Bakın koca bir devletin koca koca kurumları küçük bir çocuk gibi ne yalanlar söylemiş:
- Deprem oldu, borular patladı, su bastı, arşivdeki belgeler kayboldu…
- Bölgeye operasyon yapıldığına yönelik hiçbir kayıt yok.
- 11 kişinin gözaltına alındığına yönelik belge yok…
Küçük bir çocuk gibi benzetmesi uygun değil bu durum karşısında. Küçük çocuklar büyük ve karanlık yalanlar söylemez.
* * *
Yıllar önceydi.
Bolu Dağ Komando Tugay Komutanlığı'nda görevli bazı komutanların isminin geçtiği bir faili meçhul cinayetle ilgili başlatılan soruşturmayı o dönem çalıştığım Milliyet gazetesinde haberleştirmiştim.
Gazetenin dahili telefonundan, bilinmeyen bir numaradan arandım akşama doğru. Alaycı bir ses, öldürülen kişiye ve bana küfürler ediyor, hepimizin sonunun aynı olacağını söylüyor, bundan sonra eve gidip gelirken dikkatli olmamı öğütlüyordu.
Bütün bu soruşturmalardan, davalardan hiçbir şey çıkmayacağının altını kalın kalın çizerek.
Sırtını başkalarının, devletin gücüne dayayıp aklına eseni yapanlar böyle korkaktır… Kendi gücüyle konuşamaz, kendine güvenerek hareket edemez, arkasına aldığı güce rağmen ismini bile veremez.
Sonuçsuz kalma ihtimalinin yüksekliğine rağmen verilen adalet mücadelesi kadar, o adamın sözleri de haklıydı. Devletin bu cinayetler için adım atmayacağını biliyordu. Mücadele bitmeyecek olsa da haklılığı ne büyük can sıkıntısıydı.
* * *
Meşhur Bolu Tugayı'nın ismi, yıllar sonra, AKP-cemaat operasyonları/didişmeleri/rekabeti sürerken yeniden gündeme geldi.
Garip garip operasyonlara, soruşturmalara meşru bir zemin yaratmak adına, 90'lı yılların dosyaları da yeniden açılmış, şaşırtıcı bir biçimde hızlıca iddianameler hazırlanmaya başlamıştı.
Kimin açtığının bir önemi yoktu. Bu dosyaların tamamı yıllar önce davaya dönüşmüş olması gereken, AİHM kararlarına konu olmuş, kanıtları uzun mücadeleler sonucunda açığa çıkarılmış dosyalardı…
Ve başka bir akıl devreye girince, kumpas davalarının parçası sayılarak önemli bir bölümü sanıkları aklayarak sonuçlandırıldı.
* * *
O davalardan biri de Kulp davasıydı.
Bölgede görevlendirilen Tuğgeneral Yavuz Ertürk komutasındaki Bolu Dağ Komando Tugayı, 8-25 Ekim 1993 tarihleri arasında Kulp-Muş-Lice üçgeninde bir operasyon düzenledi.
Kulp Alaca Köyü ile Şenyayla bölgesi arasındaki operasyon ise diğer bölgelerdeki operasyonlardan farklıydı.
Yerleri yurtları belli, daha önce PKK tarafından da tehdit edildiklerini ancak örgüte yardım etmediklerini askerlere anlatan isimlerin de aralarında bulunduğu 11 kişi, askerler tarafından evlerinden çağrıldıktan sonra gözaltına alındı.
Ancak bir gözaltı merkezi yoktu.
Askerler, Kepir denilen bölgede, açık havada, soğuk havaya rağmen 11 kişiyi günlerce "gözaltında" tuttu.
Öyle bir tablo vardı ki yakınları kadınlar, dağa, tepeye tırmanıyor, "gözaltındaki" yakınlarına yemek getiriyordu.
Bir akşam, gözaltındaki isimlerden biri karısına, "artık yemek getirme" dedi, "bizi götürecekler."
Götürülmek iyiydi böyle bir ortamda. Götürülmek demek, resmi bir gözaltı kaydı, resmi bir merkez, avukat, adliye, mahkeme demekti… Götürülmek iyiydi…
* * *
Ertesi gün, 11 kişi gerçekten "gözaltında tutuldukları" yerde yoktular. Bölgedeki operasyonlarda gözaltına alınan diğer isimlerle birlikte, helikopterle götürüldükleri bilgisi verildi yakınlarına…
Ancak gözaltında değillerde, herhangi bir askeri-sivil merkezde değillerdi, adliyede değillerdi…
Bir daha hiçbirinden haber alınamadı…
* * *
Savcılığa başvuran aileler, bir yanıt alamayınca AİHM'ye başvurdular. 1997-98'de, Türkiye'ye gelen bir komisyon aileleri ve devletin gösterdiği tanıkları dinleyip rapor hazırladı.
2001'de AİHM, Türkiye'yi kayıplar nedeniyle tazminat ödemeye mahkûm etti. Helikopterle taşındıklarına, bir merkeze götürüldüklerine yönelik kayıt yoktu ama devletin beyanının aksine gözaltına alındıkları ve açık havada günlerce tutuldukları kesindi…
* * *
Olaydan tam 10 yıl sonra, AİHM kararını verdikten ve Türkiye bu karara rağmen harekete geçmedikten 2 yıl sonra, 2003'te, Alaca Köyü'ne 500 metre mesafede koyunları otlatan bir çoban, dere yatağında, toprak yüzeyine çıkan kemik ve bez parçalarını gördü. Hemen köylüleri ve avukatları haberdar etti. Diyarbakır İHD avukatları da geldiler olay yerine.
Kemikler muhafaza altına alındı.
Avukatların talebiyle, köyde yaşayan ve yakınları kaybedilenler, kemiklerin incelenebilmesi için kan ve doku örneği verdiler Adli Tıp'ta…
* * *
İnceleme 2 yıl sürdü.
Ve iki yılın sonunda Adli Tıp Kurumu, bulunan kemiklerin kaybedilen 11 kişiden en az 9'una ait olduğuna dair, yüzde 99,9 kesinlikle rapor hazırladı.
Düşünün, köyden, mezradan gözaltına alınıp, yakın bir mesafede günlerce tutulan ve sonra götürüldüğü söylenen insanların kemikleri, köyün yanı başından çıkıyor. Ailelerin yıllarca aradıkları yakınlarının kemikleri, bu kadar yakında…
Tuğgeneral General Yavuz Ertürk'ün 11 köylüyü öldürme emri vermekten yargılandığı Kulp Davası, zaman aşımından düşürüldü
* * *
Gözaltına alanlar belli, o gün orada görevli olanlar belli, kaybedilenler belli, çıkan kemiklerin kime ait olduğu belli.
Bu durumda ceza vermek zor olmasa gerek…
Ancak öyle olmuyor…
Genelkurmay Başkanlığı, o gün orada operasyon olmadığını söylüyor.
Olduğunu kanıtlamak yıllar sürüyor.
Askeri makamlardan, o gün orada kimlerin görevli olduğunun bilinmediği yanıtı geliyor.
İsimleri bulmak mümkün değil ancak komutan belli…
* * *
Dosya oradan oraya geziyor. Askeri savcılık, sivil savcılık, askeri savcılık, sivil savcılık…
Ve yıllar sonra, 2013'te, Bolu Dağ Komando Tugayı Komutanı Yavuz Ertürk, ifadeye çağrılıyor. Bir süre sonra açılacak davanın tek sanığı.
Dava, diğer bütün "yüzleşme" davaları gibi başka bir kente, Ankara'ya nakledildi.
Ülkenin belli bölümleri "güvensiz" bu mahkeme kararlarına göre.
Cennet vatanın bazı köşelerine, kentlerine nedense gitmek istemiyor kimse. Sanıklar bile…
11 kişi ölmüş, raporlar var ancak Ertürk ya da bir başka isim tutuklanmadı yargılama boyunca.
Önce yerel mahkeme, sonra istinaf beraat kararı verdi.
Yargıtay dosyayı karara bağlayacaktı ki, zaman tükendi…
Ne büyük aksilik ne büyük tesadüf!
* * *
Batman Barosu Başkanı Erkan Şenses, bölgede operasyon yapıldığını kanıtlayabilmek için ilgili askeri birimlerden bilgi alınmasını istedi.
Askeri birimlerden gelen yanıt, 1999'daki depremde boruların patladığı, su basması nedeniyle evrakın bulunamadığı oldu.
Küçük bir inceleme ile ortaya çıkarılabilir bu beyanların doğruluğu ancak elbette yapılmadı.
Şenses ve diğer avukatlar, yıllar boyunca mücadele ederek bütün olanı biteni açığa çıkardılar.
Ancak zaman doldu, diğer dosyalardaki gibi.
30 yıl, tam 30 yıl boyunca 11 insanı katledenler cezalandırılmadı.
Ve şimdi yakınlarına "kusura bakmayın, zamanaşımı" deniliyor.
Giden gelmiyor ama insanların verilecek bir yanıta, adaletin kırıntısına ihtiyacı vardı.
Bağışlamak için küçücük bir neden…
Ama olmadı…
Ellerinde sadece kemik ve bez parçaları kaldı.
Gökçer Tahincioğlu kimdir?
Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.
Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.
Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.
İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.
|