Afet bölgesinde büyüyen tehlike; 'yağmacı' oldukları iddia edilen insanları hedef alan linç, işkence ve cinayet görüntüleri yayılıyor!
Kahramanmaraş merkezli, on kenti vuran depremin ardından yaşananlar tarihe geçecek nitelikte.
Elbette deprem ve afet bölgesi deneyimi olanlar, bir yandan canhıraş kurtarma çalışmaları sürerken, bir yandan da hırsızlık haberleri geleceğini biliyordu.
Büyük afetlerin olmazsa olmazlarından biri de bu maalesef.
Marmara depreminde, Düzce depreminde, büyük sel ve yangın felaketlerinde, felaket bölgesinde çalışanlar, yaşayanlar, afetzedeler defalarca benzer olaylara tanıklık etmişlerdir.
Bazen farklı kentlerden bazen çok tanıdık mahalle ve sokaklardan gelenler, birileri can kurtarmaya çalışırken, boş binalara, enkaza, yardımların toplandığı bölgelere giderek, hırsızlığa başlarlar.
Kader değil elbette. Ancak o büyük, birilerini kurtarma mücadelesinin içerisinde kimsenin dönüp de onlara bakacak takati fazla kalmıyor.
Kolluk güçlerinin, görevlendirilmişse askerin bunlara müdahale etmesi bekleniyor ancak çoğu zaman her işe koşturdukları için bu da yeterli olmuyor.
Maraş depreminden sonra yaşananlar ise biraz daha farklı.
***
Deprem bölgesinden ilk olarak hırsızlık değil “yağma” haberleri ve görüntüleri geldi.
Görüntülerde, zincir marketlerin şubelerinin camları kırıldığı, içeriye girenlerin bir bölümünün ihtiyacı kadar malzeme aldığı, az sayıdaki bir bölümünün ise televizyon, ütü gibi elektronik, para edecek ürünleri çaldığı görülüyordu.
Sosyal medyadan yüzlerce kullanıcı, bu insanların tamamına “yağmacı” denilmemesi için uyarıda bulundu.
İktidara yakın hesaplardan, son birkaç gündür, “Devlet daha ne yapsın? Ne isteniyorsa burada var” paylaşımları yapılıyor ve eksikleri bildirenler provokasyonla, hainlikle suçlanıyor.
Ancak bölgeye erken gidenler biliyorlar ki, ilk birkaç gün, değil yiyecek, insanlar su bile bulamadılar.
Çocuklar aç uyudu. Enkazdan çıkanlar, bütün güçleriyle enkazda çalışan gönüllüler.
Uyarılar yerindeydi.
***
Ancak ardından oluşabilecek tehlikeler düşünülmeden, “Suriyeliler, yağmacılar, hırsızlar” sözcükleri en üst tondan söylenmeye başladı.
Suriyeliler’in telefon çaldığını söyleyerek görüntü ve fotoğraf paylaşan siyasi parti genel başkanından, her haberinde, yazısında, programında bu konuyu işleyen gazetecisine kadar onlarca kişi, yaşanabilecekleri düşünmeden ya da düşünerek konuşmalar, açıklamalar yaptı.
OHAL’in ilan edilmesiyle, belli ki birileri de “ibret olsun, eller serbest” izni verdi.
Ardından önümüze onlarca dayak ve işkence videosu düşmeye başladı.
***
Bölgede bir güvenlik sorunu olduğu ve bununla mücadelenin kolay olmadığı ortada.
Bir bölüm mülteci suça karışmış olabilir, görüntüler de gösteriyor ki içlerinde suça karışanlar var, bu ülkenin vatandaşlarının karışabildiği gibi. Her toplumdan bu tip insanlar çıkabilir, çıkıyor.
Ancak ürettiği sebze meyveyi kaldırıma dizip, “istediğinizi alın” diyen mülteci de var.
Yardım faaliyetlerine gönüllü katılıp, uykusuz biçimde sabaha kadar çalışanlar da var.
Bir başka ülkede, üstelik hedef gösterildikleri bir ortamda mücadele etmenin zorluklarına rağmen ellerinden geleni yapıyorlar.
***
Yağmacıların tırların önünü kestikleri de can güvenliğini tehlikeye attıkları da görülüyor.
Biriken öfkenin etkisiyle, yakalanan ve hırsız olduğu iddia edilen insanların dövülmelerini, işkence yapılırken çektiklerinin görüntüye alınıp servis edilmesini olumlu karşılayan büyük bir kesim de mevcut.
Öyle ki “işkence suçtur” denildiğinde, “Tek hümanist sen misin?”, “Elleri dert görmesin”, “Beter olsunlar”, “Şiddete karşıyım ama…”, “Duyar kasma” tepkileri üzerinize yağıyor.
Öfke anlaşılır elbette, daha büyük bir öfkenin herkesin içinde büyümesi de…
Yapılan elbette sadece hırsızlık da değil, bir anlamda insanlık suçu. Hayatta kalmak için yardıma ihtiyacı olan insanlara ait eşyaların, yardım malzemelerinin çalınması affedilebilir değil.
Ancak işkencenin onaylanması, meşrulaştırılması bir toplum için en büyük tehlikelerden biri.
Üç gün sonra işkence yapmaya, cezayı kendisinin vermesine alışmış bir kamu görevlisinin basit bir tartışmadan sonra bile bu yollara başvurmayacağının hiçbir garantisi yok.
Benzerini başka ülkelerde gördüğümüz, sokaktan geçene bile istediği gibi müdahale etme hakkını kendinde gören kamu görevlileri arzulanıyorsa iş başka tabii.
***
Tehlike sadece norm haline gelme riskinden kaynaklanmıyor.
İşkencenin, “ben de yapabilirim” etkisi var.
Bugün bölgeden gelen görüntülerde, dövülen, neredeyse linç edilen üç kişinin yaşamını yitirdiği iddia ediliyordu.
Benzer dayak görüntüleri de gelmeye devam ediyor.
Bu kişiler hırsız da olsalar, yapılacak tek eylem, polise, yargıya teslim etmek.
Elbette polisin de kulak keserek, copla ellerine vurarak, soyup kemerle döverek muamele etmemesi şartıyla.
Bunun caydırıcı olduğunu sanıyorlarsa, yanılıyorlar.
Asıl caydırıcılık, böyle bir suç işlediğinde hırsızların yıllarca içeriden çıkamayacağını bilmeleri ile sağlanır.
Kader kurbanı denilerek affedilmeleri ve birkaç yılda bir dayak atılmasıyla değil.
Polisin dövdüğü o kişiler, infaz sistemi nedeniyle, cezaevine girdikten birkaç ay sonra çıkabiliyorlar.
Oy deposu olarak bakılan aflar gündeme getirilmezse, sorun da kalmaz.
***
Büyük hırsızlara gösterilen şefkat sonsuz. Asıl bununla mücadele etmemiz gerekiyor. Bu diğeriyle mücadele edilmeyeceği anlamına gelmiyor.
Ancak ölen binlerce insanın sorumluluğunu taşıyanlara dokunmadan, onlara teğet geçerek, bu ortamın yaratılması ve bir kesimin hedef gösterilmesi de çok masum değil.
***
Türkiye, büyük bir sınav verdi ve toplum en zor anda kendisi organize olarak, deprem bölgesine saatler içerisinde yardımları ulaştırmaya çalıştı.
Neredeyse bütün ülke, elindekini, avucundakini paylaştı.
Bu görüntünün kirletilmesine kimsenin hakkı yok.
Dayak görüntüleriyle bir bölüm insanın içi anlık olarak ferahlayabilir. Ancak hakkımız bu görüntüler değil.
Polis de yargı da işini yaptığında caydırıcılık sağlanır.
Enkazı elleriyle kazdıktan sonra göreve koşan, bir de hırsızlarla mücadele eden polisin, askerin, savcının, hâkimin işi zor, elbette çok zor.
Onlar da bu görüntüyü hak etmiyor.
Hiçbirimiz hak etmiyoruz.
Sonradan pişmanlık duyulacak, daha büyük ve acı olaylar yaşanmadan, sağduyunun hâkim olması, bu görüntülere neden olanların da susturulması, geri çekilmelerinin sağlanması gerekiyor.
İşkence ve linç suçtur. Geri dönülemez, telafi edilemez bir insanlık suçudur. Yağmacıların ve hırsızların cezasını verecek olan bizler değiliz ya da “ibret-i alem” için onları döven kamu görevlileri değil.
Türkiye, bu görüntüleri değil, çok daha iyisini hak ediyor.
Gökçer Tahincioğlu kimdir?
Gökçer Tahincioğlu, 1997'den 2018'e kadar Milliyet Gazetesi'nde yargı muhabirliği, Ankara Haber Müdürlüğü, köşe yazarlığı yaptı.
Haber, yazı ve fotoğraflarıyla Musa Anter, Metin Göktepe, Abdi İpekçi gibi isimlerin adını taşıyan gazetecilik ödüllerini aldı. Çağdaş Gazeteciler Derneği ve Türkiye Gazeteciler Cemiyeti Basın Özgürlüğü ödüllerine layık görüldü.
Bu Öğrencilere Bu İşi mi Öğrettiler?: Öğrenci Muhalefeti ve Baskılar (2013, Kemal Göktaş'la birlikte), Beyaz Toros: Faili Belli Devlet Cinayetleri (2013) ve Devlet Dersi: Çocuk Hak ve İhlallerinde Cezasızlık Öyküleri (2016), Çünkü Umurumuzda adlı mesleki kitaplara imza attı. Yaralı Hafıza ve Kayıp Adalet adlı derleme kitapların editörlüğünü üstlendi.
İlk romanı Mühür, 2018'de yayımlandı. 2020'de yayımlanan ikinci romanı Kiraz Ağacı ile Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazandı. 2018'den bu yana T24 Ankara Temsilcisi olarak çalışıyor.
|