek kahramanları belirdi beyaz perdede.
Sonra kısa bilgi veren birkaç cümle aktı. Birinde, bu türden milyonlarca savaş yetimi olduğundan bahsediliyordu.
Filmde oynayanların, filmde emeği olanların adları geçti siyah beyaz bir şerit halinde.
Bütün bunlar olurken içinde yaşadıkları an’ı hemen sonlandırıp sanki çok önemli işleri varmış gibi hayatlarının bir sonraki aşamasına geçmekte anlaşılmaz bir acelecilik gösteren insanlar, pop corn kokusundan sinemanın çıkışına doğru hızlı adımlarla ilerliyorlardı.
Bu arada önümde oturan iki gencin gözyaşlarını sildiğini gördüm.
Hem de, erkeklere özgü acemilikle, kimseye – birbirlerine bile – göstermeden yapmaya çalışıyorlardı bu işi.
Ben de son sırada aynı şeyi yapmakla meşguldüm.
Bir taraftan da “İyice yaşlandın, bu tür filmlerde dokunsan ağlıyorsun be ihtiyar” diye içimden kendi kendime homurdanıyordum.
Onları görünce ıslak gözlerimde bir neşe belirdi.
Kendime çıkışan “erkek” sesime “insan” sesimle cevap verdim:
“İhtiyarlık mı bu? Duyguları olan herkes ağlar bu filme!”
* * *
Duygu dedim, değil mi?
Duygu... Duygusallık...
Böyle kelimelere pek alıştık, içeriğine dikkat etmeden söylüyor, duyunca da etkileniyoruz.
Oysa iyi ve kötü birçok duygu var.
Ama herhalde en önemlisi, sevgi.
TDK sözlüğüne göre, sevgi, “insanı bir şeye veya bir kimseye karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu”.
Evet evet, en önemlisi bu galiba.
Beni ve başkalarını ağlatan da sanırım bu: Sevginin hayranlık ve hüzün veren cazibesi.
Ayla’dan ne anladığımı sorarsanız, ilk cevabım budur: Bir sevgi filmi.
Hem de farklı, şaşırtıcı, akılda kalıcı, direnişçi, soylu bir sevgi...
Bir Türk astsubayı ile Koreli küçük bir kızın arasında filizlenen sevgi...
Irkları, milletleri, dinleri, dilleri, gelenekleri çok farklı iki insan...
Savaşın korkunç vahşeti içinde karşılaşıyorlar.
Ve “birbirlerine karşı yakın ilgi ve bağlılık göstermeye yönelten duygu”nun etkisi altına giriyorlar.
Aradan yarım yüzyılı aşkın zaman geçse de, kavuşma anında o duygunun hâlâ güçlü olduğunu hissediyoruz.
İnsan yaşlanırken duyguları da yaşlanıp yıpranır mı? Hayır. Hatta bazen tersine, daha da güçlenir duyguları...
* * *
Yıl 1950...
Batı’ya yaranmaya çalışan Türkiye yönetimi, bir kez daha (kim bilir kaçıncı kez!) insanlarını siyasi hesaplar uğruna ölüme gönderiyor. Hem de dünyanın öteki ucuna. Kore’ye.
“Bizimkiler” bir yerlerden gelen emirle, adlarını sanlarını bilmedikleri Güney Korelileri “kızıl komünistler”den kurtarmak için binlerce kilometrelik yolu kat edip savaşmaya gidiyorlar.
Kendisini Kore’ye gönderen komutanına coşku ve onurla olumlu cevaplar veren Astsubay Süleyman Dilbirliği, aslında “her Türk askerinin yapması gerekeni” hedefliyor:
“Yukarıdan gelen emirlere uyarak en iyi şekilde savaşmak, öldürmek, gerekirse ölmek”...
Kurşun vızıltıları ve kan gölü arasında beklenmedik bir şey oluyor. Ve Süleyman, bütün akrabalarını kaybetmiş beş yaşlarında Koreli bir kızı kurtarıyor.
Sonra da ondan ayrılamıyor.
Komutanları ona “çocuğu bırakmasını” emrettiğinde karşı çıkıyor.
Çünkü onun önceliği artık “savaşmak, öldürmek, ölmek” değil.
O küçük kız çocuğundan ayrılmamak, onu korumak, kurtarmak, yetiştirmek, onu sevmek...
Artık o sevgi dolu bir insan, şefkatli bir baba.
Türk olması, asker olması, hatta memlekette bir an önce dönmesini bekleyen yavuklusu bile o kadar önemli değil.
O çocukta yakaladığı sevgi ve bağlılık duygusu, Süleyman’ı değiştiriyor.
Ve o sadece vicdanının sesini duyarak davranmaya, bu yolda güzel hatalar yapmaya başlıyor...
* * *
Yazının burasına gelip de nasıl bitirmek gerektiğini düşünmeye başlamışken, Ayla filmiyle ilgili kaleme alınan birkaç makale okudum.
Herkes Ayla’nın 2018 Oscar aday adaylığından bahsediyor. Ne diyeyim! Umarım üç ay sonra açıklanacak Oscar adayları arasında yer alır ve ipi de iyi bir ödülle göğüsler. Ama böyle olmazsa da benim için fark etmez. Ben sevdiğim filmleri uluslararası jürilere bakarak değerlendirmem.
Bir de Ayla’da “Türk askerinin merhametini, sevgi dolu yüreğini” görenler var: “Kendinden yardım istendiği zaman canı pahasına dünyanın öteki ucuna gider. Kimsesizlere kol kanat olur.”
Aynı arkadaş, birkaç satır aşağıda, filmdeki Ankara Marşı’ndan dolayı duyduğu büyük gururu dile getirmesinin ardından şöyle yazıyor: “Filmin ana fikri şu cümleden saklı: Savaşlar olmasın, çocuklar ağlamasın.”
Ya, işte böyle! Ana fikir süpermiş!..
Aynı filmi seyretmişiz. Ben “Kore’ye onca askeri niye gönderdik, onca şehidi niye verdik” diye hayıflanırken, o milliyetçi duygularla dünyanın öteki ucunda savaşan ordumuzla, askerlerimizle övünüyor. Ben filmdeki yaşanmış öykünün sadece geçmişte değil, bugün de (örneğin, Suriye’de) yaşandığını düşünüp kederlenirken ve bugünün savaşlarından çıkarılacak insan ve sevgi öykülerinin sanata dönüşmesini beklerken, o arkadaş Ankara Marşı’ndan coşkuyla ana fikre sıçrıyor...
Onu ve diğerlerini bilmem; ama beni en çok etkileyen sahnelerden biri, filmde Astsubay Süleyman’ın kurtardığı kızla ilgili olarak askerlerin ilk anda kendi aralarındaki konuşma ve o sırada sorulan bir soruydu:
“Acaba çocuk Güney Koreli mi, yoksa Kuzey Koreli mi?..”
Cevapsız kalan bu sorunun hiç önemi olmadığını düşünmek büyük bir keyif!..
Çünkü orada milliyetler, milliyetçilik, ırkçılık falan yok.
Orada sevgi var...
SEVGİ ve İNSAN...