15 Haziran 2020

"Yedek subay 'ölürse' dönmez er meydanından"

Bütün bu disiplinsizliklerimiz okul yönetimince "doktordan asker olmaz" ön kabulü ile bir dereceye kadar hoş görülürdü. Ancak üç aylık eğitim süresinin sonuna doğru sudan bir nedenle patlak veren bir olay, okul yönetimini çılgına çevirmişti

Askere gitmek üzere İstanbul'a döneceğimi daha önce eve bildirmiştim. Olan biteni uzun boylu anlatmadığım için, annem iki sene kalmak niyetiyle gittiğim yerden 6-7 ay içinde dönmemi kız arkadaşımla ilişkimize bağlayıp hafiften alaya alıyor, babamsa yorum yapmamayı tercih ediyordu. Kız arkadaşım Millî Emniyet takibinden epey tedirgin olmuştu. Beni ziyarete gelemediği için duyduğu mahcubiyeti açığa vurmuyor ve dönmekle doğru olanı yaptığımı ileri sürüyordu. Bense 27 Mayıs'taki gibi, polisten kaçıp askere sığınmanın çelişik ruh hali içindeydim.

Askerlik için hemen başvurursam, dönemi kaçırmayacaktım. Uzatmak için bir neden yoktu, zaten elimdeki para hızla suyunu çekiyordu. Altı yıllık bir fakülteyi bitirip altı ay da doktorluk yaptıktan sonra hȃlȃ babamın eline bakmam olacak iş değildi. Askerlik şubesinde işlerim yarım saatte bitti. Bir hafta içinde, o dönemde İzmir'de olan Sıhhiye Yedek Subay Okulu'na teslim olmak üzere elime "sülüs" dedikleri bir kağıt tutuşturup gönderdiler. Son birkaç günü arkadaşlarla birlikte, seçim hazırlıklarına başlamış olan Türkiye İşçi Partisi (TİP) üzerine kurduğumuz hayallerle bezenmiş, bol muhabbetli akşam yemekleriyle geçirdikten sonra trenle İzmir'e gittim. Sülüsüm sayesinde aldığım asker bileti neredeyse bedavaydı.

Sıhhiye Yedek Subay Okulu İzmir'de yerleşim yerlerinin biraz dışında kalan, şimdi adını bile hatırlamadığım bir bölgedeydi. Üç ay sürecek okulda bize bir taraftan askerlik talimi yaptırılacak, bir taraftan da silahlar konusunda teorik dersler verilecekti. Oldum olası sevmediğim ranzalarla dolu bir koğuşa yerleştik. Birkaç okul arkadaşı dışında çoğunluk yaşını başını almış hocalar ve uzmanlardan oluşuyordu. Aralarında askerî disiplini zevkle benimseyenler kadar, benim gibi bu tür sıkı düzenlere gelemeyenler de vardı. Fakat çoğunluğumuzun ortak özelliği hızla çocuklaşmaya hazır olmamızdı. Saçma sapan şeylere kahkahalarla gülüyor, birbirimizle ama özellikle de sıkı disiplin yanlısı arkadaşlarla dalga geçiyor, çocuklar gibi itişmek için fırsat kolluyorduk. İlk günlerin acemiliğini atlatıp okula az çok alıştıktan sonra, arada akşamları kaçıp birkaç saat için şehre iniyor, Kordon'da bir iki kadeh içip dönüyorduk. Adilcevaz'ın manevi yorgunluğunu atmak için daha uygun bir ortam bulamazdım.

Okuldan kaçarak şehre inişlerimden birinde İdil Biret'in konseri için bilet almaya çalışırken, yer kalmadığını öğrendiğim anda onun kapıdan girmekte olduğunu görüp kendisini durdurduğumu ve konser için okuldan kaçtığımı söylemem üzerine sorunun çözüldüğünü hiç unutmuyorum.

Üç aylık eğitim süresi içinde en eğlenceli bölümler atış talimleriydi. Kimi arkadaşlar bu işteki becerilerini göstermek için can atarken, ben adeta askerlik karşıtı olduğumu kendime kanıtlamak istercesine hep karavana atıyordum. En heyecanlı talimlerin başında el bombası atma geliyordu. Başımızdaki teğmenle yerleşim yerlerinden uzak bir araziye götürülmüş, önceden hazırlanmış bir siperin arkasında dizilmiştik. Her birimiz, önceden anlatıldığı gibi birer el bombasının emniyet kolunu sıkıca bastırıp pimini çekecek, fazla beklemeden var gücümüzle ileriye doğru fırlatacak ve kısa bir zaman sonra patlayan bombayı siper arkasından izleyecektik. Aslında basit bir işlemdi ama tehlikeli olabilirdi. Atışlar problemsiz sürerken bombalardan birinin patlamaması üzerine telaşlanan komutan teğmen, o bölgeye girmememiz için bizi tekrar tekrar uyarmıştı. Patlamamış bombanın uzman askerler tarafından daha sonra bulunup uygun bir şekilde patlatılması gerekiyordu. Atışlar tamamlanıp okula döneceğimiz sırada, gurubun arkasından gelen bir eczacı arkadaşın "Teğmenim buldum!" diye bağırarak elindeki patlamamış bombayı göstermesi üzerine, başımızdaki teğmen telaş içinde "Bombayı at, yere yat!" diye avaz avaz bağırmış, hepimiz çil yavrusu gibi dağılıp kendimizi yere atmıştık. Bomba patlamamış, kimseye bir şey olmamıştı ama olay klasik bir "askerlik hatırası" olarak belleklerimize kazınmıştı.

Bugün kim bilir ne sofistike hâle gelmiş olan silahlarla ilgili teorik derslerde, o zamanlar bize meselâ uzun uzun "piyade tüfeği" anlatılırdı: "Piyade tüfeği ikiye ayrılır; tahta kısım, demir kısım… Meraklı arkadaşlar bütün bu hayati bilgileri özenle not eder ve ezberlerdi. Teorik derslerde yedek subaylığın önemini vurgulamak için, İstiklȃl Savaşı'nda şehit olanların çoğunun yedek subay olduğu söylenerek millî duygularımız kamçılanmaya çalışılıyor, "yedek subay marşı" hepimize ezberletiliyordu:

"Türk ordusu yenilmez mertlik denemesinde her eri bir yıldırım düşmanın tepesinde yurdu, cumhuriyeti korumaktır azmimiz coşar istiklal aşkı gençliğin gür sesinde Türklüğün öz cevheri taşar temiz kanından yedek subay ölür de dönmez er meydanından Türk bayrağı sınırlar üstünde Türk şanıdır tarihe mertlik sözü Türk'ün armağanıdır göğsü her karış toprak uğruna siper olan asker için en aziz sevgili vatanıdır Türklüğün öz cevheri taşar temiz kanından yedek subay ölür de dönmez er meydanından."

"Yedek Subay ölür de dönmez er meydanından" nakaratını, benim de içinde yer aldığım yaylacı grup, her seferinde "Yedek subay ölürse dönmez er meydanından" diye söyler,  başımızdaki teğmenin ifrit olmasına yol açardık.

Bütün bu disiplinsizliklerimiz okul yönetimince "doktordan asker olmaz" ön kabulü ile bir dereceye kadar hoş görülürdü. Ancak üç aylık eğitim süresinin sonuna doğru sudan bir nedenle patlak veren bir olay, okul yönetimini çılgına çevirmişti. Bizlere her ay ödenen 25 lira diye anımsadığım komik öğrenci maaşı, son ay okul komutanlığı tarafından ordu evinde yapılacak "dönem sonu balosu"nun masraflarını karşılamak üzere, bizim onayımız alınmadan kesilmişti. Kimse meraklısı değildi ama doğal olarak, bizlerin baloya katılmasına da izin yoktu.

Haberin duyulduğu gece yatakhanede bu konu tartışılırken, yüksek rütbeli subayların davet edildiği balonun, terfi bekleyen okul komutanının bir tür prestij gösterisi olarak planlandığı bilgisi gelince itirazlar başlamıştı. Genel eğilim bu saçmalığı kabul etmemek yönündeydi ama bazı arkadaşlar, askerlikte toplu itirazın suç sayıldığını ileri sürerek ses çıkarmamayı telkin ediyorlardı. Tartışmalar devam ederken üç arkadaş tek tek dilekçe vererek maaşlarımızın ödenmesini istemeye karar vermiştik. Ertesi sabah biz okul kalemine dilekçelerimizi verirken, önce 8 - 10 kişi, sonra neredeyse bütün okul bizi izledi ve tabii kızılca kıyamet koptu. Akşam içtimasında binbaşı "Aranızdaki birkaç komünistin başlattığı bu isyanın hesabını vereceksiniz!" gibi tehditlerle başladığı konuşmasını "Kahraman Türk ordusunun sizin paranıza ihtiyacı yoktur, maaşlarınız ödenecektir" diye tamamladı. Kimi arkadaşların ileri sürdükleri gibi ne soruşturma açıldı ne de kimse bu yüzden çavuş çıkarıldı. Son hafta bizi asteğmen rütbesiyle gönderileceğimiz yerler için kuranın çekileceği bir salonda topladılar. Listede İstanbul'da biri Boğaz komutanlığında, biri de Yassıada'da olmak üzere iki yer vardı. Her ikisi de Deniz Kuvvetleri'ne bağlı yerlerdi. Kuşkusuz İstanbul'u istiyordum ama bütün kötümserliğimle, hükümet tabipliğinde olduğu gibi yine kim bilir hangi ücra sınır karakoluna giderim diye beklerken, torbadan çektiğim kağıtta Yassıada yazılıydı.

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı