10 Aralık 2021

Özgürlükler kime göre neye göre?

Hem Anayasa Mahkemesi kararının bağlayıcı olduğunu belirtip hem de eylemin suç olup olmadığını hâlâ tartışma konusu yapmak nasıl bir mantığın ürünüdür?

Haklarımızı koruyan mekanizmalar arttıkça daha güvende olacağımızı düşünebiliriz ama bu her zaman böyle olmaz. Bu mekanizmalar arasında bir "felsefe birliği" bulunmadığı takdirde, hangi hukuka tâbi olduğumuzdan emin olamayız.

Bunun en yakın örneklerinden biri Barış Akademisyenleri'nde yaşandı. Aynı bildiriye atılan imzayla ilgili Anayasa Mahkemesi "ifade özgürlüğüdür" derken, olağanüstü hâl sürecindeki ihlaller için kurulmuş olan OHAL Komisyonu bu imzayı terörle ilişkilendirdi. Yargıtay ise olaya bambaşka bir boyut kattı: AYM kararından sonra bütün sanıklar beraat etmişken yalnızca birinin dosyasında hâlâ suç arıyor.

10 Aralık İnsan Hakları Günü'nde, ilgili mekanizmaların daha bu hakların kapsamında dahi ortaklaşmadığını görmek umut kıran ve tedirgin eden bir durum.

Olayı hatırlayacak olursak; 1128 akademisyenin imzasını taşıyan "Bu Suça Ortak Olmayacağız" başlıklı Barış Bildirisi, pek çok imzacının görevden alınmasına, yargılanmasına, tutuklanmasına ve hüküm giymesine gerekçe yapıldı. Bu gerekçedeki iddia, bildiri çağrısının PKK üst yönetiminden geldiğiydi.

Ceza yargılamalarında, bildirinin PKK yönlendirilmesiyle hazırlandığına ve buna imza atmanın terör örgütü propagandası yapmak olduğuna karar verildi. Suçun basın yoluyla işlendiği sabit olduğundan cezaya artırım uygulandı. Pişmanlık gösterilmemesi sebebiyle de ceza ertelemesi uygulanmadı.

Bunun üzerine akademisyenler Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundular. Anayasa Mahkemesi, başvurucuların ifade özgürlüklerinin ihlal edildiğine ve bu imzanın suç vasfının olmadığına karar verdi.[1] Bu karar çok kıymetli değerlendirmeler içerir. Hocaların imzayı PKK’nın çağrısıyla attığına dair hiçbir delil sunulmadığını da yine bu kararda görebiliriz. Yani delili dahi bulunmayan ama savcılıkta oluşmuş bulunan bir kanaat neticesinde kendinizi terör suçlusu olarak bulabiliyorsunuz:

"Anayasa Mahkemesine sunulan belgelere göre başvurucular böyle bir açıklamanın var olduğuna ilişkin savcılık delillerinin dosyaya sunulmasını istemişlerdir. Buna karşın bahsi geçen ve çağrı niteliğinde olduğu ileri sürülen açıklamanın hangi mecrada yapıldığına ilişkin bir bilgi bulunmadığı gibi orijinal metni Savcılıkça dosyasına konulmamış; mahkemelerce de bu hususta bir araştırma yapılmamıştır. İlk derece mahkemeleri Savcılığın iddiasını yeterli saymış, başvurucuların bu yöndeki taleplerini ise cevapsız bırakmıştır." 

Kararın enteresan yönü ise, hakkın özüne ilişkin son derece nitelikli bir hukuki değerlendirme yapan hakimlerin şöyle bir kayıt düşmeye ihtiyaç duymuş olmaları:

"Bununla birlikte, Anayasa Mahkemesinin hiçbir şekilde içeriğine katılmadığı sözler de ifade özgürlüğü kapsamında kalabilir … Bir bütün olarak bakıldığında içeriği Anayasa Mahkemesince paylaşılmasa bile…"

Anayasa Mahkemesinin kişilerin fiiline katılıp katılmadığını açıklaması neden gerekir ki? Bunun yapılacak hukuki değerlendirmeyle bir alakası var mıdır? Katılmadığı bir sözlere "de" koruma sağlayıp olayları objektif değerlendirmesi bir lütuf mudur?

Yoksa Anayasa Mahkemesi bu lafzı kullanarak, kararı "kerhen" verdiğini, aslında imkanı olsa vermeyebileceğini ama hukuken buna "mecbur olduğunu" belirtmek istemiş olabilir mi? Bu isteğin arkasında, siyasi iktidarın Barış Akademisyenleri'ne yönelik tavrı bulunabilir mi? Ey saygıdeğer Anayasa Mahkemesi, verdiğin ihlal kararına rağmen bir vatandaş olarak ben kendimi neden güvende hissedemiyorum?[2]

Güvensizliğin tek cephesi bu değil. Yazının başında sözünü ettiğimiz OHAL Komisyonu, görevden ihraç kararına karşı yapılan başvuruları reddederek şu gerekçeyi gösterdi:

"Başvurucunun, son görev yaptığı kurumu tarafından gönderilen personel bilgi dosyasındaki bilgi ve belgeler ile inceleme bölümünde yer verilen terör olayları sürecinde, PKK/KCK terör örgütünün amacı ve son dönem stratejisi çerçevesinde örgütün söylemleri ile paralellik gösteren, ulusal ve uluslararası kamuoyunu etkilemek suretiyle PKK/KCK terör örgütü lehine kamuoyu algısı oluşturmayı amaçlayan 11 Ocak 2016 tarihli ve 'Bu suça ortak olmayacağız' başlıklı bildiriyi imzalaması ve bu kapsamdaki tespit, olgu ve bilgiler ile başvurucunun terör örgütüyle irtibatlı olduğuna dair kurum kanaati bulunduğu hususu, PKK/KCK terör örgütü ile irtibatının bulunduğunu göstermektedir."[3]

Bu karara karşı akademisyenlerin elindeki yol idare mahkemesinde dava açmak. İdare mahkemesi kararına itiraz için bölge idare mahkemesine, onun kararına itiraz için Danıştay’a gidilmesi gerekir. En son noktada top döner dolaşır yine Anayasa Mahkemesine gelir. Peki biz şöyle rahat rahat, "Anayasa Mahkemesi ihlal kararını vermişti zaten bir kere" diyebiliyor muyuz, Türkiye’de yargının yarın ne olacağı belli mi? Belli dahi olsa, aradan geçecek uzun yıllar ömürden değil mi?

Belirsizlik sorununa Yargıtay da çare olmuyor. Yargıtay 16. Ceza Dairesinin 2019/5366 E. 2019/6796 K. sayılı kararına konu olan barış akademisyeni, diğer imzacıların aksine (en azından henüz) beraat etmedi. İmzalanan metin ve atfedilen suç aynı olsa da, sanığın 24 Haziran 2018’de milletvekili seçilmesi üzerine yargılamanın durmasına karar verilmişti.

Dokunulmazlık kazanan biri hakkındaki yargılamanın durmasında kural olarak bir tuhaflık yok, Ceza Muhakemesi Kanunu zaten bunu gerektiriyor. Tuhaflık, aynı kanunun aynı maddesinin hemen bir sonraki cümlesi sebebiyle var: "Derhâl beraat kararı verilebilecek hâllerde durma, düşme veya ceza verilmesine yer olmadığı kararı verilemez."

Durma kararını temyiz eden Yargıtay Cumhuriyet Savcılığının iddiası, sanığın AYM kararı gereğince derhal beraatinin gerekmesi değil. Aksine, sanığın eyleminin "terör örgütünün propagandası" olması sebebiyle dokunulmazlıktan faydalanmaması gerektiği.

Yargıtay, durma kararını isabetsiz görüyor. Fakat yine onun gerekçesi de sanığın derhal beraatinin gerekmesi değil. Yargıtay orada bir suç bulmakta adeta kararlı, yalnızca ne olduğunu tam kestiremiyor:

"(Anayasa Mahkemesi) kararının bağlayıcılığı da nazara alınmak suretiyle, eylemin ifade hürriyeti kapsamında kalıp kalmadığı değerlendirilip, terör örgütünün propagandasını mı ya da Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Devletin kurum ve organlarını aşağılama suçunu oluşturacağı tartışılmak suretiyle …. karar verilmesi gerektiği halde … durma kararı verilmesinde isabet görülmemiştir."

Hem Anayasa Mahkemesi kararının bağlayıcı olduğunu belirtip hem de eylemin suç olup olmadığını hâlâ tartışma konusu yapmak nasıl bir mantığın ürünüdür?

Henüz bu dosyada nihai karar verilmedi. Yargının HDP milletvekili olan imzacı hakkında ayrık bir karar verip vermeyeceğini bilmiyoruz. Ayrık bir karar verirse, bunun diğer imzacılar aleyhine kullanılıp kullanılmayacağını bilmiyoruz. OHAL Komisyonu kararına karşı gidilecek yolda neler olacağını bilmiyoruz. Bu yolun Anayasa Mahkemesine çıkması halinde bu kez farklı bir karar verilip verilmeyeceğini bilmiyoruz. Atacağımız bir imza sebebiyle ortada hiçbir delil yokken kendimizi tutuklu bulup bulmayacağımızı bilmiyoruz.

Bilmediğimiz çok fazla şey var. Ve böyle bir cehalet mutluluk değildir.


[1] Başvuru numarası 2018/17635, karar tarihi 26.07.2019

[2] Bu noktada, hak ihlali olduğuna ve olmadığına ilişkin oyların aslında eşit olduğunu da belirtelim. Eşitlik durumunda başkanın oyu çift sayıldığı için nihayetinde ihlal kararı çıktı. Oy kullanan üyelerin hangi cumhurbaşkanı tarafından atandığı hakkında bakınız: Gökçer Tahincioğlu, "Sezer, Gül, Erdoğan; ‘barış akademisyenleri’ için verilen ‘ihlal’ kararında hangi cumhurbaşkanının AYM’ye atadığı üyeler belirleyici oldu?"

[3] Konuyla ilgili Alican Uludağ’ın haber için: "OHAL Komisyonu Anayasa Mahkemesi’nin Kararını Tanımadı"

Yazarın Diğer Yazıları

Avukatların mesleki kuşak çatışması

Yargının, hukukun ve mesleğin geldiği halden genci yaşlısı bütün avukatlar şikayetçi. Her baro seçim döneminde de aynı şey oluyor; "üstatlar" sorumluluğu gençlerin ilgisizliğinde, gençlerse "üstatların" bu düzeni aslen kendilerinin var etmiş olmasında buluyor

Hayvanları Koruma Kanunu neye çare oluyor ki?

Devletin kurumlarından ve kendi seçtiğimiz belediye başkanlarından bile görmediğimiz feraseti, yalnızca hayatta kalmaya çalışan hayvandan bekleyebilir miyiz, kabahati hayvanda bulunca sorun çözülmüş olacak mı? 

Danıştay’ın gerekçesi: “Başkan ne derse o olur"

Çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz