19 Ağustos 2023

Tayfun Kahraman, cezaevinde de deprem üzerine çalışmayı sürdürüyor: Mevcut koşullarda yakalanırsak sonuç yıkıcı olacak

"Mevcut yetersizlikler ile bu depreme yakalanılması durumunda bu Türkiye için bir beka sorunu doğuracak ve yarattığı tahribatın onarılması çok güç olacaktır. Ekonominin tüm sektörlerinde, sosyal ve kültürel alanlardaki yıkımın sonuçları İstanbul'la sınırlı kalmayacak, tüm ülke bu sorunlardan payını alacaktır"

Gezi davası, her aşamasında yaşanan skandallar nedeniyle tarihe şimdiden geçen bir dava. Bu dava kapsamında 18 yıl hapse mahkum edilen ve halen davanın Yargıtay aşamasını bekleyen sanıklardan biri de tutuklanmadan önce İstanbul Büyükşehir Belediyesi Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı olarak görev yapan, şehir planlama uzmanı Tayfun Kahraman.

Kahraman'ın olası İstanbul depremi ile ilgili başlattığı çalışmaları arkadaşları sürdürüyor. Kendisi de cezaevinde çalışmaya devam ediyor. Son olarak "Adaleti Beklerken: Deprem, Siyaset, Kent" adlı kitabı kaleme alan Kahraman, olası İstanbul depremi, yer bilimcilerin açıklamaları, konut ve barınma krizi ile ilgili sorularımızı yanıtladı. Kahraman'a göre İstanbul için hala umut var ama zaman daralıyor.

-Kahramanmaraş depreminde aslında ne oldu, biz neyle karşılaştık? Marmara depreminden bu yana birçok aynı büyüklükte olmayan ancak felaket boyutunda deprem yaşanmasına rağmen, konu gündemde olmasına rağmen adım atılmadı mı? Yapılan tatbikatlar, yapıldığı söylenen dönüşüm gerçeği yansıtmıyor muydu?         

Kahramanmaraş depremlerinde olan, bilinen ama görmezden gelinen bir gerçeğin yüzümüze vurulmasıydı. Beklenen ve her an olması muhtemel bir deprem ile yüzleşmekten kaçındığımız için büyük bir felaketle karşılaştık. Aslında bu büyüklükte bir deprem bölge için beklenmedik bir afet değildi ama bunu bilmemize rağmen gereken adımları atmadık ve depreme karşı önlem almadık. Mevcut yapı stoku güçlendirilip yenilenmediği, yeni yapılarda da gereken hassasiyet gösterilmediği için afet bir felakete dönüştü. Eski yapı stoku yanında yasal ve yönetsel çerçeveye uygun mühendislik hizmeti olarak yapıldığını düşündüğümüz yeni yapılar da depremde yıkıldılar. Bölgenin zemin koşulları ve deprem riski düşünülerek yapıldığını umduğumuz yeni yapıların yıkılması, bu alandaki denetimsizliği ve hoyratlığı da gözler önüne serdi. Felaketin neden olduğu tarifsiz acılar ile birlikte ortaya koyduğu diğer sonuç, yaşadığımız birçok yıkıcı depreme rağmen hala yapıların üretim sürecinde gerekli hassasiyetin gösterilmediği ve denetimlerinin yapılmadığı oldu. En beklenmedik tecrübemiz de bu oldu. Yani güncel mevzuata göre inşa edilmiş olması gereken ve deprem güvenli diye pazarlanan yeni yapılara dahi gerekli denetim yapılmamışsa güvenemeyeceğimizi öğrendik.

Marmara Depremi sonrasında yaşanan Van, Elazığ, İzmir depremleri, atılan adımların yeterli olmadığını göstermişti. Kahramanmaraş Depremi ise bu gerçeği yüzümüze vurdu.  Yani Marmara Depremi sonrasında hem yasal hem yönetsel yapıda birçok değişiklik yapılmış olmasına, yetkililer tarafından gerekli tüm önlemler alındı denmesine rağmen; depremi kâbus olmaktan çıkaracak gerçekçi adımlar atılmadığını, sorunu bir sonraki büyük depreme kadar öteleyen söylemler ile oyalandığımızı ülke olarak tecrübe ettik. Sorunu sadece yasal düzenlemeler yaparak, yeni kurumlar kurarak kâğıt üzerinde çözemeyeceğimizi bir kez daha gördük. Marmara Depremi sonrası Deprem Yönetmeliği her seferinde bina yapımını daha sert kurallara bağlanarak üç kez değişti, Van Depremi sonrası afetler ile daha etkin mücadele vaadiyle 6396 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu yürürlüğe girdi, afetlere müdahale tek elden yönetilecek denilerek AFAD kuruldu.

Bu yeni düzenlemelere göre eski yapılar kentsel dönüşüm projeleri kapsamında yıkılarak yeniden yapıldı, afet müdahale planları hazırlandı ve tatbikatlar düzenlendi. Fakat ortaya çıkan sonuç gösterdi ki yıllardır söylediğimiz gibi, tüm bu yapılanlar yetersiz ve afetlerle mücadele yerine başka amaçları önceliyor. Eğer deprem ile mücadele etmek konusunda gerçekçi adımlar atmak istiyorsak, önceliğimiz deprem bölgelerinde riskli yapıları tespit etmek ve bu yapıları önceliklendirerek, yani en risklilerden başlayarak bunlara müdahale etmek olmalıydı. Fakat kamu, tüm bu süreci tamamen piyasa koşullarına ve rant üretimine terk ettiği için yeni yapıları mevzuata uygun olarak yapmak ve inşaat süreçlerini gereği gibi denetlemek, elbette mümkün olmadı. Çok çarpıcı bir örnek olarak aynı sitede aynı nitelikteki iki binadan biri kentsel dönüşümle yeniden yapıldığı halde depremde yıkılırken, yanındaki eski olan ayakta kaldı. Bu örnek bile deprem tehdidine karşı yapılanların ne kadar baştan savma ve rant odaklı olduğunu göstermeye yeter.

"Afet yönetimi hiyerarşik yapılamaz"

-Maraş depremlerinden sonra yaşanan tablo deprem anında meydana gelen büyük kayıpların yanında sonrasında oluşan kaos ortamının da iyi yönetilemediğini gösterdi? Bu durum bize ne anlatıyor, neyi yanlış ya da eksik yapıyoruz?

Kahramanmaraş depremlerinde yaşanan yıkım ve kayıp çok büyük oldu. Elbette öncelikle yapı stoku ve altyapı güçlendirilmeliydi ama bu konudaki yetersizliğin afet sonrası müdahalede de aynen geçerli olduğunu gördük ve oluşan kaotik ortam kayıpları arttırdı. Afet yönetiminin birinci esası böylesi bir büyük afete düzenli bir şekilde ve toplumun örgütlü tüm güçlerini seferber ederek müdahale etmektir. Deprem sonrası yaşanan kaos ve müdahale eksiklikleri afet yönetimi konusundaki hazırlıksızlığımızı da gösterdi. Bölgeye yeterli ekip ve ekipman gönderilemedi ve canlarımızı enkaz altında yardım beklerken kaybettik. Enkazdan çıkanların ise geçici barınma da dâhil olmak üzere hayati ihtiyaçları karşılanamadı. Afet yönetimi konusunda tam anlamı ile sınıfta kaldık. Bu konuda yetkili olan bakanlıkların ve kurumların ne kadar iş bilmez ve yetersiz olduklarını, hazırlıklıların ve açıklanan kapasitelerinin tamamen kâğıt üzerinde olduğunu anladık. Burada öne çıkan hükümetin her alanda engellemeye çalıştığı sivil toplum ve vatandaşlarımızın dayanışması oldu. Devletin tüm kurumları ile aciz kaldığı bir süreci sivil toplumun yarattığı dayanışma ile bir şekilde yönettik. Bu da tekrar gösterdi ki afet yönetimi hiyerarşik bir şekilde yapılamaz, tersine ağ şeklinde yatay olarak kurgulanır ve tüm organizasyon refleksif biçimde, emir ve talimat beklemeden harekete geçer. Ancak bu şekilde afet sonrası oluşacak kaosu engelleyebilir ve süreci yönetebilirsiniz. Ama çok acı biçimde tecrübe ettiğimiz gibi, afet öncesi için olmadığımız gibi afet sonrası için de hazırlıklı değiliz.

"Seçimden sonra yaşananlar unutuldu"

-Seçimden sonra Maraş depreminden etkilenen kentlere yönelik yardım durdu? Bu tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu derecede hasar almış kentlerin yeniden imarı için devletin olanakları yeter mi?            

Seçim sonrası duran yardımlar, seçim öncesinde de yeterli değildi. Seçimden sonra ise bu kentlerde yaşanan sorunlar tamamen unutuldu. Her gün deprem bölgesinde yapılanlar anlatılsa da bunların gerçek sorunlar karşısında çok yetersiz olduğunu biliyoruz. İçinde yer aldığım koşullarda çok sınırlı olan iletişim olanaklarına rağmen, bu yetersizlikleri görüyorum. Depremlerin üzerinden altı ay geçmesine karşın, bölgede hayatın hala normalleşmekten çok uzak olduğu anlaşılıyor. Mesele sadece yıkılan yapıların yerine yenilerinin yapılmasına sıkıştırılmış durumda. Fakat depremle ortaya çıkan sorunlar yalnızca yapısal değil. Bölgede ekonomik, sosyal ve demografik sorunlar da her geçen gün büyüyor. Elbette yeni yapılar yeni mekânlar inşa edebilirsiniz ama bu kentlerdeki yerel yaşamı, özgün kültürü ve kentsel fonksiyonları da yeniden hayata geçirmeli, iç ve dış göçün önüne geçerek eski sakinlerin geri dönmelerini sağlamalısınız.

Şu an bölgedeki yetersizlikler nedeniyle birçok afetzede bölgeyi terk etti ve hayatın normalleşmesi ile geri dönmeyi bekliyor. Normalleşme ne kadar gecikirse bu geri dönüş o kadar imkânsız hale gelecektir. Bu nedenle deprem bölgesi için yapılacak müdahaleler planlama, imar faaliyetleri yanında ekonomik ve sosyal gelişmeyi de içermelidir. Bu kadar büyük bir yeniden yapılanma sürecinde devletin olanakları yeterli olur mu? Tabii ki olur ama amacımız gerçek problemleri çözmek olmalı. Öncelikle şunu söylemeliyiz ki bu kadar büyük bir yıkım sonrasında imar açısından olanaklarınız sınırlı olacaktır. İnşaat kapasitesi açısından bakıldığında tüm kentlerin birdenbire ayağa kaldırılması olanaklı değildir. Bu da bu sürecin planlı bir şekilde ve öncelikler belirlenerek sınırlı kaynakların akıllıca kullanılması ile yürütülmesini zorunlu kılmaktadır. Yani deprem bölgesinde kentlerin yeniden hayata dönmesi için gerekli tüm yatırımlar planlı bir şekilde organize edilerek takvimlendirilmeli. Böylece bölgenin asıl ihtiyacı olan hayatın normalleşmesi mümkün olan en hızlı şekilde sağlanacaktır.

-Siz İstanbul depremi konusunda belediyede önemli çalışmalar yapıyordunuz? Bu çalışmaların içeriği neydi, tutuklanmanızla bunlar sekteye uğradı mı, cezaevinde çalışma olanağı bulabiliyor musunuz?            

İstanbul’da Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olması ile birlikte ben de Deprem Risk Yönetimi ve Kentsel İyileştirme Daire Başkanı olarak göreve başladım. Bu anlamda İBB adına İstanbul’un depreme hazırlanması ve kentsel dönüşüm çalışmalarının sorumluluğunu üstlendim. Göreve başlar başlamaz İstanbul’da deprem ile mücadele için dört başlığı öncelikli olarak ele alarak işe koyulduk. İlk olarak yapısal riskleri tespit etmek ve müdahale önceliklerini belirlemek üzere bir hızlı bina tarama yöntemi için laboratuvar çalışmalarına başladık. Bir yıl sonunda karot alım yöntemi ile yapılan risk tespitine yüzde 97 doğruluk oranında yaklaşan bir yöntem belirledik ve uygulamaya başladık. Amacı İstanbul’da deprem ile yıkılması muhtemel binaların en risklilerini hızla tespit etmek olan bu çalışmamız, ben cezaevine girdikten sonra da devam ettirildi ve Kahramanmaraş Depremleri sonrasında büyük ilgi ve talep gördü. Arkadaşlarımız hem tespit hem de müdahale konusunda çalışmalarını sürdürüyorlar. Bir diğer öncelikle ele aldığımız konu, İstanbul’da gerçek risk alanlarını tespit etmek oldu. İstanbul’da bakanlık tarafından 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu’na göre riskli alan ilan edilen bölgeler ile gerçekten risk altında olan bölgelerin çakışmadığını, ilan edilen alanların rant üretme kapasitelerine göre belirlendiğini tespit edince; gerçekten riskli bölgeleri belirleyerek öncelikli olarak yirmi bölgede çalışmalara başladık, bu alanlarda ofisler kurduk ve projelendirmelere başladık. Üçüncü başlığımız ise afet yönetimi yani olası bir deprem sonrası etkin bir müdahale için çalışmalar yapmak oldu. Bu anlamda deprem toplanma ve geçici barınma alanlarını belirleyerek bu alanları organize ettik, afet gönüllüleri organizasyonu ve mobil aplikasyonlarla afet sonrasında kendiliğinden harekete geçecek bir sistemin kurulmasına başladık.

Son olarak ise olası İstanbul Depremine ilişkin önlemler almak, afet sonrası müdahale etmek ne Bakanlık ne de İBB tarafından tek başına ele alınıp çözülemeyecek kadar büyük bir sorumluluk olduğundan; tüm kurum, kuruluş, sektörler ve yurttaşların içinde yer alacağı deprem seferberlik planını hazırlayarak örgütlenmesine başladık. Bu çalışmalar ile birlikte İstanbul’un depreme hazırlanması için öncelikli başlıkları gündeme alarak bunlara ilişkin çözüm yollarını kurguladık. Ben cezaevinde olsam da çalışma arkadaşlarım göreve başladığımızda hazırladığımız bu yol haritasını takip ederek çalışmaları sürdürüyorlar. Tüm çalışmalar hazırlanan plan ve program dahilinde sürdüğü ve arkadaşlarım ilk günkü heyecan ile çalışmaya devam ettiğinden sürecin sekteye uğradığını söyleyemem. Tersine 6 Şubat sonrasında çalışmalar daha da hızlanarak devam ediyor. Elbette benim cezaevinde olmam nedeniyle aktif katılmam mümkün değil ama avukatlar ve medya aracılığıyla elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum.

-Celal Şengör yakında zamanda İstanbul’dan taşınacağını açıkladı. Naci Görür sürekli olarak uyarılarını sürdürüyor. Bunun yanında bu derecede büyük bir deprem yaşanmayacağını söyleyen bilim insanları da var. Sizce tablo ne? İstanbul’u ne bekliyor?

Yerbilimciler farklı senaryolar ve çözüm yolları öne sürseler de hemfikir oldukları bir konu var; o da İstanbul'da bugün olmasa da yakın bir gelecekte büyük bir deprem olacağı gerçeği. Bu bilimsel bir gerçek ve bazı insanların yerli yersiz yapmış oldukları spekülatif açıklamalara bu gerçeği kurban edemeyiz. Tüm veriler bize İstanbul'da yıkıcı etkiler yaratacak büyük bir depremin olacağını söylüyor. Elbette bazı insanlar bu gerçek karşısında İstanbul'u terk etmeyi düşünebilir ama bizler ve milyonlarca insan İstanbul'da yaşamaya devam edeceğiz. İstanbul'da bazı binaların deprem olmadan kendiliğinden yıkıldığını ve insanlarımızın bu binalarda canlarını kaybettiklerini hesaba katarsak, büyük bir deprem olmayacağı söylemi ile rehavete kapılacak bir tablo da yok karşımızda. Bu nedenle uzman olarak görüş bildiren kişilerin popülist yaklaşımlarla bu şekilde bir dil kullanmalarını doğru bulmuyorum. Ortada herkesin hemfikir olduğu bir gerçek var ve büyüklüğü ne kadar olursa olsun, İstanbul'da mevcut koşullar ile bu depreme yakalanmamız durumunda sonuç yıkıcı olacak. Her İstanbullunun, her vatandaşımızın hayatı çok önemli, dolayısıyla bizler onlar için sağlıklı ve güvenli bir yapılı çevre yaratmak zorundayız. Bu anlamda kim ne derse desin, İstanbul’da yaşanacak depremin büyüklüğü ne olursa olsun, karşımızda olumlu bir tablo olduğunu söylemek imkânsız ve önümüzde birlikte yapacağımız çok iş var.

"Konut, yatırım aracı olduğu sürece sorun kökleşir"

-Türkiye’de giderek büyüyen bir barınma sorunu var ve bu sorunun başkenti İstanbul gibi görünüyor. İnsanlar depremden korksa bile bırakın başka bir eve çıkmayı, yaşadıkları evlerin güçlendirme maliyetini duyduklarında bundan bile vazgeçiyor. Bununla başa çıkılabilir mi, ne yapmak gerekiyor?

Dediğimiz gibi Türkiye'de tüm kentlerimizde başta İstanbul olmak üzere büyük bir barınma ve konut sorunu var. Enflasyonist ortam ve yanlış konut politikaları sonucunda sorun her geçen gün daha da büyüyor ve içinden çıkılmaz bir hal alıyor. Fakat hükümet ısrarla yanlış politikaları çare olarak sunmaya devam ediyor. Öncelikleri sorunu çözmek değil, inşaat sektörünü ayakta tutmak için konut üretmeye devam etmek. Oysa sorun konut üretip satarak özellikle de bu enflasyon ortamında çözülemez. Çünkü konut bir yatırım aracı olmaya devam ettiği hükümet de bunu desteklediği sürece sorun kökleşir. Deprem gerçeği merceğinden bu soruna baktığımızda önceliğimiz, mevcut kırılgan konut stokunun yenilenmesi ve kamunun kiralık konut üreterek spekülasyonları engellemesi olmalıdır. Alım gücü yüksek üst sınıflar için yatırım amaçlı lüks konut üretimi değil. Benzer şekilde konut üretimine plansız şekilde devam edilmesi, konut sorunu yaşayan geniş kesimlerin konuta erişimini daha da zorlaştıracak, spekülasyonları arttıracaktır. Benzer bir durum deprem korkusu yaşamasına karşın yenileme maliyetlerini karşılayamayacakları için konutlarında risk tespitinden kaçınan kesimler için de geçerli. Konut sahipleri bu nedenle yıkım sonucu doğurmayan hızlı tarama ile binalarının kontrol edilmesinden dahi imtina ediyorlar. Konutlarının kırılgan olduğunu bildikleri halde, bunun tespit edilmesini istemiyorlar. Çünkü kimseye, hiçbir kuruma güven duymuyor, riskli olduğu tespit edilmesi halinde ortaya çıkacak maliyeti ödeyemeyeceklerinden, konutlarının ellerinden alınmasından korkuyorlar. Bu nedenle öncelikle riskli konutlarda yaşayan vatandaşlara güven vermemiz ve konutlarının dönüşümü için uygun koşulları yaratmamız gerekiyor. Bu görev ise kamu kurumlarına düşüyor. Yani ilgili kurumların, her vatandaşın ödeme gücüne göre ya da ücretsiz olarak bu yapıları güçlendirmesi veya yenilemesi, herkesin güvenle yaşayacağı konutlarda yaşam hakkını sağlaması gerekiyor. Bu sorun aslında devletin çözemeyeceği bir sorun değil. Kaynakların hangi önceliklerle dağıtılacağına bağlı ve önceliğimiz sorunu çözmek olursa bu kaynağa da sahibiz.

"İstanbul depremi beka sorunudur"

-Olası bir depreme yönelik senaryoları okuduğunuzda dehşete kapılıyorsunuz. Belediyenin böyle bir senaryosu ve planı var mıydı? İstanbul, bu senaryolarla karşı karşıya kalırsa Türkiye’yi hangi sorunlar bekliyor olacak?            

Olası depremlerde sadece İstanbul için değil tüm kentlerimiz açısından hazırlanan senaryolar dehşet verici ve Maraş Depremleri ile bu senaryoların bile iyimser kalabileceğini tecrübe ettik. Yani İstanbul'da karşılaşacağımız tablo tahminlerin de ötesinde olabilir. Elbette İstanbul Büyükşehir Belediyesinde biz göreve gelmeden önce yapılan senaryo çalışmaları olduğu gibi bizim yaptıklarımız da var. Bu senaryolara ilişkin rakamlar basında çokça yer buldu ve kamuoyu bu konuda bilgi sahibi oldu. Eminim bu senaryoları gören herkes sizin gibi dehşete kapılmıştır. Fakat korku salsa da şeffaflık gereği kurumların bu verileri paylaşması gerektiğini düşünüyorum. Bu nedenle de göreve gelir gelmez İstanbul'a ait tüm senaryoları ve risk raporlarını web sitesinde yayınlamaya başladık. Bu raporlarda da görüleceği gibi olası İstanbul Depremi’nde bizi olumlu bir tablo beklemiyor. Böyle bir depremin etkisi de elbette İstanbul ile sınırlı olmayacaktır. Türkiye'nin en fazla nüfus barındıran, ekonomisini yöneten bölgesinde olacak bir deprem tüm ülkemizi etkileyecektir. Artık klişe haline gelen bir söz var: “İstanbul Depremi Türkiye'nin beka sorunudur.” Evet, gerçekten de öyle. Mevcut yetersizlikler ile bu depreme yakalanılması durumunda bu Türkiye için bir beka sorunu doğuracak ve yarattığı tahribatın onarılması çok güç olacaktır. Ekonominin tüm sektörlerinde, sosyal ve kültürel alanlardaki yıkımın, sonuçları İstanbul'la sınırlı kalmayacak, tüm ülke bu sorunlardan payını alacaktır.

"Hep birlikte hareket edersek başarabiliriz"

-İstanbul için hala umut var mı? Bir depreme hazır olma şansını yitirmiş bir kentten mi söz ediyoruz?

İstanbul için umut tabii ki var. Yeter ki biz bir plan dâhilinde önceliklendirme yaparak ve riskleri tespit ederek, müdahale programı hazırlayıp; merkezi ve yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları, özel sektör, üniversiteler ve on altı milyon İstanbullu beraber hareket ederek sınırlı kaynaklarımızı doğru yerlerde kullanalım. Böyle bir plana uyarak hep birlikte hareket etmemiz halinde, emin olun zamanla İstanbul'u deprem dayanımı yüksek bir kent haline getirebiliriz. Bu kolay bir iş değil ama önümüzde bunu başaran ülke örnekleri var. Yeter ki isteyelim. Marmara Depremi üzerinden yirmi dört yıl geçti ve bu sürede böyle bir plan dâhilinde kaynakları doğru şekilde kullanarak, kamusal faydayı öne çıkarsaydık; bugün olası İstanbul depreminden bir felaket olarak bahsetmiyor olurduk. Bu zamanı kaybetmiş olsak da bugünden itibaren yapacağımız her olumlu hareket bizi hedefimize bir adım daha yaklaştıracaktır. O nedenle umutsuzluğa yer yok, yapmamız gereken bir yerden başlamak.

Gökçer Tahincioğlu kimdir?

Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.

Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.

Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi. 

İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.

 

 

Yazarın Diğer Yazıları

Bir zulüm ve Türkiye hikâyesi: "O terörist buraya gelmeyecek" dedi, "hassasiyetin" nedeni torpilli kadro çıktı

"O terörist buraya dönmeyecek" diyen hocanın kadroyu almasını istediği kişiyle birlikte sadece iki kişi sınava girebildi. Başvuran 16 kişi ise bu şartı karşılayamadıkları için elendi. Zaten kazanacak kişinin kim olacağını herkes biliyordu, öyle de oldu

İnce ayarlı Kobani kararı: AİHM yok, JİTEM yok, çözüm süreci yok, Kürt sorunu yok

DEP Milletvekilleri Leyla Zana, Ahmet Türk, Orhan Doğan gibi isimlerin Meclis’ten cezaevine götürülmelerine ilişkin görüntüler uzun yıllar hafızalardan çıkmadı. Kararın açıklandığı sırada TBMM’yi yöneten Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder’in tüm suçlamalardan beraat etmesi, Meclis’ten cezaevine götürüleceği bir görüntünün oluşturulmaması bile yapılan ince ayarı gösteriyordu

Yargı ve polisi rahat bırakmayan “etki ajanları” ve gazeteciler

Her iki soruşturmayı takip eden gazeteciler üzerindeki baskı her geçen gün arttı, artıyor. Gazeteciler, bu iki soruşturmayı da bunları sulandıranları da bu soruşturmaları vesile kılıp siyasi manevra yapmaya çalışanları da darbe ya da başka bir amaçla hareket edenleri de izleyip haberleştirmeye devam edecek