8 Mart'ı "kadınlarımız" diyerek kutlayanları yeni atlatmışken, bu kez karşımızda 5 Nisan Avukatlar Günü'nü Molierac'la kutlayanlar duruyor. Molierac demişmiş ki işte avukatlar tarih boyunca köle kullanmamışmış ama efendileri de olmamışmış… 17. yüzyılın Fransa'sında belki öyle olabilir ama bunu 21. yüzyılın Türkiye'sindeki genç ve işçi avukatlara da sorsanıza, bakalım onlar ne diyor?
Diğer yandan, 21. yüzyılın Türkiyesindeki avukatlığın bundan çok daha temel, yapısal hatta ontolojik bir sorunu var. Avukatlık mesleğinin varoluşuyla, savunma hakkının algılanma şekliyle ilgili bir sorun bu. Profesyonel olma iddiasının yapılan her işi tek başına meşru kılıp kılmadığını, savunma hakkının nasıl amaçlarla kullanacağını, bu mesleğin en başta neden icat edildiğini, avukat olarak bizim bu amacın neresinde durduğumuzu sorgulamayı gerektiren bir zihniyet sorunu.
Yüzlerce hukuk fakültesi, yüzbinlerce avukat, koltukları sallanmıyorsa örgütlü eyleme zahmet etmeyen baro yönetimleri, liyakatinden emin olmadığımız yargı mensupları ve anlık değişen bir mevzuat varken bu sorgulamayı zaten yapamayız. Yine de bir yerden başlamak lazım.
* * *
Avukatlığı hak ihlallerine karşı durmak, savunma hak ve özgürlüğünün herkese ve tam olarak uygulanabilmesi için yaparız; yani Türkiye'deki neredeyse 170 bin avukata sorsak alacağımız cevaplar aşağı yukarı bu şekilde olacaktır. Bu avukatların içinde "herkes" demeyen veya aslında herkesi tam anlamıyla kastetmeyen büyük bir kesimin varlığını elbette biliyoruz ama konumuz bu değil.
Konumuz, savunma hakkına yaklaşım şeklimiz. Avukattan savunmayı anlıyoruz tamam da savunmadan ne anlıyoruz?
Amaç müvekkilimizi her ne pahasına olursa olsun savunmak mıdır, yoksa olaya bu şekilde yaklaşırsak, savunma hakkını kullandırayım derken bunun daha üzerindeki bir hakkı ihlal etme riskimiz var mıdır?
İşte o "herkesin" kapsamı biraz da buna göre değişiyor. Milliyet, din, ne olduğu belirsiz "milli değer, Türk aile yapısı" veya maddi menfaat gibi şeyleri savunma hakkının önüne koyarsanız mesleğinizi de ona göre yapıyorsunuz. Fakat bütün bunlar sonradan icat edilmiş şeyler hatta savunma hakkının kendisi bile öyle. İnsanlık, milliyetçilik diye bir şey hiç var olmasaydı ve tek bir peygamber gelmeseydi de hayatını sürdürebilirdi. Bunlar insanı var etmedi, konsolide etti.
İnsanın "insan olma" bilincine varmasıyla artık bir "kişiden" bahsetmeye başladık. Diğer her şey bundan sonra oldu. İşte savunma hakkı, sonradan olan diğer her şeyin üzerine çıkan, doğrudan insan olmakla ve onun kişi niteliğiyle ilgili bir haktır. Yani mesleğinizi yaparken karşı tarafın yalnızca kişi olmaktan kaynaklanan bir hakkını ihlal etmişseniz, savunma hakkı buna tek başına bir mazeret olmaz. "Bu savunmayı müvekkilim adına yapıyorum, benim görevim bu" diyerek ihlali meşru kılmış olmazsınız. Kişilik hakkının korunmasının en temel araçlarından biri olan savunma hakkını ona saldırı amacıyla kullanmanın açıklanacak pek bir tarafı yoktur.
Konuyu Türkiye özelinde tartışmanın çok güncel sebepleri var. Şule Çet ve Ceren Damar Şenel davalarında sanık müdafiileri savunma yaparken, katledilen kadınların kişiliğini de tartışmaya açtı. Kaldı ki kamuoyuna pek yansımıyorsa da aynı zihniyetten beslenen yaklaşımların trans cinayetlerinde ve özellikle seks işçilerine karşı işlenen suçlarda da görüldüğünü biliyoruz.
Aileler ve mesleğinin nihai amacını kulak arkası etmeyen bir grup avukat, sanık müdafiileri aleyhine şikayetlerde bulundu. Bunlardan biri hakkında baronun disiplin yargılaması devam ediyor ve ağır ceza mahkemesinde dava açıldı. Diğeri, yine ağır ceza mahkemesinde yargılanıp ceza aldı ama savunmada kullandığı argüman sebebiyle değil; maktulün okul kayıtlarını kanuna aykırı bir şekilde ele geçirmiş olması sebebiyle.
Peki ne yapalım? İsnadı çürütmekle isnat edenin şahsını tartışmaya açmanın sınırını nasıl çizelim? Bu aslında çok zor değil zira bunlar çok farklı şeyler. Nitekim AİHM de tam bunu söylüyor:
"Mahkeme, mevcut davada, başvurucunun güvenilirliği meselesinin özellikle önemli olduğunu kabul etmektedir ve başvurucunun faillerden biri veya diğeriyle olan geçmiş ilişkilerine veya ilgili akşamki bazı davranışlarına atıfta bulunulmasının haklı görülebileceğini tanımaktadır. Bununla birlikte, aile durumunun, duygusal ilişkilerin, cinsel yönelimin ve hatta giyim tercihleriyle birlikte sanatsal ve kültürel faaliyetlerinin amacının, bir kadının güvenilirliğinin değerlendirilmesi ile faillerin ceza sorumluluğunun belirlenmesi için nasıl uygun görülebileceği anlaşılamamaktadır. Bu doğrultuda başvurucunun mahremiyetine ve imajına yönelik saldırıların, faillerin savunma hakkı güvencesi ile haklılaştığı düşünülemez.
Mahkeme, toplumsal cinsiyete dayalı şiddet mağdurlarını korumaya yönelik pozitif yükümlülüklerin, gerçekle ilgisi olmayan kişisel bilgi ve verilerin ifşa edilmemesi de dahil olmak üzere, kişilerin imajlarını, haysiyetlerini ve mahremiyetlerini koruma görevini de içerdiği kanaatindedir. Bu yükümlülük aynı zamanda yargı görevinin doğasında vardır ve yerel hukuktan ve çeşitli uluslararası metinlerden kaynaklanmaktadır."[1]
* * *
Faruk Erem'in hukukçular için Medeni Kanun'dan daha temel bir kaynak niteliğindeki kitabı Bir Ceza Avukatının Anıları, "Suçluyu kazıyınız, altından insan çıkar" diyerek başlar.
Bu başlangıcın "mağduru kazıyınız, altından suçlunun insan olduğu çıkar" olmadığının bilincine varmış bulunan bütün meslektaşlarımızın Avukatlar Günü kutlu olsun.[2]
[1] AİHM başvuru no. 5671/16, J.L v. İtalya, karar tarihi 27.05.2021
[2] Yazıya katkıları için Ankara Barosu'ndan Av. İlayda Doğa Karaman'a ve Av. Hasan Ürel'e teşekkür ederim.