İstanbul Sözleşmesi davası, devletin herhangi bir kurumunun bürokratik süreçlerden geçen bir kararına ilişkin değildi. Nitekim sözleşmeden ayrılma yalnız ve sadece “cumhurbaşkanı kararıyla” oldu. Başkanlık sisteminden beklenen tam da bu değil mi zaten?
Siyasi iktidarın İstanbul Sözleşmesi aleyhindeki tutumuna ve yargının bilinen durumuna rağmen, Danıştay savcısı İstanbul Sözleşmesi lehine mütalaa verdi. Bu mütalaasıyla da cumhurbaşkanının şahsen verdiği karar aleyhine görüş bildirmiş oldu.
Danıştay başkanlığının en akılda kalan olaylarından biri, önceki başkanın o dönemde başbakan olan Recep Tayyip Erdoğan’ın önünde düğmesiz cübbesini iliklemeye çalışmasıdır. Cübbede düğme arayan başkan 2020’de emekli oldu. Temmuz 2021 itibarıyla da, artık devlet başkanı sıfatındaki Recep Tayyip Erdoğan tarafından Kamu Görevlileri Etik Kurulu başkanı olarak atandı.
Danıştay’ın bir sonraki ve halen mevcut başkanı Zeki Yiğit’i de yine pek çok yerden biliriz. 16 Nisan 2017’deki başkanlık referandumunda mühürsüz oyları geçerli sayanlardan, 31 Mart 2019’daki İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerini iptal edenlerden, KHK’lıların oy kullanamaması gerektiğini düşünenlerdendir.
Bu Danıştay’ın, direkt cumhurbaşkanının kararı olan bir düzenlemeyi iptal etmesi sürpriz olurdu; kararın bozulması da yine sürpriz olacaktır. Bu sebeple, savcılık mütalaası, kısmen tetkik hakiminin düşüncesi ve özellikle karşı oylar ne kadar değerliyse de, insan yine de “bu kadar karşı görüş acaba yargıda fikir özgürlüğü ve bağımsızlık görüntüsünü sağlamak için mi?” diye düşünmeden edemiyor.
Peki davanın reddinin gerekçesi olarak ne gösterildi?
Öncelikle not edelim, cumhurbaşkanının sözleşmeden çıkma yetkisinin kaynağı, yine bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi. 2018’de çıkan kararnameye göre cumhurbaşkanı, sözleşmelerden çıkma kararını tek başına verebiliyor. Yani TBMM tarafından uygun bulunan ve Anayasa’ya göre kanun hükmünde olan bir uluslararası antlaşma, yalnızca cumhurbaşkanının kişisel inisiyatifiyle yürürlükten kaldırılabiliyor. Nitekim davalardaki taleplerden biri de, böyle bir yetki kararnameyle verilemeyeceği için, ilgili kararnamenin Anayasa mahkemesine taşınmasına ilişkindi.
Danıştay tetkik hakimi, yalnızca cumhurbaşkanının kararıyla sözleşmeden çıkılmış olmasını hukuka uygun buldu. Diğer yandan bu işlem sebep ve amaç yönünden açıklanmadığı için, idari işlemlerin geçerli sebeplerinin ve amaçlarının da bulunması zorunlu olduğundan, sonuçta sözleşme lehine görüş bildirdi. Yani buradaki sorunu “tek adamlık” değil, “tek adamın bir iki kuralı gözden kaçırması” şeklinde tespit etmiş oldu.
Danıştay savcısı ise sebep ve amaç konularına dahi girmeden, “TBMM’nin onayına bağlı bir uluslararası sözleşmenin kaldırılması da yine TBMM’nin tasarrufu ile mümkün olabilir” şeklinde mütalaa verdi.
Davanın kabulü yönünde oy veren azınlık hakimler, karşı oylarında sözleşmeden cumhurbaşkanı kararıyla çıkılmasının hukuka uygun olmadığını, işlemin ayrıca konu, sebep ve amaç unsurları yönünden de hukuka uygun olmadığını, cumhurbaşkanının yetkisinin dayandırıldığı kararnamenin de Anayasa’ya aykırı olduğunu uzun uzun anlattılar.
Çoğunluk üyeler ise özetle şunları söyledi:
- Meclisin yetkisi sözleşmeyi onaylamak değil, sözleşmenin onaylanmasını uygun bulup bulmamaktır. Uygun bulunan sözleşmenin onaylanıp onaylanmaması veya sonradan feshedilmesi cumhurbaşkanının takdir yetkisi kapsamındadır.
- Cumhurbaşkanının takdir yetkisi kapsamındaki kararlara ilişkin yerindelik denetimi yapılamaz.
- Cumhurbaşkanına bu takdir yetkisinin bir cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle verilmesi Anayasa’ya aykırı değildir.
Yani çoğunluk şunu demiş oluyor; cumhurbaşkanı istediği yetkiyi kendisine yine kendisi verir, bu yetkiyi uygun gördüğü zaman yine kendisi kullanır ve biz sadece oturup izleriz.
2017 referandumunda evet - hayır arasındaki farkın %3 dahi olmadığını hatırlayalım. Danıştay’ın başında, tek adamlık sistemi uğruna mühürsüz pusulaları dahi geçerli saymış olan eski bir YSK üyesi var. Tek adamlığın bu Danıştay tarafından uygun bulunması şaşırtıcı mı gerçekten?
Bu esnada, 1 Ocak - 20 Temmuz 2022 arasında (bilindiği kadarıyla) 226 kadının öldürülmüş olması ise belli ki koskoca bir yargılama makamının (çoğunluğunun) umurunda değil.
Kadınlar ölebilir, translar ölebilir, bu cinayetler polisin gözünün önünde dahi olabilir, çocuklar istismar edilebilir, bu konuda 6284 hiçbir işe yaramayabilir, TCK apar topar değiştirilip hukuki zemini tartışmalı metinler kanun diye önümüze konabilir, bunların hiçbiri belli ki sorun değil.
Yeter ki başkanlığa zeval gelmesin.