09 Ağustos 2016

Türkiye’den el çektirmek

Demokrasi, kendi verdiğimiz tankların işgalini engellemek için onların önüne yatabilme özgürlüğü müdür?

Bir süredir köşe yazısı yazmadığım ve bu sürenin yarısına yakını da 15 Temmuz’dan sonraya isabet ettiği için bazı eleştiriler aldım. Kimisi özgürlükçü duruşumun devam edip etmeyeceğini sorgulamaya girişmiş. Kimisi - herhalde Twitter hesabımda 15 Temmuz gecesinden beri konuyla ilgili onlarca cümlemi paylaştığımı görmeyerek - benim şu noktada söyleyecek sözümün bitmesini “manidar” bulmuş. Benim için yazı yazmamak da ancak yazı yazmak kadar huzur verici oldu, denilebilir.

Oysa suskunluğumun basit bir sebebi vardı. Sokrates “Tek bildiğim bir şey bilmediğimdir” diyerek bilgi felsefesinin temellerini kurarken, elbette bilmediği bir şey de, ondan 2400 yıl sonra komşu topraklarda bilgi felsefesinin en dibine seyahat edileceğiydi. Bir şey bilmeme uyanışını, gel de Türkiye’de, toplumun her katmanında, bizlerde gör. Bu epistemolojik seyahatin önemli duraklarından biri olan 15 Temmuz yaşandıktan sonra, elimde değerlendirme yapabilecek kadar bilgi varmış gibi bir yanılsama dünyasına geri dönebilmek için, 25 gün kadar soluklanmam gerekti.

Eksik de olsa, gecikmiş de olsa, stratejik de olsa, kucaklaşma benzeri bir şeyler yaşanmaya başladığı anda, hepimiz için heyecanlandım. Dolayısıyla, yazıyorum.

İçerikli ve gerçek demokrasi amacına bizi götürebilecek ara hedefleri araştıran, ifade özgürlüğünü konuların merkezine koyan, şeffaf yönetimin önemini yana yana vurgulayan ve ortak sevgi bağı ile kucaklaşma olmadan arpa boyu yol alamayacağımızdan bahseden yaklaşımlarımın üzerinden kahkahalarla geçtiğini sandığım silindirlerin bizi ezmek yerine birbirimize yapıştırıyor olma ihtimali, hep beslediğim umutlara ışık oldu.

Yüzü pek batıya dönük olanlar, 15 Temmuz sonrasında Batı basınında okuduklarının gerçekten de Türkiye’ye ve hemen yanıbaşlarında -hatta, tepelerinde- olup bitene adil baktığını düşündüler mi? Sanmam.

Yüzü pek doğuya dönük olanlar, bu damlardan çok düşmüşlüğü olan Pakistan’ın bile darbe kınaması 19 gün sonra gelince yahut İran gazeteleri darbe girişimine dair konuları çarpıtarak sunma gayretlerinde Batı basınını da aşınca, yine yeni yeniden Rusya’da huzur bulabildiler mi? Sanmam.

Kimimiz var peki? Birbirimiz. Ağabeyimle benim esas kardeşliğimiz, kardeşlik bilincine tam olarak varmamız, dedemin vefatı anında başlamıştır. En yakın arkadaşın, elbette kıymetlindir. İki kardeş, hiç benzemez arkadaşlar da seçebilirsiniz. Ancak bazı halleri, sadece senin gibi aynı evin içinde olan anlar. Bunu görünce, ona daha farklı tutunursun. Onun kendi canından olduğunu anlarsın. Fikirlerin ayrıldığında da hep yoldaşsındır.

Türkiye’de, evimizin içinde, ailemizden olmayan yabancılar fink atmaktaymış. Komşu dairede yaşayan aile, bizimkinin içine girip huzurunu da, düzenini de, anlamını da alıp götürmüş. Bir gayret, ailemizin kalanca gücüyle, evimize hepten el koymalarına karşı koyuldu. Belki de taşınacaklar. Ancak bizde hala huzur, düzen ve anlam yok. Taşınmazlarsa ne yapacağız, belli değil. Taşınırlarsa rahat mı edeceğiz, rahat edeceksek neden rahat edeceğiz, ben anlayamadım. Yerlerine o daireye taşınacak bir aile olmayacak mı, taşınırlarsa onlar da ciğerimize kadar buyur edilecekler mi, bana söyleyen yok. Ne uğruna, ne sebeple, nasıl bütün bunlar başımıza geldi? O soruları aile içinde pek tartışmıyoruz. Sessiz sessiz oturuyoruz yemek sofrasında akşamları ve uslu uslu yemeğimizi yiyoruz.

Yoğun ikilemlerimiz var, ailece. Geçmişin muhasebesini yapıp durursak, kendi içimizde hırlaşmaktan, geleceğimiz olmayacak. Üstelik, bu kabahatler ta benim çocukluğumdan başlamış. Vefat etmiş aile büyüklerime uzanıyor. Kime parmağımla işaret etsem, dahası var. Geçmişi silip atarsak ve unutursak, öğrenmeyeceğiz, yine geleceğimiz olmayacak. Bu açmazlar içinde, bir süre anlamsızca evde parti verdik. Birbirimize ve kendimize, “acımadı ki” diye haykırmak için. Tuhaf bir coşku kapladı içimizi. Badire atlatmış olmanın ta kendisi yükseltti bizi. Ailemiz aileye benzemeye başladı. Ancak komşunun bize verdiği zarar duyguyla atlatılamayacak kadar büyük. Çalışmamız lazım. Evimizin arkasında tek bir tarlamız vardır. Oraya bu komşunun çabaları ve telkinleriyle meğer sonradan köklememiz gerekecek tuhaf bitkiler ekmişiz. Şimdi kah bu bitkileri kökleyip kah tüm tarlayı yakarken, sanki hasat yaparmış gibi bir sevinç kaplıyor içimizi. Bu temizlenme duygusunun rehavetine  karşı koymamız lazım. Yapacak çok işimiz var. Baştan ekeceğiz. Bu sefer doğru ekip doğru sulayıp üstüne titremezsek, tarlamız birilerinin otoparkı olacak. Bu zamanda kimseye kıymetini bilmediği tarlayı bırakmıyorlar. O komşu olmazsa bu komşu, el atıveriyor.

Peki ama, bir şey üretebileceğimiz yegane tarlamızdan, memleketimizden, nasıl el çektireceğiz?

Bir defa, şeytan taşlamanın şeytanı yaratan dinamiklerle mücadeledeki faydasızlığına uyanmamız gerekecek. Muhatabımız, yan dairedeki aile değil. Onlarla işimiz bittiğinde, dönüp kendimize bakmamız gerekecek. Hakimiyet milletin olacaksa, otobüs duraklarına bunu yazmaktan daha ötesi gerekecek bize. 2016 senesinde hala neden hakimiyetin milletin olduğunu vurgulamamız gerekti ki, diye sormamız gerekecek. Öyle ya, 1921 Anayasası’nda “Hakimiyet bilakaydü şart milletindir” yazanlar 100 yıl sonra hala bunun bu topraklarda konu olacağını bilseler, bir diğer Anayasa hükmü olarak da “Akıllı olun” yazarlardı. Akıllı olamadık biz. Hiç birimiz. Türkiye’de tamamen haklı tek kesim kaldı. Bugün 35 yaşın altında olan kuşak. “Hay sizin yapacağınız işe be. Şu halimize bakın. Kenara çekilin” deseler, kim onları kınayabilir? Ama, onlar da kenara çekilin demiyorlar artık. Demezler ve diyemezler. Düzen öyle kurulu ki, ne genç kuşak direksiyona talip ne de direksiyonu onlara elleten var.

Üstelik, direksiyonun araca hükmedip hükmetmediği bile tartışma konusu. Hakikaten, eğer devletin şunca kadrosu 30 yıldır kamu menfaati nedir bilmeden bambaşka bir emir komuta ilişkisi içerisinde hareket edecek durumda idiyse, “İçerikli demokrasi için sadece sandığa gidebiliyor olmak yetmez” diyen insan bile iyimser davranmış değil midir? Siyasi iradeyi ve kamu gücünü günlük hayatımıza yansıtan kadroları uzun soluklu olarak ellerinde bulundurmuş kişiler birer birer vatan hainliğinden alınırken, milli iradeden bahsetmek güç. Biz bu kişiler bambaşka menfaatler için kamu gücü kullanırken kaç defa sandığa gidip geldik? 30 yıldır, temsili demokrasi gereçleriyle memleketi yönettiğimizi sandık. Sandık kendi başına bize ne bilgi verdi? Ne koruma verdi? 14 Temmuz’da memlekette darbe girişimi olasılığı sorulsa “Delinin zoruna bak” diyecek durumda olan bizler, memleketimizde olup bitenle ilgili böylesine karanlıktayken, hangi kararı nasıl alabiliriz?

Demokrasi, kendi verdiğimiz tankların işgalini engellemek için onların önüne yatabilme özgürlüğü müdür?  Şüphesiz, şeytan taşlamalarla ve affettin affetmedin konularıyla meşgul olmayı bıraktığımızda, bize lazım olan ilkesel cümlelerdir. 30 yılı aşan bir kabahati kişiler üzerinden değil ilkeler üzerinden çözebiliriz. “Bir daha şunu yapmayacağım, istesem de yapamayacak olmamın teminatı da şu kurumlardır” cümlelerini duymak zorundayız. “Artık kandırılmayacağım”ın verdiği huzur her neyse bunun ötesine geçip “Kişilerin kandırılması olasılığından bağımsız olarak biz hepimizi kandırmaya çalışanın hepimize kabak gibi görünür olduğu bir sistem kurduk” diyebilmemiz için bize lazım olan, sandıktan fazlasıdır. Bilgi edinme özgürlüğüdür. Şeffaf yönetimdir. Düşüncelerimizi serbestçe ifade edebilme özgürlüğüdür.  Gerçek ve içerikli demokrasidir.

Bir şekilde, alnı secdeye gelenden de gelmeyenden de iyi insan ve kötü insan çıkabileceğini öğrenmek için hep beraber korkunç bir bedel ödedik. Bunun öğretisinin kalıcı olabilmesi ve hak eden insanın doğru yere gelmesini sağlayan adil sistemleri kurabilmemiz için, sandıktan fazlasına ihtiyacımız var. Bugün ne ekiyorsak onun bitkilerinin bundan 30 yıl sonra çocuklarımıza sürpriz olmaması için, kim ne ekiyor, niye onu ekiyor, nasıl suluyor, bilebilmemiz lazım. Çocuklarımızın bilebilmesini sağlamamız lazım. Şeffaf ve hesap veren bir yönetimin, demokrasiyi ifade özgürlüğü sayesinde günlük olarak coşkun biçimde yaşayan bir halk önünde tüm işlemlerini gün ışığında yürütmeye mecbur edilmesi lazım. Bunun için bize iyi, içerikli ve kaliteli eğitim lazım. Türkiye toplumunun bugün bu cümleleri okuyamayacak yaşta olan bireylerine bilgi yatırımı için seferberlik ilan etmemiz lazım. Eğitimi sloganlardan, kesin doğrulardan ve büyüklerin hatalarına küçükleri eklemlendiren tüm hallerinden kurtarıp objektif değerlendirmelere, maddi hakikate, analitik düşünceye ve bilimsel bilginin ta kendisine açlık uyandırmamız lazım. 

Zira, dünya her yıl daha hızlı dönüyor. Bilgi çarpanlı biçimde büyüyor. O bilgi damarından kana kana içen milletler her geçen an diğerlerine çarpanlı biçimde fark atıyor. Bundan 40 yıl evvel askeri darbenin kendisi bir toplumu 10 yıl geriye götürüyorduysa, şimdi başarısız bir darbe girişimi bile, akabindeki anaforla beraber, bir toplumu bir o kadar geriye götürebiliyor.

Bu dünya düzeninde başkalarına kendi memleketinden el çektirmek için tek güvence, kendi vatanında bilmediğin ellerce zar atılmasını engelleyecek tek yol, iyi yetişmiş ve bilgili insanlardan kurulu bir toplum. Bu böyleyken, insan yetiştirmekte zaten zorlanan bir toplum beyin göçünü iyice tetikleyecek bir olayın ardından birikim isteyen kadrolarını da aynı anda topluca boşaltacak bir hamleye mecbur kaldığında, telaşla ve yarın yokmuşçasına tutkuyla sarılması gereken ana kavram da elbette kaliteli ve içerikli eğitim olmalı. O kuşak geldiğinde, onlar kendi kararlarını doğru alabilmek ve ülke yönetiminde numaracıktan değil samimiyetle rol sahibi olabilmek için Türkiye’nin hak ettiği içerikli demokrasiyi ve şeffaf yönetimi önceliklendireceklerdir. Artık bizim ana işimiz, sanki kendimiz ülkeyi duvara vurmamışız gibi onları kendimize eklemlemeye çalışmayı bırakmak ve halihazırda zehirlememiş bulunduğumuz kuşakların önünü dünya çapındaki en üst düzey bilgi birikimine doğru acilen açmaktır.

Yazarın Diğer Yazıları

Baskı arttıkça cesaretin ve iyimserliğin artması hakkında Kanun Hükmünde Kararname

Baskının yoğun olduğu toplumlarda, toplumun genel olarak eksikliğini çekmesi muhtemel olan unsur, cesaretten ziyade iyimserliktir

Anayasa nedir, ne değildir? Başkanlık Sistemi neye yarar? 'Türk Tipi' ne değildir?

Sayın Cumhurbaşkanı’nın şu anda Türkiye’de yapmak isteyip de yapamadığı ne vardır?

Alışmış kudurmuştan beterdir

Teröre alışmak, başkalarının acılarına derimizi kalınlaştırmayı öğrenmemizi, kalbimize de yayın yasağı koymayı gerektirir