20 Şubat 2025

DEM Milletvekili Sevilay Çelenk’ten Narin Güran cinayetine aykırı bir bakış: ‘Nedeni bulunamamış’ bir aile cinayeti olmaz, İstinaf’ta tahliye bekliyorum!

"Sinemada ‘Hileli olduklarını bile bile olayların gerçekliğine inanabilmemiz gerekir.’ Bana kalırsa Tavşantepe’de olan şey de bu. Aslında Tavşantepe’de kör alan yok... Mesele kadrajda olanla, perdenin sınırları içinde olanla yetinmeme meselesi. Kadraj dışını tahayyül etme meselesi. O zaman kör alan aydınlanıyor”

DEM Parti Diyarbakır Milletvekili akademisyen Sevilay Çelenk, Türkiye’nin önde gelen iletişim akademisyenlerinden. Çelenk, bir süre önce duruşmalarını özenle takip ettiği, dava dosyasını bütünüyle okuduğu Narin Güran cinayetiyle ilgili olarak, aykırı bir yazıyı kaleme aldı. Bianet’te yayımlanan “Narin: Hayatın Olağan Akışında Kaybedilen Hakikat” başlıklı yazıda Çelenk, Güran cinayetinin soruşturma, yargılama ve karar aşamasındaki çelişkileri ayrıntılarıyla irdeliyor ve kararın da iddiaların da inandırıcı olmadığını anlatıyordu. Linç edilme riskine rağmen kaleme aldığı yazıya, okuma zahmetinde bile bulunmadığı anlaşılan çok sayıda kişiden tepki geldi. Yine de bu çelişkileri ciddiye alan, yazıdaki iddiaların tatmin edici olduğunu söyleyen ve adaletin, hakikatin etkili biçimde aranması gerektiğini belirten kişi sayısı da az değildi. Çelenk’le, yazıyı kaleme alma ihtiyacını neden duyduğunu, Narin Güran cinayeti konusunda Güran ailesini suçlu bulan kararı neden inandırıcı bulmadığını konuştuk.

Sevilay Çelenk

- Yazınızın başında uzunca bir biçimde bu yazıyı neden kaleme aldığınızı anlatma gereği duyuyorsunuz. Bu açıklama kaygısının nedeni oluşan toplumsal kabuller mi?

Evet, Narin Güran’ın kaybolmasını ve daha sonra cansız bedeninin bulunmasını takip eden süreçte, olay etrafında çok keskin ve çok net görüşler oluştu. Öyle ki başka bir ihtimali dile getirmeye kalktığınız anda lafınız ağzınıza tıkılıyordu. Oysa ben yazacaklarımın duyulmasını ve üzerinde düşünülmesini istiyordum. Güran ailesinin bir adli vakada bence dünya üzerinde benzeri görülmemiş türden bir medya manipülasyonu ve dezenformasyonla baş başa kalması ve aileyi kuşatan sosyal medya linçi karşısında tek imkân araştırmak, anlamaya çalışmak ve anlatmaksa, kimseyi itmeden ve incitmeden bunu yapabilmek gerekiyordu. Yapabilmelisin ki bir işe yarasın. Yazıyı yazdım, defteri kapattım meselesi değildi benim için. Gerçekten ikinci duruşmadan sonra günlerce doğru dürüst uyuyamadım desem yeridir. Bu linçe karşı bir söz üreten ve önceliği okunmak olan bir yazıda, önce kendi düşünce ve gelgitlerimi ortaya koymamın yardımcı olacağını düşündüm. Fakat böyle bir medya ve böyle bir yargı dünyasında, Güran ailesine yönelen nefret ve bu nefretin sağduyuyu ele geçirmesi, sorgulama yetisini felç etmesi tek başına kimsenin suçu değil. Kimsenin anlayışı kıt olduğundan, kimse kötü olduğundan değil, sadece durup düşünmek gerekir demek istedim. Direnç yaratmak istemedim. Böyle...

Bir de bu meseleyle çok yoğun işler arasında ilgilendim. Tabii ki bir sosyal medya saldırısı altında kalmak da istemiyor insan. Bu yüzden her cümlemi çok büyük bir temkinlilikle kaleme aldım. Kutuplaşmayı tırmandırmadan bir dert anlatmak istedim.

- Yazınızın başlarında aile için “Belki güçlerinin yettiği kişilere karşı kötü insanlar olsalar bile pek çok insandan daha kötü olmadıklarını düşünüyorum” yorumunu yapıyorsunuz. Böyle bir ortamda bu yorumu yapmak çok kolay değil.

Bundan da öte, “Belki güçlerinin yettiği kişilere karşı kötü insanlar olsalar bile” demiş olmam, ailenin kötü olduğunu düşündüğümden değil ama öyle şeytanlaştırılmıştı ki hepsi, en nihayet suçsuz olabilecekleri yönünde zihnimde çok kuvvetli bir düşünce oluşmaya başlamış bile olsa, sizin de dediğiniz gibi bunu dile getirmek hiç kolay değildi. Bu şeytanlaştırma aslında çok tarihsel bir şey. Salim, Yüksel ve Enes, sonra bütün aile, sonra akrabalar ve en son koca bir köy şeytanlaştırıldı demek de yetmiyor aslında. “İnsanlıktan çıkarıldılar,” evvela bunu söylemek lazım. Onların insan olmadığı, insanlık bilmediği ve hiçbir değer tanımadığı kabulü üzerinden döndü bütün anlatı. Toplama kamplarında olan türden bir şey, soykırımlarda olan türden bir şey devreye girdi; İnsandışılaştırma. Sosyal medyada alenen köyü ateşe vermekten ve hepsini yok etmekten söz ediliyordu.

Bianet’teki yazıda zaten ailenin AKP tarafından korunuyor olduğu, korunacağı fikrinin de Türkiye’nin her köşesinde bu olaya olağanüstü bir dikkat kilitlenmesini getirdiğini yazmıştım. Çünkü bu tür cinayetlerde cezasızlığa ve kollayıcı eril ideolojiye kimse yabancı değildi. Fakat bu dikkat, anaakım medyanın sorumsuzca sürdürdüğü habercilikle histerik bir karakter kazandı ve sosyal medya linçiyle sonuçlandı. İnsanlıktan çıkarmaya ve cadı avına varan bir hâle dönüştü. Diyarbakırlıların ya da genel olarak Kürtlerin aslında çok yakından bildiği, “insanlıktan çıkarma söylem ve pratiklerini” burada tanıyamaması da aynı handikaptan kaynaklandı gibi geliyor bana. Hizbullah, kontrgerilla, korucu köyü vs. söylentileri arasında -Tavşantepe Köyü’nde- kriminalize eden, yok eden ve bunu yapabilmek için önce insanlıktan çıkaran bir sistemin tarihsel işbirlikçilerini gördüler sanki. Tabii ki esasen bilince çıkarılmamış bir düşünceden söz ediyorum, bilinçdışı süreçlerden. Böyle olabilir diye düşünüyorum.

Güran ailesine yapılan buydu. İnsanlıktan çıkar, şeytanlaştır ve sonra yok et. Yok ettiğinde artık itiraz eden bile kalmasın... Cadı avı. Şunu söylememe izin verin, bunu reyting ya da tıklanma uğruna ve bir çapsızlığın emaresi olarak yapanları bir tarafa bırakırsak, tek tek yurttaşların özel olarak bu amaca saplandıklarını elbette söylemiyorum. Bu sadece bir sosyal medya linç psikolojisi, sanal dünyanın çok tehlikeli bir hal almış “kitle psikolojisi.”

- Yazıda, “Narin’i şu hayatta belki de canından çok sevmiş, korumuş, kollamış olan annesi, daha biricik kızının başına ne geldiğini öğrenmeden ve mezarını bile görmeden evvel, korkunç iftira ve hakaretlere uğramış, evladının yasını tutamadan ‘namusunu aklamaya’ davet edilmiş ve en nihayetinde ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılmış olabilir” diyorsunuz. Ayrıca, “Aslında annenin bu davada bir kurban olduğu düşüncesi başından beri hep zihnimde dolaştı durdu. İçimi kemirdi” de diyorsunuz. Bu kanı ilk olarak ne zaman ve nasıl uyandı sizde?

Açıkçası her ne kadar yazıda başta ben de herkes gibi ailenin suçlu olduğu konusunda çok nettim desem de sonra geriye dönük olarak baktığımda bir ailenin bunu yapabileceğini kolay kabullenemediğimi de görüyorum. Aileler bunu yapmaz diye değil, bir aile çok daha büyük kötülükler yapabilir elbette. Biliyoruz, duyuyoruz. Ama o olay özelinde hissiyatım ilk zamanlar böyleydi. Bilhassa anne konusunda. Örneğin Narin’in köyüne gittiğimde, o köyde bir yabancının çocuğa zarar veremeyeceğine kanaat getirmiş olsam da anne, baba, kardeş filan değildi aklımdan geçen isimler. Gittiğimde henüz Narin bulunmamıştı. Bir haftayı aşkın süre geçmişti ve umutlar azalmıştı. Biz köyden ayrılırken, ağlayıp duran ve fenalaştığı için doktor çağırılan anneye sarıldım ve “Canım benim” dedim. O da bana sımsıkı sarıldı. Çünkü gerçekten acısının ne derece yakıcı olduğunu çok derinden hissettim o gün. Bir de korkusuzluğunu ve onca dedikodu çoktan her yeri sarmışken, başının dimdik duruşunu gördüm. Bir suçu saklayan veya bir suçu olan insan bir köy evinin ortasında öyle korkusuz ve çekincesiz oturamazdı. Hayat bana bu yaşa kadar bir şey öğrettiyse içinde bu da var. Nitekim köyden çıktıktan sonra Narin’in bulunması için çağrı yaparken kaydettiğim videoda da ailenin acısından söz ettim. Baba Arif Güran’la ve Narin’in amcalarından biriyle de konuştum o gün. Hiçbirinin bir yalanı dolanı var gibi görünmüyordu. Çok ama çok kaygılıydılar.

- Yazınızda, “Dahası şimdi Anne Yüksel Güran gibi oğlu Enes’in ve hatta çoğu kişi gibi bana da oldukça sevimsiz görünen Amca Salim Güran’ın da ‘masum’ olabileceğini düşünüyorum” diyorsunuz. Böyle düşünmenize gerçekten ne yol açtı, başta da böyle düşünüyor muydunuz, ne değiştirdi düşüncelerinizi?

Her şeye rağmen, Narin’in cansız bedeni bulunduktan kısa zaman sonra, iyi hatırlıyorum, paylaşılan birçok bilgi de kafama hiç yatmamıştı. Nitekim Gazeteci Ferit Demir’in sosyal medyada yaptığı bir paylaşım altında bu türden bir bilgideki tuhaflığa dikkat çekmiştim. Şimdi bakıyorum ki ta o zaman, Narin’in arkadaşlarından ayrılmasından Eğertutmaz Deresi kenarına bir araba içinde taşınmasına kadar olan o kısacık zaman aralığı dikkate alındığında, bu cinayetin evde işlenmiş olabilmesinin neredeyse imkânsız olduğunu, Narin bir şeye tanık olduysa bunun eve varmadan olmuş olmasının daha akla yatkın olduğunu çok özenli ama açık bir dille o tweet’te söylemişim aslında. Ailenin organize kötülüğüne işaret eden o paylaşıma cevap yazdığımda, Narin’in cansız bedeni bulunalı sadece 3 gün olmuştu. Sanırım o kısacık süreye organize bir aile cinayetinin sığmayacağına sosyal medyada ilk dikkat çekenlerden biri olmalıyım. Nitekim başka bir söyleşide olayın bu şekilde medya yoluyla dramatize edilmesinin tehlikelerine dikkat çekmiştim. Bu paylaşımıma karşı bir cevap ya da yorum yazılmadı.

Başka bir yerdeki görevim nedeniyle, ilk duruşma için Diyarbakır’a gidememiştim fakat o duruşmayla ilişkili haber ve yazıları yakından takip ettim. Öne sürülen iddialar arasında aklıma yatmayan, mantığa sığmayan çok şey vardı, zaten süreç içinde pek çoğunun da ya tümüyle yalan olduğu ya da çok ciddi bir çarpıtma sonucunda zaman ve bağlam değişikliği ile karşımıza geldiği açığa çıktı.

İkinci duruşmada iddiaların birçoğunun artık hiçbir inandırıcılığının kalmadığı açığa çıktı. Ama yine de bu dezenformasyonun ürettiği bilgi aileye karşı öne sürülmekten ya da ima edilmekten imtina edilmiyordu. Bence bu dehşet verici bir şeydi. Dehşet verici olan diğer bir şey de olayı sadece medyadan izlemiş, ilk duruşmada belki yer almış ama esas delillerin uzun süre incelendiği ve önümüze getirildiği ikinci duruşmada hiç bulunmamış, o günkü bir tek savunmayı dinlememiş kişilerin, sadece kısa kararı duyarak adaletten emin olmaları ve hiçbir şekilde başka bir perspektifi görmek istememeleriydi. Oysa ikinci duruşmada zaten birinci duruşmanın bütün iddiaları bütün ithamları savunma tarafından yeniden gözden geçirilip her birinin aslında ne olduğu anlatılmaktaydı. Yine ikinci duruşmaya katılmamış veya sonradan da savunmaları okumamış olan kişiler ya yüz yüze ya da sosyal medyadan yazarak, “Yeni bir delil mi var, ne oldu da fikrin değişti, ailenin masum olabileceğine nasıl ikna oldun” gibi sorular soruyordu. Anlamakta çok güçlük çektiğim bir kayıtsızlık. Ailenin masum olma ihtimaline karşı sürmekte olan bu kayıtsızlık gerçekten dehşet verici...

Kısacası Bianet’te yayımlanan “Narin: Hayatın Olağan Akışında Kaybedilen Hakikat” başlıklı o son yazıyı yazmak da yayımlamak da hakikaten zordu. Çünkü o günlerde televizyon programlarında ve bazı yazılarda Nevzat’ın aldığı cezaya itiraz temelinde kararın adilliği tek tük sorgulanıyor olsa da ailenin tümüyle masum olma ihtimalini, ailenin avukatları hariç, böyle ayrıntılı bir analiz ve yorumla gündeme getiren pek olmamıştı sanırım. Tabii ki insan tedirgin olmuyor değil. Fakat susmak ve düşüncelerimi kendime saklamak elimden gelmedi. Bir ailenin en acılı döneminde eşi benzeri görülmemiş bir adaletsizliğin kurbanı olduğu kanaatine vardıktan sonra öylece oturamazdım. Tedirgindim, fakat ailenin tüm üyelerinin suçsuz olma ihtimalinin olduğundan söz ettiğimden beri, çok sayıda destek mesajı da aldım.

- Fakat siz de ailenin yapmış olduğundan neredeyse emin olduğunuz bir noktaya gelmişsiniz bir ara, yazdıklarınızdan öyle anlaşılıyor. Bunun sebebi neydi?

Narin öldürülmüş halde Eğertutmaz Deresi kenarında bulunduktan sonra öyle acayip, öyle akıl almaz iddialar dolaşmaya başlamıştı ki ilk zamanki duygularımı, düşüncelerimi neredeyse hatırlayamaz hâle geldim sanırım. Süreç içinde artık Salim’le ilgili iddialar, yıkanan halılar, Eğertutmaz yolunda Salim’in arabası vs. bu kadar emin bir biçimde dile getirildikçe, sanırım aile içinde organize bir şey olabileceğini düşünmeye başladım. Sonuçta Narin için adalet istiyorduk ve soruşturma da zaten sürüyordu. Bir dedektif titizliğiyle olayı izlemeyi ve incelemeyi gerektirecek bir şey yoktu ve bu bizlerin işi de değildi. Bu nedenle duyduklarımız üzerinden yorumlamaya başlıyoruz.

Yine de konuyla ilgimi hiç kesmedim tabii. Birikim Güncel’e 30 Eylül 2024 tarihinde yazdığım yazıda zaten böyle bir şey olduysa, olabildiyse bundan sadece aile ya da köy değil, koca bir ülkenin sorumlu olduğunu da ifade etmiştim. Çünkü devletin koruması altındaki “makbul bir ailenin” bir çocuğu katlettiği ve tüm köyün organize biçimde onlarla iş birliği yaptığı düşüncesi hakimiyet kurmuştu. Öyleyse, bu tür bir toplumsal çürüme o köy şeytanlaştırılarak açıklanamazdı.

Tabii ki ülkenin gündemine oturmuş bu korkunç cinayetle gerek bir Diyarbakır Milletvekili gerek bir akademisyen olarak en başından beri çok ilgiliydim. Medya sosyolojisi, çocuk hak haberciliği, medyada kadın temsilleri gibi konular yanında kadına ve çocuğa şiddet de her zaman ilgi alanımdaydı. Kısacası hem bu korkunç cinayetin bir an evvel aydınlanmasını istiyordum hem de olayın sosyal medyada ve tüm ülke gündeminde yer alma biçimi, dili ve bu tarz bir adalet arayışı üzerine düşünüyordum. Fakat nihayetinde hukukçu değilim, dedektif değilim. Olayın cezasız kalmaması için ne gerekirse yapmak ve dayanışma göstermek dışında bir düşüncem yoktu. Ki bunu birçok başka davada da yapıyoruz, yapıyordum. Bu konuyu bu denli günler geceler boyu uykusuz kalarak inceleme ihtiyacı duyacağımı da doğrusu hiç düşünmemiştim. O ara tabii ki özel bir dikkat sarf etmediğinde, yaygın fikirlere de kapılıyor insan. 

- Bu yaygın kanaatlerden tam olarak ne zaman uzaklaştınız?

Başlarda, mahkemenin karar vermesini bu kararın aklımıza ve vicdanımıza sığacak bir karar olmasını bekliyordum. Fakat 3 gün boyunca sabahtan gece vaktine kadar, kısa aralıklarla ayrılmak dışında neredeyse kesintisiz izlediğim Diyarbakır Adliyesi’nde görülen ikinci dava duruşmasında gözümün önünden dehşet içinde bir perde kalktı. Verilen karar hiçbir şekilde doğru ya da adil gelmedi. Aile üyelerinin dinlediğim savunmaları bütün ön kabullerimi yerinden etmişti. Özellikle ailenin avukatlarının çok samimi, bence çok başarılı ve çok inanarak yaptığı savunmalardaki birçok detayı belki pek çok kişi çok dikkatle dinlemeye gerek duymadı fakat ben sürekli notlar alarak dinledim. Nitekim duruşmayı başından sonuna izlediğim hâlde kararın açıklanmasından sonra ne bu konuda bir yayına katıldım ne de sosyal medyamdan bir açıklama yaptım. Çünkü bunca spekülasyon ortasında, acele ile yanlış yapma lüksümüzün olmadığı bir adalet arayışının söz konusu olduğunu düşünüyordum…

Sonraki günlerde hemen birkaç savunmayı doğrudan isteyerek baştan sona okuma fırsatı da buldum. O tarihte Bianet’te yayımlanan metni yazmaya başlamışsam da bu yazıyı gerekçeli karar da çıksın, bir göreyim, bir şeyi atlamayayım diye beklettim. Nitekim gerekçeli karar çıktıktan sonraki bir hafta boyunca hem gerekçeli kararı hem ikinci duruşmadaki okumadığım tüm savunmaları, mahkeme tutanaklarını, eklerini, yani o 950 sayfalık dosyayı satır satır okumuş oldum. Fakat ilginç olan bu yazıyı sosyal medyamda paylaştığımda, paylaşımımın altına, “Neden fikrini değiştirdin, şimdiye kadar ne yaptın” gibi cümlelerle başlayarak sonra işi iftira ve hakaretle yıldırma faaliyetine vardıranların hiçbiri sanırım benim hepi topu 17 sayfa olan yazımı bile okumaya gerek duymamıştı. Oysa okumadığın bir yazı hakkında bu şekilde yorum yapmak problemli bir şeydir. Böyle bir sorumsuzlukla ve tembellikle adalet istenemez bence. Neyse ki çok kişi de hâlâ adaletin peşinde...

Türkiye’de yaygın bir sorun da şu ki birçok kimse kendi “davasında” bir ortaklığa tekabül etmiyorsa, kendinden saydığı kişilerin başına gelmemişse, başkasının uğradığı adaletsizlikle pek empati kuramıyor. Gerek görmüyor buna. Örneğin annenin “namus” demiş olması, o kadının o coğrafyadaki hayat tecrübesi ve kültürüyle hiçbir bağ kurmayan üstenci bir dille mahkûm ediliyordu. Zaten evladının değil, namusunun derdine düştüğü düşünülüyordu. Hem evladına hem uğradığı hakarete üzülme ihtimali sanki hiç yoktu. Aile budur, devlet budur diyen sekter bir yaklaşımla, bir adli vakanın kendine özgü sosyolojisi tümden es geçiliyordu. Fakat ailenin ve devletin ne olduğuna ilişkin teorik bilgi, adli bir vakada, bir ailenin suçsuz olma ihtimalini tümden askıya alacak biçimde yorumlanıyorsa vay halimize.

Mesela bu konuda birçok kötü örnek gözümüzün önünde olduğu halde, suçsuz olma ihtimali çok yüksek olan Enes’in ya da annenin cezaevinde başına gelebilecek bir kötülüğü tahayyül edemiyor kimse. Bu düşünce çoğu kişiyi rahatsız etmiyor. Hatta bundan, yani başlarına çok kötü bir şey gelebileceğinden, suçlu olduğunu varsayarak, çok rahat bir ihtimal olarak söz edilebiliyor. Dediğim gibi ikinci duruşmanın hiçbir savunmasını dinlemediği ya da okumadığı halde, ilk duruşmada duydukları ile yetinen ve başka bir cümle bile duymaya tahammülü olmayan çok kişi var. O zaman aslında demek ki ilk duruşmaya da gerek yoktu. Öyle ya, merkez medya seçip ayıklayarak her şeyi önümüze koymuştu nasılsa. Birdenbire herkes, siyaseti tümden rehin alan yargıya ve bir dezenformasyon imparatorluğu olan medyaya güven duymaya başlamıştı!

Üzücü olan diğer bir konu da bu aşırı dramatize edilmiş medya ortamında ve ağır spekülasyonlar karşısında, artık sadece alternatif medya tabir ettiğimiz mecralarda çalışan ve işini ciddiyetle yapan iyi gazeteciler Narin Davası duruşmalarına ve olayı özel olarak inceleme çabasına bir parça mesafeli oldu. Böylece bu tecrübeden de kısmen mahrum kaldığımız bir “adalet arayışı” söz konusuydu. Bu anlamda da bu konuda bir siyasetçi olarak söz almak zordu tabii.

- Narin cinayeti konusunda toplumun büyük bir bölümü anne, amca ve abinin cezalandırılmasını doğru bulsa da cinayetin nedeninin aydınlatılamadığı konusunda hemfikir. Zaten Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi’nin gerekçeli kararının değerlendirme bölümü de “nedeni bulamasak da failleri bulduk” diye başlıyor. Cinayetin nedeni biliniyor mu? En azından bir tahmin var mı?

Şimdi sorun tam da burada başlıyor. Tabii ki nedeni bulamamış olan faili de bulamaz. Oysa failin kim olup kim olamayacağıyla ilişkili eleştirel bir aklı devreye sokmak gerekir. Öyle bir akıl kaldıysa tabii. Tahayyül etmek dediğim şey bu. Muhakeme yürütmek. Görünmeyeni görünenlerde sezmeye çalışmak. Bu aynı zamanda ahlaki bir seçim yapmak anlamına gelir. Tahayyül Gücünü Yeniden Düşünmek adlı eserde, Kant’ın, tahayyül kudretinden yoksun bir aklı ölü bir akıl olarak gördüğü, yine aynı eserde basitçe ifade edersek, tahayyül gücünü̈, bizzat mevcut olmayan bir nesneyi sezgide temsil etme yetisi olarak değerlendirdiği belirtilir. Aynı eserde Agnes Heller’in de ahlakın evrensel yön tayin edici ilkesinin “özen” olduğunu söylediği ve özeni en temel şey olarak değil de yönümüzü tayin eden bir ilke olarak tanımladığı hatırlatılır.

Kısacası Narin olayında karşı karşıya kaldığımız kısa karar ya da gerekçeli karar en sonunda bizi korkunç bir cinayetin esasen nedensiz olduğu bilgisiyle baş başa bırakıyorsa, burada bir özensizlik, olaya ahlaki bir sorumlulukla eğilmekte bir noksanlık olduğunu da görebilmek gerekir. Nitekim ailenin avukatlarından birinin istinaf dilekçesinde belirttiği gibi, elbette nedensiz cinayetler de vardır ancak bunlar genellikle tek kişinin eylemleridir. Üç kişi bir araya gelip nedensiz bir cinayet işlemez. Nedensiz bir aile cinayeti olmaz... Kısacası böyle organize olduğu iddia edilen bir aile cinayetinde nasıl olur da bir neden bulunamaz diye durup düşünmek, özenle düşünmek ve sorumlulukla incelemek gerekir. Eğer bunun üzerine bir söz üretiyor ve kendimize bu cinayetin aydınlatılması ile ilişkili bir sorumluluk tanımlıyorsak.

Evet pratik bir neden, bir çıkar, muhakkak bir şeyi gizlemeye dair ciddiye alınır bir kanaat olması gerekir. Nitekim bu neden aranırken anne ile amcanın ilişkisi ile başlandı, toplu mezarlara kadar gidildi. Hiç ama hiçbiri doğrulanmadı. Çünkü doğru değildi.

Şimdi böyle, zaten diyelim ki cinayetin nedeni organize bir silah kaçakçılığı, faali meçhuller vs. ile ilişkili bir şey filan olsa, avuç içi kadar yerde bütün bakanlar ve milletvekilleri filan oraya yığılmışken bunun ortaya çıkmaması mümkün mü? Çıkmamasının bir tek gerekçesi olabilirdi, “Ailenin korunuyor olması”. Nitekim iddia da buydu. Fakat ortaya çıkan sonuçta gördük ki aile çırılçıplak ortada ve kendi trajedisiyle baş başa. Ne koruyanı var ne de başka bir şey. Aile gerçekte hiçbir şekilde güçlü bir aile gibi görünmüyor. Çoluk çocuk çalışan, didinen bir aile. Enes 18 yaşında, özel Fen ve Teknoloji Lisesi’ndeki eğitimini parasızlık nedeniyle bırakarak çalışmaya başladığını söylüyor. “Okula gidebilecek ayakkabım yoktu” diyor. Her aileye düşen 350 dönüm tarla dışında bir şeylerinin olmadığını, tarla denen şeyin satılıp para yapılamayacağını filan anlatıyor. Bunu o kadar içten anlatıyor ki... Belki okulu bırakmasının başka nedenleri de var fakat bize neredeyse “sapkın, uyuşturucu bağımlısı, cani vs. vs.” olarak gösterilen bu çocuk o yaşta sigortalı kayıtlı kuyutlu çalışan bir çocuk. Vinç operatörlüğü yapıyor. Savunmasında söylüyor, o gün de gece saat 01.30 civarı Malatya Arguvan’daki işinden eve gelmiş. Benim en şaşırdığım şey ise daha sadece birkaç gün evvel gerekçeli kararın ekindeki 950 sayfa savunmanın ve beyanın büyük kısmını yeniden okurken, bu çocuğun aslında uyuşturucu, esrar gibi bir şey kullanmadığını, madde bağımlısı filan olmadığını tam kavrayamamış olduğumu fark etmemdi. Medya resmen zihnimize kazımış bunu. Oysa anlaşılıyor ki daha 7 Kasım’daki ilk duruşmada çocuğun uyuşturucu vs. kullanmadığı doktor raporuyla belgelenmiş. Bu yönden “temiz olduğu” belgesi dosyaya girmiş. Koskoca dosyada bu konuda hiçbir itham yok. Ama bu imalar ikinci duruşmada da havada dolaştırılıyor. Örneğin Enes arkadaşlarıyla sigara içtiğinden söz ediyor. Mahkeme Başkanı “Diyarbakır’da sigara esrar olarak da bilinir, normal esrar değil, düz sigaradan bahsediyorsun. Bildiğimiz. Tamam.” diyor. Çocuk bu imayı bunca şeyden sonra bile anlamıyor. Sigara içiyorduk annem “Ciğerlerinize yazıktır” dedi diye devam ediyor.

Yüksel Anne de “Çok fakirlik çektik ama şimdi büyük çocuklar çalışıyor durumumuz biraz iyidir” diyor. Eğer ailenin hiçbir şekilde korunmadığını görebilirsek, ortaya çıkarılacak, ne olduğu bilinmeyen ve bilinmediği hâlde gerekçeli kararda da akıl almaz biçimde zikredilen cinayetin arkasındaki “asıl maksat” diye bir şey olmadığını da anlarız. Devletin korumadığı bir ailenin ortaya çıkarılamamış bir “asıl maksadı,” “asıl bir cinayet gerekçesi” olamaz. Olamaz. Pratikte bir şey bulamıyorsanız, teorik düzeyde, düşünsel düzeyde muhakeme yürütmek zorundasınız. Muhakeme yürüttüğünüzde de bunu anlarsınız.

“Aile üyelerinin tahliyesini bekliyorum, ama…”

- İstinaf sürecinde ne bekliyorsunuz?

Nedensiz ve somut delilsiz olarak bin türlü eziyet altında tutuklu bulunan aile üyelerinin tahliye edilmelerini umuyorum tabii ki. Narin için adalet isteğim çerçevesinde umudum da bu. Fakat şu da bir gerçek ki, aile artık hepsi tahliye bile edilse, yarı ölüye dönmüş durumda. Tahliye ihtimali, idama mahkûm edilmiş ve son dakikada affedilmiş Dostoyevski’nin durumunu hatırlatıyor. Julia Kristeva Kara Güneş isimli kitabında bu konuda şu çok etkileyici yorumu yapar. Dostoyevski’nin idama mahkûm olmakla bir anlamda duygusal olarak zaten öldüğünü söyler. Bağışlanmak da arkada yoğun bir melankoli bırakacaktır. Yazar, önceden tahayyül edilmiş, diğer bir deyişle önceden yaşanmış bu ölümün ardından gelen bir bağışlamanın, bu ölümü gerçekten iptal etmiş olması, onu silmesi, mahkûmu mahkum edenle barıştırmış olması mümkün müdür diye sorar. Bence de mümkün değil...

Karar duruşmasının öğleden sonrasında aşağı yukarı sonuç belli olduğunda aile üyelerinin hâlini gördüm. O suskunluğu, o yoğun ve güçlü itirazla dolu sapsarı yüzlerini gördüm... Tahliye edilseler de nasıl affedecekler? Evet suçsuz yere cezaevinde yatan çok kişi var, fakat kendi evladını ya da kız kardeşini, yeğenini korkunç bir şekilde katlettiği gerekçesiyle sonsuz ağır bir muameleye uğramış, tahayyül edilemez bir acıyı, yine tahayyül edilemez bir eziyet ve hatta işkence altında yaşamaya mahkûm edilmiş bu ailenin payına düşen türden haksız mahkûmiyet de azdır. Bu hukuksuzluk üzerine hiçbir olay da çıkarmadılar, ne içeridekiler ne dışarıdakiler... Devlete ve yargıya güvenmeye devam ediyorlar. Diyarbakırlı bir arkadaşım bu konudaki düşüncelerimi paylaştığımda, “Devletçi ama güç sahibi olmayan Kürtler kadar sahipsizi yok” demişti. Tabii ki bunun gerçekten böyle olabileceği ancak işler ters gittiği ve böyle bir nefretin nesnesi oldukları zaman anlaşılabilir. Sanırım onların yanında durma isteğimi pekiştiren bir ifade oldu bu. Kaldı ki, öyle angaje ve istikrarlı bir devletçilik ya da AKP’lilik de söz konusu değil. Her köy gibi Tavşantepe köyünde ve oradaki her aile gibi Güran ailesinde de farklı politik görüşler muhakkak var. Üstelik böyle trajik bir hikâyede bunun hiçbir önemi de yok.

“Ağır dezenformasyon ve medya manipülasyonu”

- Mahkeme, failleri başta daraltılmış baz kayıtları olmak üzere pek çok kanıtın bir arada değerlendirilmesiyle bulduğunu söylüyor, gerçekten öyle mi?

Hayır kesinlikle değil. Zaten daraltılmış baz kayıtlarının doğruluğunu ancak kısmen kabul etmiş bir gerekçeli karar söz konusu. Uygun gördüğü yerde kabul ediyor. Uygun görmediği kişiyi aynı yerlerde bulunduğu hâlde kayıtlarda göstermiyor. Öyle tuhaf ki, evdekiler bir yandan ahırdan eve uzayarak sürdürülmüş bir cinayeti gerçekleştirip, ahırdan eve ya da bir odadan diğerine ellerinde telefonla koşturmuş görünüyorken, işe yaramıyorsa en lüzumlu yerde telefonu bırakmış ya da kapatmış sayılıyorlar. Sonuçta daraltılmış baz çalışması raporu da ağır dezenformasyon ve medya manipülasyonu altında hazırlanıyor... Bu konuda başka da bir şey söylemiyorum. “Delil” olduğu öne sürülen diğer şeyler hakkında da ailenin avukatlarının İstinaf başvuru dilekçelerinde açıklananlar çok önemli ve her şeyi ortaya koyuyor. O başvurularda delil olduğu varsayılan her iddia, her belge ve bilgi son derece açık, mantıklı ve tutarlı biçimde elimine edilmiş. Öyle ki zaten bunların hemen hiçbirine gerekçeli kararda da yer verilememiş. Olsa zaten o delillerin hiç değilse önemli bir ikisine, en azından bu kadar tuhaf bir gerekçeli karar olamaz dedirtmemek adına o kararda da yer verilirdi.

İstinaf başvuruları Nevzat Bahtiyar’ın toplamda tam 7 kez çok ciddi ve çok vahim ifade değişiklikleri yaptığını da tek tek dosyada sunulmuş belgeleri ve tutanakları inceleyerek ortaya koyuyor. Burada bir kısmına değinebiliriz ama tümünü değerlendirmek imkânsız.

- Sonuç olarak siz de yazınızda, “Gerekçeli kararın yayınlanmış olması bu olasılığı ortadan kaldırmadı. Bundan da öte, üç aile üyesine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilmesine yol açan en güçlü delildeki, yani geçmişe dönük daraltılmış baz çalışması ve HTS sinyal kayıtlarındaki inanılmaz mantıksal çelişkiler bu kanaatimi daha da güçlendirdi” diyorsunuz. Yorumunuzun kaynağı da bu kayıtlara geçmiş ifadeler ve sunulmuş belgeler, öyle mi?

Evet, her şeyden evvel uzmanlar geriye dönük olarak daraltılmış baz çalışmasının veya HTS sinyal kaydının böyle odadan odaya geçişi takip edebilecek düzeyde yapılmasının mümkün olmadığını söylüyor. Yine savunmalardan birinde çok iyi ifade edilen bir konu var. Bu tür bir çalışma yapılacaksa da bu durumda üç aile üyesi ve Nevzat ile sınırlı olmamalıydı. En azından Salim o saatte evinde olduğunu söylüyorsa, Salim’in evindeki diğer aile üyelerinin de o esnada nerede görüldüğü de bir tür sağlama yapmak üzere olsun, tespit edilmeli ve karşılaştırmalı biçimde raporlanmalıydı. Keza Nevzat’ın karısının da o anda nereden sinyal verdiği ve bu sinyalin diğer tespitlerle tutarlı olup olmadığı tespit edilmeye çalışılmalıydı. Çünkü 100 metre mesafe üzerindeki üç ayrı ev söz konusu; sırasıyla Arif’in, Salim’in ve Nevzat’ın evleri.

Aynı tutarsızlıklar kamera kayıtları ile HTS sinyal kayıtlarını birlikte düşündüğünüzde iyice derinleşiyor. Örneğin, iyileştirilmiş kamera görüntülerinde tespit edilen ve insan olduğu güç bela anlaşılan bir karaltının, evinin yolunu tırmanan Narin olduğuna kanaat getirilirken, eve giden Narin’in katledilmesinin ardından HTS sinyal kayıtlarına ve kendi ifadesine göre -kısa süre sonra- aynı yolu tırmanan Nevzat, o kameranın görüş alanına nedense hiç giremiyor...

Nevzat eve giderken sinyal veriyor, evin içinde ve dışında sinyal veriyor. Sözüm ona Narin’in cansız bedeni kucağında, köyün orta yerinde ve her taraftan görülebilecek bir tepeden ferah feza aşağıdaki ahırına dönerken de veriyor. Fakat neden karaltı hâlinde bile olsa ne Nevzat ne kendisinin ardından geldiğini iddia ettiği Salim Narin’i gördüğü varsayılan kameralara hiç görünmüyor?

- Narin’in nerede olduğu aranırken askeri ve sivil kameraların izlenmemesi büyük bir soru işareti yaratıyor. Bu kadar geniş çaplı bir arama yapılırken nasıl olur da bu görüntülere bakılmaz? Bu görüntülerin ne kadarının kurtarıldığı belli mi?

Olay uzun süre jandarma kontrolünde yürütülüyor. Bu tür bir olay yeri inceleme tecrübesi olmayan Jandarma’nın delilleri sağlıklı bir biçimde toplamak bir yana niyet bu olmasa da var olana da zarar veren bir çalışma yaptığı anlaşılıyor. Nitekim daha bugün Jandarma’nın bu zaaflarını ve soruşturmaya verilen geri dönülemez zararı da kapatamıyor olmaktan kaynaklandığını düşündürtecek biçimde, Narin Günay cinayeti davasında 8’i tutuklu 12 sanık için “suçluyu kayırma” suçundan 5 yıla kadar hapis cezası istemiyle yeni bir iddianame hazırlandı. Buna karşılık, iyi bir gelişme olarak bugün Narin’in yengesi Hediye Güran ile Salim’in işçisi 15 yaşındaki Ramazan Altınsoy tutuksuz yargılanmak üzere tahliye edildi.

Tekrar kameralara dönelim, Amca Salim Güran kameraların tepeyi çok iyi gördüğünü, “tepede kör nokta olmadığını” söylüyor. Fakat anlaşılmaz bir biçimde esas tepeye hâkim olan kamera incelemesi saat 18.00 sonrası yapılıyor anladığım kadarıyla. Sözüm ona çocuğun kaybolduğu saate ilişkin farklı ifadeler nedeniyle, 18.00’den sonra kaybolduğu düşünülerek bu yapılıyor. Ayrıca tepede güneş olduğu için bir şey görünmediği söyleniyor filan. Olayın aydınlanmasına çok büyük katkısı olacak çiftlik kamerası kayıtlarına ise 19 gün boyunca hiç bakılmıyor. Nevzat’ın yakalanmasına imkân veren kamera bu. Bu kameraya tam 19 gün sonra bakılıyor. Askeri kamera, Dara-2 kamerasına da yine İstinaf başvurularında da belirtildiği üzere, 19 gün sonra bakılıyor. Dönen kameralara yine ilk kez 8 Eylül’de bakılmış ve bu kameralar da 15 gün kayıt tutabiliyor. Bu arada görüyorsunuz ki ilk günden beri okul kamerasına koşturan, farklı yerlerdeki kameralardan medet uman ve görüntülere ulaşmak için deli gibi çırpınan hep aile olmuş...

- Narin, görmemesi gereken bir şeyi görmüş olabilir mi? Bu teori kanıtlanabildi mi?

Hayır bence asla kanıtlanmadı, hangi ihtimal düşünülse, ya sanık avukatlarının paylaştığı bilgiler ışığında ya katılan avukatları ya da Nevzat Bahtiyar’ın avukatlarının sorgularında çürütülüyor bu. Daraltılmış bazı esas aldığımızda da bu konuda çelişkiden başka bir şey kalmıyor elimizde. Olay yerinde Salim Güran var, Enes var ve Anne var. Salim’in oraya kaçta intikal ettiği konusunda söz konusu baz çalışması verilerini dikkate alırsak zaten o görülmemesi gereken şeyin içinde olamıyor. Zira cinayete çok yakın zamanda, aşağı yukarı aynı dakikalarda oraya intikal etmiş durumda. Enes ve anne var evde. Başka kimse yok. Başka birisi olduğunu ne Nevzat ne baz kayıtları ne başka kimse de iddia etmiyor zaten. Devam etmekte olan diğer dava süreci sonuçlandığında, yeni bir bilgi açığa çıkarsa o zaman bunlar yeniden değerlendirilir. Ama olsaydı sanırım buradaki sonuca da etki etmesi veya nasıl etki ettiğini bizlerin bilmesi gerekirdi.

“Çürütülen saçma teorilerden bile kimse vazgeçmedi”

- Gazetecilerin önemli bir bölümü, köylülerin söylediklerinden hareket ederek canlı yayınlarda yorumlar yaptı. Gerekçeli karar bize söylediklerinin tanıklık değeri olmadığını gösteriyor. Soruşturmayı bu söylentiler sizce ne kadar etkiledi?

Çok. Soruşturmayı onlar yönetti desek, medya manipülasyonu ve dezenformasyon yönetti desek yeridir. Ortaya atılan en saçma teoriden yüz kez çürütülse bile kimse vazgeçmedi. Post-truth her şeyi ele geçirdi.

- Anne, gerçekten oğlu Enes’i korumak istiyor olabilir mi? Sizce neden durmadan, henüz Narin bulunmamış olmasına rağmen öldüğünden bahsediyor? Neden durmadan koruyucu yönde ifadeler veriyor?

Bunları yazımda da belirttim. Anne bunu oğlu zaten artık ağır biçimde suçlanıyorken söylüyor. Onun bunu ilk gün söylediğini iddia eden de sadece Gazal Bahtiyar, Nevzat’ın eşi yani. Doğru söylemiyor. Bu ifadeleri medyadan duyup daha sonra Nevzat yakalandığında ve kendisi de 19 gün sonra ilk kez, “Yüksel Güran kızının kaybolduğunu anladığında ne yaptı, onu ilk nerede gördün” gibi sorularla muhatap olduğunda söylüyor. Sanki anne Yüksel evden “Kızım kayıp” diye kendini attığı anda bunu söylemiş izlenimi yaratıyor. Onun böyle başka ifadeleri de var ve Gazal Bahtiyar anladığımız kadarıyla yanıltıcı bilgi vermekle suçlanmıyor, bu konuda zanlı muamelesi görmüyor. Yüksel Güran’ın zaten kameralara bunları söylemesinin bir bağlamı var, köye giren yabancı araçlardan söz ediliyor, çocuğunun kaçırılmış olduğunu düşünüyor. O ağıt yakma geleneği içinde söylediği sözler bunlar.

Enes ilgili sözleri de sonraki günlerde söylenmiş sözler. Enes sorgu esnasında ciddi biçimde kötü muamele ve eziyet görüyor. Sonraki günlerde cezaevinde adını söylemeye korkar hâle geliyor. Anne de ilk günden Enes’in etrafında gelişen söylentilerden ve başına gelebileceklerden haberdar ve bütün bunlarla ilişkili olarak bu sözleri söylüyor. Burası çok açık. Annenin bütün ifadelerinin böyle bağlamları var. Zaten büyük değişiklikler de yok ifadelerinde. “Terlik bulduk” diye bir fotoğraf atılıyor onlara, Yüksel terliği renk, şekil vs. bakımından aynı olduğu için kızının sanıyor fakat görür görmez “Bu onun değil” diyor. Numara farkını ilk söyleyen o oluyor. Fakat görmeden evvel fotoğrafa bakarak söylediği akılda kalıyor ve gerçek feci biçimde çarpıtılıyor.

Fakat mahkemede dikkatimi çekmişti. Salim Güran’ın sorgusunda bir avukat “Şerif Güran’la tam beş kez, toplamda 353 saniye boyunca görüşmüşsünüz” diye soruyor. Ki zaten bunu Salim Güran’ın kendisi de söylüyor. Ama öyle bir vurgu var ki 353 saniyenin aşağı yukarı 6 dakikaya değil de sanki 6 saate denk düştüğü izlenimine kapılıyor insan. Tam üç yüz elli üç saniye... En sıradan şeyleri bir tekinsizleştirme hâlidir gidiyor kısacası.

Sanıkların çoğu, olayla ilgili olarak günler sonra sorgulanıyor. Sıradan bir gün gibi başlamış oldukları ve geride bıraktıkları bir gün, olaydan günler sonra adeta saliselerine ayrılıyor, aldıkları nefesi açıklamaları gerekiyor. Narin’in kaybolduğunu duydukları akşam saatlerinden sonra hatırladıkları şeyler belki daha belirgin, fakat öncesinde, sıradan bir köy gününde, kim kimi kaçta görmüş, nerede görmüş, kim evden ne zaman çıkmış bunu çok iyi hatırlayamadıkları oluyor. Üzgün ve şaşkınlar. Ağzını açan herkes, “Aileyi aklamaya çalıştığı” yönündeki saldırılara maruz kalıyor. Korkunç bir şey...

Yüksel Güran buna rağmen o mahkeme salonunda dilinin yettiğince ki yetmiyor ve konuşmaktan hiç korkmadan, hiç “Aman yanlış bir şey söylerim” demeden anlatıyor anlatıyor... Ailenin tüm üyeleri kendini paralıyor anlatmak için. Sonra dışarı çıkıyorsunuz, peki öyleyse neden konuşmuyorlar deniyor! Yüksel Güran kızını arayışını anlatırken, dilsizliğini yırtmak isteyen bir çığlık gibi konuşuyor. Dava dosyasından notlarıma eklediğim bir konuşmasını buraya koyalım isterim. Şöyle diyor:

Bilmiyorum. Ben bağırarak, çağırarak kapıyı, pencereyi, caminin kapısını vuruyorum. Narin nerede? Gelin caminin kapısını açın. Ben diyorum, cami inşaattır. Belki Narin bir yere düşmüştü. Baktım yanımda dedi, Yüksel abla, Narin 6'da buradadır. Hülya Komutan, biz kanıtlı gelmişiz, saatte bakmışız. Saat 5'e ne kadar mobese kamera çıkıyor, İsa Kaya köye giriyor. Sonra dedi, bu şahitler yalan. Hepsi siz tutmuşsunuz. Muhtar tutmuş. Yani bize, üstümüze bizi başka bir yere göndermişler. Dedi 7'de olmuş. Hep üstümüze atıyorlar. Önce çocuklar yalan söylemiyor. Olay 7'de olmuş. Sonra dedi ahırda olmuş. Sizin yüzünüzden kötü şey söylemiyorum. Bu çıkmış evi içine atıyorlar. Nereye atıyorlar? Benim üstüme, benim çocuğumun üstüne atıyorlar. Yemin ederim biz Narin'i görmemişiz. Yemin ederim Narin'in tırnağını dünyaya veremiyorum.”

...

Yakın zamanda, ilk fırsatta Narin’in annesi Yüksel’i Erzincan’da ziyarete gideceğim...

- Gerekçeli kararda neredeyse hiç üzerinde durulmamış ancak Narin’in üzerinde PSA (cinsel istismar bulgusu) bulundu. Buna rağmen adli tıp, sperm kalıntısına rastlanmadığını, PSA’nın da kadınlarda da olabileceğini, bununla birlikte idrar ya da meniden kaynaklı olabileceğini, ceset üzerinde cinsel istismar araştırması yapılamadığını raporladı. Ancak Narin 8 yaşında bir çocuk. Yetişkin bir kadın değil. PSA üzerine sizce yeterince gidildi mi? Narin, cinsel istismara maruz kalmış olabilir mi?

Olabilir, bu çok muhtemel. Narin hayattayken sanki buna fırsat olmamış gibi görünüyor. Çocuk dakikalar içinde katledilmiş. Fakat çocuğu dereye taşıyan aracın orada dere kenarında geçirdiği 38 dakika 11 saniye, birçok şey düşündürüyor maalesef. Çocuğun iç çamaşırında ve vajina bölgesinde bulunuyor PSA. Yani başka bir yerden, evde tanık olduğu iddia olunan olayla ilişkili boğuşmadan filan bulaşması ihtimali de yok. Öyle bir şeye tanık olduğuna dair en ufak bir emare olmaması da cabası. Evde bir şeye tanık olduysa ve bu yüzden dakikalar içinde üç aile üyesinin iş birliği ile öldürüldüyse zaten evde bir istismar söz konusu olamaz. Gerekçe bambaşka çünkü.

Kısacası bunun evde olmadığı da açıkça anlaşıldığından mıdır nedir, PSA bulgusu üzerine hiç gidilmedi. Gerekçeli kararda PSA bulgusuna yer verilmedi.

“PSA bulgusu tamamen es geçilmiş”

- Siz bu noktadan hareketle bir soru ortaya atıyorsunuz… Narin’in cesedini sakladığını kamera kayıtları ortaya çıkıp gözaltına alınınca itiraf eden Nevzat Bahtiyar’a işaret ederek, “Enes ya da amca Salim, Narin’i bir şeye tanık olduğu için eve varışını takip eden kısacık zaman diliminde (8 dakika) ve panik içinde hem öldürüp hem aynı anda istismar etmiş mi oluyor? Yoksa Nevzat, Narin’in cansız bedenini Salim Güran’dan tehdit altında ve korku içinde gömmek üzere aldıktan sonra, dere kenarına götürüp gömmeden evvel istismar mı ediyor? Bu durumda da aslında tehdit altında bir çocuğun katline ortak edilmiş, korkmuş ve de yıllardır zaten Güran ailesi tarafından sindirilmiş bir adamın hem bu istismarı yapabilecek sükûnete kavuştuğuna hem sonra gidip köyde hiçbir şey olmamış gibi baldızına uğrayıp çay içtiğine ve sabahtan eşiyle birlikte planladığı gibi oradan peynir alarak eve döndüğüne mi inanacağız?” diyorsunuz. Bu sorular tartışıldı mı mahkemede?

Sanık aile üyelerinin avukatı, özellikle Onur Akdağ bunu hem duruşmada hem İstinaf dilekçesinde gündeme getirmiş. Aynı avukatın mahkemede bu konuda Nevzat’a yönelttiği sorulara bir noktada müdahale edildi. Dediğim gibi, gerekçeli karar PSA bulgusunu tamamen es geçmiş. Bu da çok ilginç gerçekten. Bu nedenle istinaf dilekçesinde bundan söz ediyor ve PSA’nın vajen bölgesi ile iç çamaşırı gibi mahrem bölgesinde bulunmasının anlamını sorguluyor.

- Yine yazınızda, “Hayatın olağan akışına daha fazla uyan senaryo şu olamaz mı acaba? Sadece farazi bir senaryo olarak bir an bu perspektiften de bakamaz mıyız? Nevzat, evine ulaşmak üzere patika yola saparak (saat 15.11’de) arkadaşlarından ayrılan Narin’le bir iki dakika içinde karşılaşıyor… Nevzat hep aynı yoldan geçen Narin’i o gün de görüp, artık önceden tasarlamış mı tasarlamamış mı bilemeyiz ama anlık dürtüsel bir davranışla ya da aileye yönelik haset ve hasmane duygularla bir anda çocuğu kendi evinin ahırına/arkasına sürüklemiş ya da bir şeye bakmak üzere kendisiyle gitmeye ikna etmiş olamaz mı? Dahası, çocuğun direnmesi ya da çığlıklar atması üzerine bu saldırı hızla bir cinayetle sonuçlanmış olamaz mı? Narin’in cansız bedenini dere yatağına gömdükten sonra yaptığını söylediği şeylerdeki (köye gitmek, çay içmek, peynir almak gibi) rahatlık, Nevzat’ı korkutulmuş ve suça iştirak ettirilmiş zavallı bir adam olmaktan çok, böyle bir karaktere daha fazla yaklaştırmıyor mu? Ortadan kaybolmadığı ve aileye destek olduğu için ailenin hiç şüphelenmediği Nevzat’ın, 19 gün boyunca ahırda ya da evinde bütün delilleri de ferah feza karartmış olma ihtimali yok mu? Bunların hepsi sadece birer soru. Düşünülmesi ve sorulması gereken sorular, nitekim mahkemede de soruldu” diyorsunuz. Ne yanıtlar verildi bu sorulara… Üzerine yeterince gidildi mi?

Bunlara bir yanıt maalesef verilmedi. Nevzat’ın Narin’e karşı, onu öldürmesine yol açabilecek bir husumetinin olmadığı söylendi. İnsan elbette düşünmeden edemiyor, çocuk katillerinin her birinin o çocuklara ya da ailelerine illaki bir husumeti mi vardı? Üstelik burada aileyle bir husumet olduğunu da anlıyoruz. Aile öyle ifade etmiyor olsa bile anlıyoruz. Çünkü Nevzat, Arif Güran’a, yani Narin’in babasına, çalıntı araba satmasıyla başlayan süreçte, en nihayetinde uzun pazarlıklar sonrasında sorumluluğunu ve borcunu kabul etmiş görünmüş. Sorun yok demiş. Aile de buna ikna olmuş ama yine de son üç ay, Nevzat’la ilişkisi daha iyi olan Amca Salim Güran bile onu bir kez olsun aramamış. Nevzat’ın bu konuyu gerçekten geride bırakıp bırakmadığını da çocuğu istismar edip etmediğini de yargı süreci açığa çıkarmıyor kısacası. Zaten mahkeme bu ikinciyi bir ihtimal çerçevesinde bile gündemine almıyor desek yeridir. Sadece sanık aile üyelerinin avukatlarının soruları bu ihtimali aklımıza getiriyor.

Nevzat üstelik her defasında “Salim öldürdü bana verdi” dediği için bu ifade büyük bir tutarlılık olarak görüldü! Olayın başlangıcına ilişkin, yani cesedi nerede ve nasıl aldığına dair onca çelişkili ve yalan ifade teğet geçildi. Diğer ailenin hayatı didik didik edilirken, Nevzat’ın karısı ile ilişkili en ufak bir ima bile, “O şüpheli değil” diye geri püskürtüldü. Nevzat’ın kendisi de zaten aile üyelerinin aksine çok ketumdu ve bu ketumluk kendini iyi ifade edememekle ya da “zaten az konuşuyor” olmakla da açıklanamayacak türden bir ketumluktu. Çok şeyi hatırlamıyordu! Hatırlamadığı şeylerin çoğu, elinde taşıdığı ölü bir çocuk bedeniyle ilgili ayrıntılardı. Öyle, şunu o gün saat kaçta gördün, şu kişi ne zaman oradan ayrıldı sorularının cevabını hatırlamamak gibi değildi.

- Gerekçeli karar bize bütün yaşananların 8 dakikada olup bittiğini gösteriyor. Siz de yazınızda ısrarla bunu vurguluyorsunuz… Gerçekten bütün bunlar 8 dakikada olamaz mı, bu senaryoda gerçekçi bulmadığınız kısım nedir? Narin’in görmemesi gereken bir şeyle karşılaşmış olabileceği ya da önceden bildiği bir şeyi o sırada dile getirmesi ve öldürülmesi mümkün değil mi? Anlık işlenmiş ya da tasarlanmış bir cinayet, 8 dakika senaryosuna neden oturmuyor? 8 dakikada ahırda öldürülmeye başlanıp eve getirilmesi mümkün değil mi? Cesedin saklanması dahil yarım saatlik bir zaman söz konusu… Yeterli değil mi?

Değil bence. Akla mantığa sığmıyor. Zaten sığmadığı içinde hemen herkes aile avukatları bile bu süreyi 17 –19 dakika filan olarak telaffuz ediyor. Oysa kamera ve baz kayıtlarına göre, Narin olduğuna kanaat getirilen karaltının ahırın önünde belirmesi ile Nevzat’ın çocuğun ölü bedeninin yatırıldığı “boş odada” belirmesi arasında tam 8 dakika var (yanlış anlaşılmasın, elbette ben zaten bu teorinin doğru olmadığını ve Narin’in eve hiç varamadığını düşünüyorum). Gerçi bu karaltıyı tespit ettiği iddia olunan iyileştirilmiş kamera kaydının bir 6 dakika kadar geri olduğundan da söz ediliyor ki bu da işleri iyice karmaşık hâle getiriyor. Zira bu durumda da Narin’in bu kez arkadaşlarından ayrıldıktan sonra 50 saniyede ahırın kapısında belirmesi gerekiyor ki yokuş yukarı koşsa bile bu mümkün görünmüyor. Bu 6 küsur dakikayı da ekledik diyelim, bütün olay 14 – 15 dakikada oldu desek bu da mümkün değil. Bence hiç kimse bu tasarlanmamış cinayetin şokunu üzerinden atıp çocuğu teslim etmek üzere bir yabancıyı 10. dakikada koşup çağıramaz. Öyle ya bu 8 ya da 15 dakika içinde bu da var. Salim’in çıkıp Nevzat’a seslenmesi, onun da yukarı gidip eve girmesi. Hiç değilse 2-3 dakika sürmüştür değil mi?

“Aile ilk dakikadan itibaren sosyal medya zorbalığı altındaydı”

- Ailenin AKP’li olması, köyde Hizbullah mezarları bulunduğu, AKP’lilerden gelen “söyleyemediklerimiz var” açıklamaları, bunlar ne anlam ifade ediyor?

Artık hiçbir şey ifade etmiyor. Bilhassa köyün Hizbullah köyü olma mevzusu hiçbir şey ifade etmiyor bence. Bir 32. Gün programına dayanarak bu iddialar güçlendirilmişti. Fakat orada sözü geçen köyün burası olmadığı net bir şekilde ortaya çıktı. Zaten ailenin fotoğraflarına bakarsanız, birkaç fotoğrafa, bilhassa anne ve Narin’in fotoğraflarına bakarsanız, Hizbullah’la filan bir ilgilerinin olmadığını her şeylerinden anlayabilirsiniz bence.

AKP’liliğe gelince Aile AKP’li olabilir de olmayabilir de. Bu konuyu inceleyenler köyden farklı dönemlerde farklı partilere oy çıktığını söylüyor. Örneğin ailenin HÜDA PARlı olduğu iddialarını HÜDA PAR milletvekili ve eski Diyarbakır İl Başkanı Faruk Dinç yalanlıyor. Narin’in ailesinin hiçbir üyesinin HÜDA PAR’la bir ilgisinin olmadığını ve Diyarbakır’ın birçok köyünde temsilcilikleri olduğu hâlde Tavşantepe’de temsilcilerinin bulunmadığını ve köyde hiçbir üyelerinin olmadığını söylüyor. Dinç’in aktardığı bilgiye göre; “Tavşantepe’de 2018’de AK Parti yüzde 42,88, HDP yüzde 35,45, bağımsız aday yüzde 13,23 oy almıştır. 2023’te İYİ Parti yüzde 46,7 ile birinci parti. Son yerel seçimde AK Parti 100 oyla birinci; DEM 32 oyla ikinci parti, HÜDA PAR 16 oyla üçüncü parti olmuştur.”

 Aile elbette daha ilk dakikalardan itibaren, bu tür vakalara ilişkin istatistiki ve teorik bir bilgiye bu özel vakada tek ihtimal muamelesi yaparak, “önce aileye bakın” diyen sosyal medya zorbalığı altındaydı zaten. Bu infial karşısında devlete bağlı olduklarının altını fazlasıyla çizme ihtiyacı duydu aile. “Devletimiz, devletimize güveniyoruz” dedi, hatta bu konuda açıklama bile yayınladı. Kürt coğrafyasındaki zulüm tarihini dikkate alırsanız bir de “devlet karşıtı” gibi algılanırlarsa, başlarına ne geleceğini sanırım kestiremiyorlardı da. AKP’li milletvekili ile ahbaplık da buna eklenince, zaten her tür kötülüğün beklenebileceği güçlü aile, karanlık devlet iş birliği teorileri ortalığa hızla kapladı. Olayın örtbas edileceği kaygısı o kadar yoğunlaştı ki bir yönüyle mantık devreden çıktı.

Şimdi aile ortada kalmış ve her biri ayrı bir köşeye savrulup mahvolmuşken ve bu AKP’nin de başka hiçbir yetkili kurum ya da kuruluşun da umurundaymış gibi görünmüyorken bile, her şeyin suçlusu da güçlüsü de aile. Olayı jandarmanın yönetmesini de aile sağlamış, her şeyi de o yönlendirmiş. Bir de eğer durum böyle değilse neden hiçbir şey söylemiyorlar deniyor ki gerçekten insan ne diyeceğini şaşırıyor! Hiçbir şey bilmeyen, evlatları arkadaşlarından ayrılıp kendi evine çıkan yola girdikten kısa süre sonra sırra kadem basan bir aile ne söylesin, ne anlatsın? Biz yapmadık diyorlar, saatlerce saatlerce kendilerini paralıyorlar. Biz yapmadık, bir şey görmedik diyorlar. Kimden ve niye şüphelendiklerini dillerinin döndüğünce anlatıyorlar. Kimse dinlemiyor...

Ama sonuçta çocuğun cesedi biri tarafından taşınmış, gömülmüş, o kişinin ağır biçimde yalan söylediği durumlar var en azından. Her defasında ayrı bir senaryo ile Salim’in çocuğu ona verdiği yeri vs. değiştiriyor. Tek sabit olan şey ailenin nezdinde bu. Bizim bilmediğimiz şeyi ya da “çoğunluğun” inanmadığı şeyi onlar biliyor. Onlar herkesten farklı olarak çocuklarını öldürmediklerini biliyor. Bu bilgi ışığında cesedi gömen kişinin kim ve ne olduğunu da kimsenin bilemeyeceği bir netlikle artık biliyor aile...

- Soruşturma ve yargılama sırasında pek de konu edilmeyen, ahırda bulunmuş mermiler, mühimmat var. Bu tartışıldı mı, siz nasıl yorumluyorsunuz?

Böyle bir şey gerekçeli kararda yok, dava dosyasından da sadece Salim Güran’ın telefon kayıtlarını silme gerekçesi olarak gündeme geldiğini anlıyoruz. Salim kardeşi Arif’in ahırında yakalanan mermiler nedeniyle de bazı Whatsapp kayıtlarını sildiğini söylemiş, bundan da böyle haberdar oluyoruz. Ama anlaşılan buna zaten köy yerinde silah ve mermi sahibi olmanın pek de istisnai bir şey olmadığı bilgisiyle yaklaşılmış ki bu konuya dair başka bir şey yok. Ben de bu nedenle bir şey söyleyemiyorum. Mesele zaten birbirinden farklı şeylerin bu cinayete bağlanıp bağlanamıyor olmasıyla ilgili ki mermilerle, cinayet arasında bir illiyet bağı kurulamamış anlaşılan.

- Gerekçeli kararda, anne ve amca arasında bir ilişkiye tanık olduğu iddiasının kanıtlanamadığı belirtiliyor. Bir diğer iddia, abi Enes Güran’la kuzenleri arasında ensest ilişkiye tanık olduğu iddiası. Bu da kanıtlamadı. Bütün bunlar nereden çıktı?

Şöyle cevap verebilirim. Şimdi bunların hiçbir kanıtlanmadı ve asılsız çıktı ya, her gün sohbet odalarında, X’te filan en az beş yeni ilişki ihtimali üretiliyor. O değilse şu ciddiyetsizliği ile. Oysa bu kişilerin hiçbiri olay esnasında civarda değil ve herkesin esasen nerede olduğu belli. İlk gün yapılan bir iki sosyal medya paylaşımı ile bu söylentiler de başlamıştı. Aslında ketumluk filan deniyor ya. Koca ülke bir köy kahvehanesine dönüşmüş. Konuşuyor, konuşuyor...

“Sanık avukatlarının getirdiği deliller dikkate alınmıyor”

- Abi Enes’in vücudundaki diş izlerini, boğuşma izi olarak nitelenen izleri nasıl yorumluyorsunuz, ifadeleri çok çelişkili değil mi? Siz neden aksini düşünüyorsunuz?

Enes’in yüzünde gözünün altında bir morluktan, kolunda diş izinden söz ediliyor. Fakat olayın ertesi günü hastane görüntüleri ortaya çıktı. Kontrole götürülmüş. Orada bu izler görünmüyor. İlk gün onu görenler böyle bir şeyden söz etmiyor. Kolundaki bütün bir çene gücüyle değil, diş ucuyla uyumlu bulunan izleri de kendisi açıklıyor. Mealen söylersem, başımı koluma koydum ve o günkü üzüntüyle kendime zarar verdim diyor. Aslında gözünü de öyle açıklıyor. Sonradan olduğunu söylüyor onun da. Sırtında diş izi zaten yok, ayağında parmak ucunda bir iki küçük sıyrıktan söz ediliyor raporlarda. Vücuttaki hiçbir şey atlanmamış, en ufak küçük parmaktaki sıyrık bile. Bunları benim değerlendirmem tabii, ama bence bu sıyrıklar vs. çok anlamlı değil ama pireyi deve yapan yaklaşım zaten bütün bu iddiaları da inandırıcılıktan uzaklaştırıyor. 8 dakikaya sığmış ahırdan eve uzanan eylemde, incecik narin bir çocuğun böyle bir boğuşmaya girmesine imkân yok, Enes’in gözüne olaya müdahale etmeye çalışan Salim, anne ya da bir başkası vurduysa zaten onlar bu durumda nasıl “müşterek katil olmakla” suçlanabilir ki? Gerekçeli karar müdahale etmemekten, yardım çağırmamaktan, ahırda başlayıp evde devam eden öldürme eylemine aktif katılmaktan söz ediyor. Bunların hepsi zaman mefhumu dikkate alındığında imkânsız, gerekçeli karar dikkate alındığında kendi kendini iptal eder nitelikte. Cinayetin nedeninin anlaşılmadığı düşünüldüğünde de son derece manasız kalıyor. En akla yatkın en anlamlı gelen şey, gerçekten de deli gibi kardeşini arayan Enes’in tarlada, şurada burada elinde ayağında küçük sıyrıklar oluşmuş olması. Nitekim Enes arkadaşlarıyla akşam saatlerinde kardeşini sokak sokak ararken ve zaman zaman yorgunluktan yığılıp kalırken görüntüsünü almış bir kameranın kaydı da izletildi duruşma salonunda.

Esasen bunlar değil, tahayyül devreye girmeli dediğim şeye bakalım. Enes saat 16.00 ya da 16.30 civarında dışarı çıkıyor, kiminle önce kiminle sonra buluştuğu kısmında arkadaşlarıyla sözlerinde bazı küçük çelişkiler olsa bile kimse buluşmadık demiyor. Şu erken geldi, hayır bu o saatte aramadı gibi ifade farklılıkları var. Şimdi Enes üzerinden yazılan senaryoya bakalım; ahırda Narin’e yakalanmış olan ve kardeşini ama panikle ama boğuşurken öldürmesine ramak kalan ve bu esnada amcaya yakalanan, yumruk yiyen sonra da Narin’i annesi ve amcasıyla birlikte ahırdan eve taşıyıp ölmesine seyirci kalan 18 yaşındaki bir gençten söz ediyoruz. Bu çocuk olaydan bir ya da en fazla iki saat kadar sonra dışarı çıkıyor, arkadaşlarıyla buluşuyor, sohbet ediyor ve onlar hiçbir şey fark etmiyor. Bu mümkün mü? Bu çocuk mafya değil, cani değil, bunca şeyden sonra kimsenin başkasına karşı şiddet eğilimi gösterdiğine dair bir şey söylediği bir çocuk değil. Nasıl bu kadar rahat sıradan bir gün gibi bir buluşma gerçekleştirebilir o gün? Kucağında cesetle yakalanan, cesedi gömen ve gidip çay içen o soğukkanlı kişi o değil ki böyle bir delil yok ki hakkında, bir saat sonra bunları yapmış olabileceğine ikna olalım. Bütün köy yalan söylüyor, tanıklık yapıyor desek, Narin çocuk zaten bu buluşmadan bir iki saat kadar önce ölmüş, kim Enes’in yalanına niye ortak olsun? Buluştuk niye desin? Narin zaten o saatlerde dere kenarındaki o çukura konulmuş... Hadi Enes’in arkadaşları başta bunu bilmiyorlardı ve bu yalanı söylediler. Nevzat’ın Narin’i gömdüğü ortaya çıktıktan ve bunun da tam o saatlerde olduğu anlaşıldıktan sonra niye söylemesinler gerçeği? Her şey bir yana aile, anne-baba ya da amca, Enes’in ortada gezmesine eğer böyle bir cinayeti birlikte işlemişlerse niye müsaade etsin? Anne amca filan hepsi mi bu kadar uzman bu işte, hayatlarına bıraktıkları yerden, sıradan bir gün gibi devam etsinler? Bütün bunlar çok saçma değil mi? Nitekim anne ve amcanın da o bir iki saatlik durumu böyle. Köy yerinde yaşıyorlar hep karşılaşmalar var. Doğal olarak var. Bunların tümünü Tavşantepe yalan söylüyor diye açıklamak akıl kârı değil.

Sadece aile değil, Kürtçe konuşması bile isteye yanlış tercüme edilen küçücük bir çocuk, Salim’in yanında çalışan 15 yaşındaki Ramazan Atasoy bugüne kadar cezaevindeydi. Bu çocuktan tanık olmadığı bir şeye tanıklık etmesi isteniyor. Zorla, paçası ıslak bir Salim Güran görmüş olduğunu itirafa yönlendiriliyor. Ramazan, jandarma bana okutmadan tutanak imzalattı diyor. Kimse dinlemiyor. Oysa zaten Nevzat’ın mahkemece kabul edilmiş senaryosunda, Salim’in dere kenarında hiç ama hiçbir yeri yok. Cesedi ondan aldım diyen kişi, yani Nevzat, Salim Güran’ın dereye götürme ve gömme faaliyetine eşlik etmediğini söylüyor. Köy içinde onun yanından aracıyla ayrıldığını söylüyor. Kameraya da zaten dere kenarında tek başına yakalanıyor. Salim’in paçalarının ıslak olup olmadığının ne önemi var, niye ıslak olsun ayrıca? Fakat işte ne kadar kafa karışıklığı yaratılırsa o kadar iyi... Sonra da bütün bu karmaşa içinde Salim Güran da dahil olmak üzere ailenin bütün sanık üyeleri, çelişkili ifadelerde bulunmuş olmakla itham ediliyor.

Bu kadar çelişki içinde, kendi kabul ettiği senaryodan bile az sonra her türlü sapan ve çelişkili sahneler üretip duran bir yargı sürecinde, üstelik de olayda hiçbir dahli olmamış insanlar ne yapsınlar? Nasıl davranırlarsa çelişkili olmadıkları düşünülecek?

Salim Güran kızı ile aynı evde odadan odaya cinayet saatlerine yakın bir saatte telefon görüşmesi yaptığını kabule zorlanıyor. Israrla... O da yapmadığını o telefonun o saatlerde değil çok daha sonra gerçekleştiğini söylüyor. Tam burada gerçekten de yalan söylüyor galiba diye düşünüyorsunuz, bir de bakıyorsunuz ki ailenin avukatlarından Onur Akdağ İstinaf başvuru dilekçesinde, çok net bir biçimde, geri getirildiği iddia olunan Whatsapp mesaj ve arama kayıtlarının gerçek HTS arama kayıtlarını kopyalayan sahte bir liste olduğunu ama bu listenin 2 saat 39 dakika eklenerek, büyük bir sapma ile elde edildiğini söylüyor. Çok makul, çok dikkatle, incelenmiş bir şekilde sunuyor bunu. Akdağ ayrıca savcının, iddianamesinde geri getirilmiş Whatsapp kayıtlarına yer verse de mütalaasına artık bunu katmadığını belirtiyor. Eski Diyarbakır Barosu Başkanı Nahit Eren de avukat Onur Akdağ’ın söz konusu belge etrafında sunduğu bilgiyi kabul ettiğini belirtiyor. Ama mahkeme bırakılan yerden devam ediyor. Salim Güran evindeyken bir odadan diğerine kızıyla telefonla konuşmuş gibi oluyor. Kısacası evde olmadığı, başka bir yerde olduğu halde yalan söylediğine ikna etmek üzere kullanılıyor sahte Whatsapp araması verisi.

Nevzat’ın saat 15.08’de Salim’i aramak yanında, aynı gün 2 saat 39 dakika sonra tekrar Salim’i aradığı iddiası, bu sahte Whatsapp dökümü nedeniyle gündeme geliyor. Salim asla ve kata ikinci kez aranmadığını anlatamıyor, anlatamıyor... Bu yüzden de yalan söylediği ve en iyi ihtimalle hakikatle çelişen ifadeler verdiği muamelesine maruz kalıyor. Bu ikinci ve aslında mevcut olmayan Whatsapp araması iddiası, Nevzat’ın 17.46’da, yani Narin’in bedenini ortadan kaldırdıktan sonra Salim’i tekrar arayarak bilgi verdiği izlenimi yaratıyor. Oysa böyle bir Whatsapp araması hiç yok.

Gelgelelim apaçık ve defalarca yalan söyleyen, hatta mahkemede ilk kez o an sorulan detaylarla ilgili olarak bile az tereddüde düşse de hızla “kısa ve öz” yalanlar söylediği izlenimi veren Nevzat, nedense hiç çelişkiye düşmüş ya da kafa karıştırmış sayılmıyor. Gerçekten de avukatlardan birinin dediği gibi “dünyanın en şanslı sanığı,” zira neredeyse bütün ülke medyası, katledilmiş bir çocuğa elleriyle dokunduğu açıkça kanıtlanmış tek kişi olan, en azından onu arabasıyla bir dere kenarına taşıyarak bir çukura gizleyip üzerine taşlar koyan, ayrıca orada 38 dakika 11 saniye ne yaptığı bilinmez biçimde oyalanan, bunun üzerine de köye dönüp baldızıyla çay içen ve de sabahtan planladığı işleri yerine getiren bir sanığı savunuyor!

İşte böyle bir mahkemede, sanık avukatlarının onca titizlikle önümüze getirdiği onca delil, onca karşı delil bir anda berhava oluyor. Birçoğu hiçbir biçimde dikkate alınmıyor. İstinaf dilekçelerinden anlaşılıyor ki, avukatların bu duruşma öncesinde talep ettiği ve gerçekten bir sonuç üretme kapasitesi yüksek birçok inceleme de kabul görmemiş, yapılmamış. Sonra işte duruşmaya ara veriliyor, dışarı çıkıyorsunuz, bir bakıyorsunuz ki merkez medya, A Haber’de karakteri cisimleşen bir medya haberi patlatmış, “Ailenin avukatları yalanlarına devam ediyor!” Bakıyorsunuz, birdenbire herkes A Haber’e güvenir olmuş, başka siyasi ya da adli yargı süreçlerinde güvenmedikleri aklıselime burada güvenir olmuş... Çok çaresiz bir durum.

- Amcanın whatsapp mesajlarını eskortla görüştüğü için sildiği iddiasına karşılık, gerekçeli kararda eskortla olan görüşmelerin durduğu, farklı görüşmelerin silindiği belirtiliyor. Bunu neyle açıklıyorsunuz?

Amca aslında tümünü silmeye çalıştığını ama silememiş olabileceğini kendi söylüyor. Bile isteye eskort görüntülerini niye bıraksın ki? Telefonunu hem silip hem sildim ama bunlar sildiğimi anlarlar, birkaç eskort yazışması bırakayım ki bu yüzden sildiğimi söyleyeyim mi demiş oluyor? Bu kadar da her şeye hâkim yani o felaket ortamda. Ayrıca bu zaten tasarlanmış bir cinayet değilse (esas teori Narin’in o gün görmemesi gereken bir şeye tanık olduğu ve cinayetin ani geliştiği ise ki öyle) ve silinenler sadece o günün kayıtları değilse, silinenlerin Narin cinayetiyle ilişkili bir kayıt olma ihtimali de yok.

- Yine amca Salim Güran’ın telefonunda kayıt sistemi bulunduğu, olay gecesi bunu sildiği görülüyor. Aslında elde edilen konuşmalar buradan. Ve elde edilen konuşmalarda cinayet konusunda bir bulgu yok. Tek bir ifade yok. Aksine Narin’le ilgili tahminler, arayışlar var. Buna rağmen amca niye bu kadar şüpheli bir davranışa imza attı? Gerekçeli kararda da “sonradan kayıt sistemini silmesi şüpheli” deniliyor. Ailenin geriye kalanı neden whatsapp kayıtlarını siliyor? Suçlanacaklarını biliyorlar mı?

Amcanın telefon kaydı silmesi dışında şüpheli bir şeyi yok bence. Tıpkı Enes gibi ona da sıradan bir günün ayrıntılarına ilişkin kafa karışıklıkları ile ilgili şeyler soruluyor ve olduğundan çok büyük anlamlar yükleniyor. Lehine tanıklıklar vs. asla kabul görmüyor. Aleyhte yorumlanabilecek her şey fazlasıyla aleyhte yorumlanıyor. Telefon kaydı silmeye gelince yazımda da söyledim, bir sürü asılsız dedikodu çıkmış, aile üyeleri ve yakınlar gözaltına alınabileceğini biliyor. Bazen insan kendi ailesi ile yaptığı Whatsap vs. yazışmalarından arkadaşlarıyla yaptıklarına kadar birçoğunu böyle bir durumda silmek isteyebilir. Hayat artık telefonlarda akıyor, aile içi meseleler vs. Kimse istemez. Siz yarın gözaltına alınacağınızı bilseniz telefonu bir gözden geçirmez misiniz? Birçok kişi bunu yapar. Ailenin tüm üyelerinin Whatsapp kayıtlarını sildiği de kesinlikle doğru değilmiş, silen bir iki kişi var. O da öyle format atmak filan asla değil. Nitekim Ulusal Kriminal’in “patates hat” iddiası da deyim yerindeyse “patates çıktı.” Aslı astarı yok.

Aile üyelerinin tümünün akıllı telefonları tuşlu ile değiştiği de yalan. Kendilerine telefonları toplanarak bu telefonlar dağıtılmış. Dolaşıma sokulan medya yalanının, sorumsuz asparagas haberciliğin sonu yok. Salim’in telefondaki ses kayıt sistemini o gece devre dışı bırakması iddiasına gelince, Salim’i bu programı zaten bizzat kendisinin kurmadığını, bunun için yardım aldığını ve de o gece devre dışı bırakmak ya da silmek için asla hiçbir şey yapmadığını da söylüyor. Nitekim nasıl devre dışı bırakılacağını bilmediğini ama telefonla uğraşırken yanlışlıkla yapmış olabileceğini de belirtiyor. Bu ses programının devre dışı bırakılmasının yine “aniden gelişmiş bir cinayet olayı” ile ne ilgisi var?

Ailenin sakladığı büyük bir gerekçe, asıl maksat kesinlikle inandırıcı değil. Bunu bir daha belirtmek isterim. Küçücük bir köyde isterse hiç telefon olmasın, “koskoca bir devletin” ortaya çıkaramayacağı “büyük bir maksat” olamaz. Küçücük bir çocuğun böyle büyük ve saklanmak istenen bir maksadı açık edecek diye öldürülmesi de akıl kârı değil. Zaten çocuğun bir bacağını havada tutarak çektirdiği bir fotoğrafa bile ne anlamlar ne komplolar yüklendi, unuttuk mu? Zihnimizde büyük yalanlar var. Olayın tek kişi tarafından gerçekleştirilmiş “basit bir cinayet” olma ihtimalinin dikkate alınması, işte bu büyük komplolar silinirken bıraktıkları tortu nedeniyle de mümkün olamıyor. Küçük yerlerin elbette kendilerine özgü sırları hep vardır bu sırlar kimi aile yakınlarının telefon kayıtlarını silmesini de açıklayabilir. Başka hiçbir neden bulunamıyorsa ve bu eylemler birbiri ile ilişkilendirilemiyorsa, bu düşünülmek zorunda.

Salim şu an için, gerekçeli kararın çizdiği tabloda bu anlamda yok. Çünkü zaten çocuğu ortadan kaldırmak için bir motivasyonu yok. Anne ile ilişkisinin olmadığı açık.

Fakat öyle acayip bir durum var ki sosyal medyada artık bu yalanlara tutunulamayacağı anlaşıldığı noktada hemen ailenin başka üyelerine başka akrabalara doğru yelken açılıyor. Maşallah olabilir bu durumda deniyor, peki Devran, Devran nerede, ya Birsen? Artık Allah ne verdiyse. Fakat sorun şu ki bu çocuğun kendi evinde katledildiği gerekçeli kararda kabul ediliyorsa bu insanlar, artık yaptıkları ve gizledikleri her neyse gelip Narin’lerin evinde ya da ahırında mı yapıyorlar bunu? Annenin ve kardeşlerinin burnunun dibinde? Eğer onlar yaptıysa, onlardan biriyle Enes söz konusuysa, anne ve Salim kendini ne için feda ediyor.

- Narin’in boğularak öldürüldüğü adli tıp raporuyla kanıtlandı? Buna rağmen günlerce halıların yıkanması üzerinde duruldu. Yine kan lekelerinden söz edildi ama bu da belirsiz kaldı… Bunlar bize ne anlatıyor sizce?

Bütün halıların yıkanması meselesi o kadar imkânsızdı ki, bütün köyün ağız birliği etmesi de öyle. Kimse halıdan söz edilirken olay gününe geri dönüp, bu tasarlanmamış “aile cinayetinin” seyrini ve halıların ne ara yıkanmış olabileceği sorusunu sormuyor. Oysa düşünürsek, çocuğu bu şekilde müştereken katleden bir ailenin halı yıkamak için, bütün halıları ve koltukları yıkamak, silmek ve kurutmak için sadece ve sadece 3 ya da 3,5 saati var demektir. Köy yerinde bunu nasıl ve nerede yapacaksın? Halı dediğin evin içinde yıkanmıyor. Nitekim çocuğun kaybolduğu, akşam saatlerinde anlaşıldıktan sonra zaten ev ana baba gününe dönmüş durumda. Yine kim nerede halı yıkayacak?

Kısacası aile çocuğu katletmiş ve hemen ardından halı kanepe yıkama silme işine girişmiş olamazdı. Mahkemede bir avukatın artık çok güçsüzleşmiş ve kimsenin de dile getirmediği bu iddiayı yine de dolaşımda tutma çabasını görmüştüm. Şunu söylemişti:  “Balkon yıkanmış, halılar da, kanepeler de yıkanmış silinmiş o zaman...” Ağustos sıcağında ve tozunda, Diyarbakır’da her balkon yıkayanı halı ya da kanepeleri de yıkamış ve silmiş varsaysak işimiz var demektir. Halılarda DNA yoktu çünkü Jandarma eliyle yönetilen araştırma ve incelemelerde, DNA incelemesi dahil hiçbir şey ehil kişilerce, “olay yeri inceleme” titizliğiyle filan yapılmamıştı. Bütün köyün suça ortak edildiği iddiası da hiç inandırıcı değildi. Kötü bir filmin senaryosu olarak bile inandırıcı değildi. Ama yine de Narin bulunduktan sonra bu spekülatif bilginin bir kısmına inanmaya başladım sanırım. Fakat sorunlu noktalar üzerine düşünmeye de başladım. Tahayyül etmeye çalıştım. Bu davanın seyrini değiştirecek, hakikate yaklaştıracak bir şey vardıysa o da eleştirel tahayyül gücüydü çünkü.

Halılar tekrar söylersem, Narin’in kaybının açığa çıktığı akşam saatlerinin öncesinde o 3 saatlik sürede yıkandı desek zaten o zaman da aileye yöneltilen sorgulamalar anlamsızlaşıyor. Hediye geldi, öteki gitti, şu şu kadar kaldı... Enes dışarıda arkadaşlarıyla oturdu, şu arkadaş geldi bu gitti. Salim arabayla şu yöne gitti vs. Şimdi aile üyelerinin o üç üç buçuk saat içinde sıradan gündelik aktivitelerini yaptığı o kadar açık ki, çünkü aksi bir tek iddia yok. Tek sorun ifadeler bir iki gün sonra geriye dönük olarak ve ağır bir baskı hatta hor görü altında alındığından ve aile zaten kayıp çocukla ilgili kahır içinde olduğundan eve giriş çıkışlarıyla ilgili saatleri tam netleştirememeleri. İşte Enes ilk ifadesinde 16.00 dediyse, düşünüp taşınıp 16.30 olabileceğini söylemiş ikincide. Sonra akşam ezanı demiş ve bu fikir değişiklikleri aslında hiçbir işlerine yaramıyor. Enes’in akşam ezanının tam olarak kaçta okunduğunu bilmiyor olması bile mümkün. 18 yaşındaki her genç biliyor mu bunu? Aile üyeleri Narin’i kendileri katlettiyse zaten ilkinde kayboluş saatine 16.00 demez ki. Olayın hemen akabinde kayboldu niye desinler? Bu saati Narin’in kuran kursundan arkadaşlarıyla çıkış saati 15.00 sonrası olduğu için söylüyor Enes. Demek ki o saatten sonra kaybolmuş diye düşünüyor. Yoksa 16.00’da kaybolduğunu fark ettik demiyor. Nitekim sonra yazıda da anlattığım gibi köyde başka tanıklıklar duydukça, doğal olarak kaybolduğu saatin akşam saatleri olduğunu düşünüyor. Yoksa biz 19.00’a doğru “fark ettik” der ve ilelebet susabilirdi. En azından bu konuda fikir yürütmesi hiç gerekmezdi. Bu kadarını da akıl ederdi. Hele ki bu fikir değişikliklerinin hiçbir işine yaramadığı, aksine “neredeyse Enes’i katil olarak tanımlamaya yeten!” ifade değişiklikleri olarak görüldüğü düşünülürse.

Kimse hakikatle içsel bir ilgiyle ilgilenmiyor. Öyle olsaydı, evladını kaybetmiş ve henüz suçu kanıtlanmamış, henüz karar verilmemiş bir davada, annenin o kırık dökük Türkçe’ye rağmen çok makul olan savunmasından, hakiki bir biçimde dert anlatma çabasından sonra, evladının katilini bulma konusunda yardımcı olması için vicdanına seslenilemezdi. Düşünebiliyor musunuz, evladın korkunç biçimde kaybedilmiş, varsayım olarak bile olsa kabul edilmesi gerekir ki maruz kaldığın hakaretlerin, kötü muamelenin hiç ama hiçbirini hak etmemişsin ve sana, Narin adına adalet arandığı gerekçesiyle, “Senin vicdanına sesleniyorum!” diyorlar. Böyle bir şey şuur çerçevesinde vuku bulamaz...

“Sözün ona ‘bulunamamış neden’ bu cinayete imkân vermiyor”

- Aile gerçekten bunu planlamış olamaz mı? Bir biçimde Narin öldürüldükten sonra, sebebi her neyse, cinayeti gizlemek istemiş olamazlar mı?

Teorik olarak bir aile bunu yapabilir. Bunu yapmış ve yapacak olan aileler de var. Fakat bu her adli vakada ve her ailenin bunu yapabileceğini varsaymamız anlamına gelmiyor. Bu olayda bu imkânsız görünüyor. O sözüm ona “bulunamamış neden” bu cinayete imkân vermiyor. Narin evin tek kız çocuğu ve ailenin tüm üyelerinin göz bebeği, Bunu savunmaları okuduğunuzda her türlü anlıyorsunuz. Kendi gözlerinden sakındıkları bir çocuk. Enes’le ilişkisi de çok iyi. Enes’in, annenin, babanın upuzun savunmalarının her satırından gördüğünüz bir şey varsa o da bu. Zaten nasıl özgüvenli dans ettiğini görüyorsunuz videolarda, hareketli, neşeli, zeki ve mutlu bir çocuk olduğu her hâlinden belli. Normal bir dünyada birçok kişi bir şey gördü diye kardeşini, çocuğunu öldürmek yerine, kendi hayatını iptal etmeyi göze alır. Dünya teorik ve pratik olarak başkalarının çocuğu için hayatını feda edenlerle dolu. Suya atlayan, yangına dalan... Narin en nihayetinde Enes’le ilgili ne görmüş olabilir? Amca ve Enes’le ilgili böyle bir iddia yok, gerekçeli kararda böyle bir ifade yok. Zaten Enes’i amcanın yumrukladığı varsayıldığına göre senaryoda amca da yok. Geriye ne kalıyor Devran mı? Devran o gün o saatlerde köyde değil, anladığım kadarıyla bu mahkemenin de bilgisi dahilinde olan bir şey. Baz kayıtlarında da görünmüyor. Hediye ile amca gelip Enes’lerin evinde bir şey yapmayacağına göre, bu senaryo da doğru değil. Geriye Hediye ve Enes mi kalıyor? Anne Hediye’yi niye korusun, amca niye korusun? Anne Enes’i de koruyamadığına göre bu ihtimali gizleyerek kendini niye feda etsin? Manasızlığın her tarafını sardığı ithamlar bunlar... Hediye ile Enes’in birbirlerini tam olarak saat kaçta gördükleri ve o gün kaç kez gördüklerinde büyük çelişki var deniyor. Fakat Hediye’ye olay günü ne yaptığı, oraya ne zaman gittiği vs. 22. günde soruluyor. 22. gün! Bu kadarcık sapmalarla hatırlaması bile bir mucize.

- Amcanın arabasıyla ilgili bulgular var, bu bulgular net mi, siz bütün dosyayı incelediniz… Arabayla ilgili bilgiler bize ne anlatıyor?

İki iddia var arabayla ilgili. Biri gece 22.00’den sonra amcanın Eğertutmaz deresine gittiği ki bu asla ve hiçbir şekilde kanıtlanamıyor. Tersi durum için ise epeyce bir kanıt var. Nitekim daha evvel de dediğim gibi, gerekçeli kararda amca artık bu ithamla yer almıyor. Amcanın köyde insanlar arasında başka bir yerde olduğu mahkemede de dinletilen ses kayıtlarıyla anlaşıldı. Ama açık ve net biçimde amcanın yerini belirten HTS arama kayıtlarına uygun olarak baz raporunun maniple edildiği yönündeki iddia çok daha akla yatkın. Amca köyün içinde ve insanların arasında. Nitekim arabanın görüntü kaydında hiçbir netlik yok. Araç plakası belli değil, markası belli değil. Üstelik birbirine yanaşan iki araç (Nevzat ve Salim’in aracı) iddiası da araçlardan birinin traktör olduğu bilgisiyle çürütülmüş. O saatte Eğertutmaz yolunda zaten ellerinde ışıklarla çocuğu arayanların olabileceği, kimin olduğu hiçbir şekilde belli olamayan arabanın etrafında, o net olmayan görüntüde hareket eden başka ışık huzmelerinin de olduğu iddiası da var. El fenerleri olduğu ifade ediliyor.

- Amca, böyle bir cinayeti gizlemek için neden aileden değil de Nevzat Bahtiyar’dan yardım istiyor? Çok mu güveniyor Nevzat’a? Nevzat, bu işin neresinde?

Amcanın üç aydır bir kez bile aramadığı birini, alelacele çağırıp çocuğu yok ettirmesi, tepedeki evden çocuğu bir battaniye içinde güpegündüz indirtmesi filan yine kötü bir film senaryosunda bile inandırıcı değil, imânsız bir senaryo olurdu. Bir tahayyül edelim; “Al bunu götür!” Hem de kime diyor? Bir güven ilişkisinin olmadığı birine bunu nasıl bu kadar rahatlıkla yaptırabilir? Nevzat bir köle, Nevzat bir zavallı... Yok, asla yok böyle bir şey. Zaten esas bu denli ezik ve zavallı biri olsa bunu yaptıramazsın, höt deseler konuşacak biri değil midir böyle bir profil? Zaman zaman kendisini aramış olsa da üç aydır kendisinin onu bir kez bile aramadığı bir durumda, Salim’in ona bu kadar güvendiğini nereden çıkarıyoruz? Öyle kayıtsızca suç işleyecek, salak bir adam değil Salim. Niye o kadar dakikalarla yarışacak bir aceleye girsin ki? Madem evdeki diğer iki kişi, Anne ve Enes de olayın içinde ve müşterek katil, aceleleri ne? Bir köşeye saklar, bir biçimde olayı en az iki saate yayar ve akşam saatlerinde yine Narin kayboldu diye dışarı çıkabilirlerdi.

Bana kalırsa Nevzat bu işin tam ortasında. Ortada. Narin eve doğru yürürken ona rastlayabileceği bir noktada. Bence Narin O’nu geçip bir adım bile atamadı. Atamadı yavrucak...

- En önemli meselelerden biri daraltılmış baz kaydı. Çok kişi üzerinde durmadı ama siz yazınızda önemli bir noktaya dikkat çekiyorsunuz. Baz kaydı raporunda; “2 metre ve 1 dakikalık sapmaların olabileceği” belirtiliyor. Gerekçeli kararda, baz kaydına dayalı yorumlar yapılırken bu hata sapmaları dikkate alındı mı? Alınmaması neye yol açtı? Önemli adli tıp uzmanları da ilk kez bu yöntemin uygulandığını gördüklerini söylüyorlar. Neden bu yöntem uygulandı?

Alınmadı. Birçok önemli bilgi gibi bu da alınmadı ve zaten ailenin üç üyesi çok tartışmalı bulunan daraltılmış baz çalışması ile Ulusal Kriminal’den gelen “insan olduğu anlaşılan bir karaltı olarak” Narin’i gören (!) iyileştirilmiş kamera görüntüsüne dayanarak ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkûm edildi. Yapılan buydu. Delil melil dendiğine bakmayın, eldeki tek somut malzeme buydu. Çünkü bütün teori bunun “aile içi organize bir kötülük olduğu” senaryosu üzerine kurulmuş, bir anlamda koca ülke duygusal yatırımını büyük ölçüde buraya yapmıştı.

“Naçizane çabam eleştirel aklı ve aydınlatma motivasyonunu harekete geçirmek”

- Sizce cinayetin nedenleri bu aşamadan sonra çözülebilir mi? Bu cinayet aydınlatılabilir mi artık?

Çok ama çok zor. Aydınlatılacak ama aydınlatma isteğinin harekete geçmesi için buna dönük bir motivasyon gerekiyor. Benim naçizane çabam da bu eleştirel aklı ve bu motivasyonu harekete geçirmek. Bunun bir tek yolu var. Her bir iddianın olabilecek en empatik biçimde değerlendirilmesi, bu doğru olabilir mi diye bakılması gerekiyor. Eğer birinin bir konuda çelişkili ifade verdiği söyleniyorsa bu iddianın ne işe yaradığını düşünmek de buna dahil. Ne işe yarıyor, olayın sonucunu etkiliyor mu? Yoksa gündelik hayatta herkesin yapabileceği türden hatalar, yanlış hatırlamalar, küçük bir köy yerindeki karşılaşmalara dair ayrıntılar büyük hatalar olarak mı gösteriliyor? Suç kanıtı gibi mi değerlendiriliyor? Herkes kendisine sormalı bunu. Mesela iki gün önce dışarı çıktığımda ne yaptım, kimleri gördüm, tam olarak kaçta çıktık ve kaçta döndüm? Birkaç kişi ile buluştuysak önce kim geldi, önce ya da en son kim ayrıldı? Şu telefon bana şu olaydan önce mi sonra mı geldi? Bunları pek çok kişi ilk soruşta hemen hatırlayamaz. Hatırlayabilen çok az çıkar. Bugünün cep telefonlarının ve her an iletişilebilir olmanın “çalınmış dikkat” ortamında hemen hiç kimse bu soruları tereddütsüz yanıtlayamaz da diyebilirim. Bir de bütün bu soruları korkunç bir olay başınıza geldiği ve daha kendi acınızın boyutunu, kaygınızı kavrayamadan “şüpheli” konumunuza düştüğünüz bir ortamda yanıtladığınızı düşünün. Mümkün değil o kadar emin olamazsınız. Hakikatin açığa çıkmasının bir tek yolu var; kadraj dışını tahayyül etmek. Amca Salim Güran’ın bir cümlesi bunu anlattı bana. Düşündürttü. “Tepede kör nokta yok” cümlesi. Bütün aile tepeyi gören çok nitelikli yüksek çözünürlüklü kamerayı beklemiş günlerce. Çünkü kamera olay trafiğinin olduğu varsayılan tepeyi tabak gibi görüyor. Fakat gelin görün ki sözüm ona aile 18.00 sonrası dediği için jandarma bu saatten sonrasına bakmış ve öncesi de daha evvel de dediğim gibi bir süre sonra silinmiş.

- Son olarak ne diyebiliriz?

Cinayet, henüz daha soruşturma devam ederken görülmemiş bir biçimde devam etmekte olan polisiye bir dizinin bir bölümünün konusu oldu. Bugün “Aileyi aklamaya çalışıyorsunuz!” diye herkesi itham eden ve saldıranların “Peki şuna ne diyeceksiniz, buna ne diyeceksiniz” diyerek önümüze getirdiği şeylerin bir kısmı da hakiki olayda değil, dizinin o bölümünde temelleniyor.

Bonitzer Kör Alan ve Dekadrajlar adlı kitabında sinemada “Hileli olduklarını bile bile olayların gerçekliğine inanabilmemiz gerekir” der. Bana kalırsa Tavşantepe’de olan şey de bu. Aslında Tavşantepe’de kör alan yok... Mesele kadrajda, ekranın/perdenin sınırları içinde olanla yetinmeme meselesi. Kadraj dışını tahayyül etme meselesi. O zaman kör alan tümüyle aydınlanıyor. Sadece yine Bonitzer’den bir cümleyi olayımıza uyarlayacak biçimde alıntılarsak, karşı karşıya olduğumuz şeyin sıradan bir günde yaşanmış olanların bir cinayet olayı etrafında “bir korku senaryosu biçiminde işlenmesinden başka bir şey” olmadığını da anlayabiliriz: İzlediğimiz filmde der Bonitzer, “yalnızca elbiseler değil, vücudun kendisi, komşunun, babanın, ananın, amcanın bütün görünüşü Bambaşka'nın, uzayın derinliklerinden gelmiş yabancı düşmanların maskesidir. Bunu ima etmek, sonra da filme çekmek yeter: Sinematografik kaydın atalet ilkesi gerisini halleder, en tanıdık davranışlar tekinsiz hale gelir”

Bu tekinsizlikten kolları arasında tuttuğu Narin’in cansız bedeniyle Nevzat Bahtiyar öylece sıyrılıp geçecek midir? Bilemiyoruz. Mesele, yargıdaki çürümenin siyasi davalardan sonra adli davalarda da bu tekinsizliğe ve bu çürümeye teslim olup olmayacağı. Olmasın diye uğraşmaya devam etmeliyiz. Bu basit bir dava, basit bir şey değil.

Gökçer Tahincioğlu kimdir?

Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.

Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.

Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.

İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. Üçüncü romanı Sabahattin Ali'yi Ben Öldürdüm, Eylül 2023'te yayımlandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Mumcu cinayetinin firari sanığı ailesini de yanına aldırmış!

Emniyet cinayetin bir numaralı sanığı Oğuz Demir’in eşi ve kızının adres bilgilerini kontrol ederek Nevşehir Ürgüp’teki adrese gitti. Demir’in eşi ve kızı Ürgüp adresine kayıtlı görünüyordu sistemde. Diğer iki kızının adres kaydı olarak ise emniyet sisteminde sadece “Avustralya” yazıyor

İki adaylı CHP, çok adaylı seçim

Ön seçim belki CHP’nin adayının kim olduğunu belirleyecek ancak bu durum Yavaş’ın aday olmayacağı anlamına gelmeyecek. CHP iki adayla seçime gitmek zorunda kalabilir. Birincisi partinin adayı İmamoğlu, ikincisi partiden kopmayacak olan ancak bağımsız biçimde adaylık ilanı yapacak Mansur Yavaş. CHP Genel Merkezi’nde bu tablonun da olumlu sonuçlar yaratabileceği konuşuluyor

Depremzede çocuğa zırhlı araçta tehdit, alıkoyma, istismar: Valilik koruması için örülen koruma duvarı

Depremde babasını kaybeden 15 yaşındaki küçük kız, Hatay’dan Şırnak’a taşınmak zorunda kaldı. İddianameye göre, Şırnak Valiliği’nde koruma olarak çalışan O.Y., hayatlarına girdi. Küçük kız bir süre sonra kendini tutamayıp yaşadıklarını anlattı. İddialar korkunçtu ancak mahkemeye yetmedi

"
"