27 Haziran 2021

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

İlk ders

Kapanma dönemindeki günlük kaçak turlara çıkarken, devasa çekçeklerine asılarak yokuşları tırmanan toplayıcılara rastladığımda, vicdanımdaki sızıyı biraz olsun bastırmak için, gözüme kestirdiğim birinin eline, "zor iş yapıyorsunuz, lütfen kabul edin" gibi bir şeyler geveleyerek, bir on liralık sıkıştırmayı adet edinmiştim.  Bu işleri oldum olası beceremem ve her seferinde mahcubiyetten elim ayağım dolaşır ama sonunda kendimi biraz iyi hissederim. Bugüne kadar beni mahcup eden çıkmamış, muhataplarım, biraz da beni memnun etmek için, şöyle bir bakar ve "Allah razı olsun…" benzeri bir şey mırıldanırdı.

Bundan yaklaşık bir ay kadar önce, hafiften bahara açılmaya başlayan kapanma günlerinden birinde, oturduğumuz Cihangir yokuşu üzerindeki evimizden çıkıp, İlyas Çelebi yönünde yürüyüşe başlamıştım. Sağda Münir Özkul Okulu'nun yanındaki İlyas Çelebi Camisi'nin (Camii demiyorum) özenle restore edilmiş ahşap lojmanın önünden geçerken, her seferinde olduğu gibi yine, iki yüz metre ötede koca Cihangir Camisi varken 'bu cemaatsiz mini cami ve lojman neden restore edilir, lojmanda kim oturur acaba?' diye düşündüm. Caminin biraz ilerisinde, Ahmet İnsel'in uzun zamandır kapalı olan evinin önünden geçerken de, geçen ay kapı kilidini ustaca açarak, sadece bilgisayar kasasını ve birkaç yazılı materyali alanın kimliğini bir kez daha aklımdan geçirerek yoluma devam ettim.

İlyas Çelebi'den karşı köşede kerameti ve kimliği kendinden menkul, meçhul yatırın yanından Balaban Çıkmazı'na doğru çıkarken, Sanatkârlar Caddesine adım atmıştım ki, Roma Bahçesi'nin köşesindeki çakır çukur yolda, iki tekerlekli bir taşıyıcıya oturttuğu kocaman bir plastik torbayı iki büklüm halde yokuş yukarı taşımaya çalışan yaşlı bir kadınla karşılaştım. Plastik torba, bahçenin kuytularında gençlerin içip bıraktıkları bira ve belki şarap şişeleriyle doluydu. Özensizce bağladığı başörtüsünün altından pamuk beyazı saçları görünüyordu. Besbelli ki, yaşadığımız bu amansız koşullarda topladığı şişeleri satıp hayata tutunmaya çalışıyordu. Yükünü taşımaya yardım etme önerimi yanıtlamayınca, yan cebimde hazır duran on liralıklardan birini çıkarıp, artık ezberlediğim kalıp cümlelerle, "…lütfen kabul edin!"diyerek uzattım. Bu kez durdu ve dönüp bir süre bana baktı. Sonra da, güngörmüş ve yorgun yüzünde hafif müstehzi bir gülümsemeyle "Yok almayayım, sağolun" diyerek yoluna devam etti. Yokuşun ortasında bir süre çakılıp kaldıktan sonra, sessizce yanından geçip uzaklaştım. O günden sonra her karşılaşmamızda, beni bağışladığını belli eden sevecen bir ifadeyle selamımı alıyor.  

* * *

Eşek şakası

Sanatkârlar Caddesinin başındaki kısa yokuşun bitiminde, Balabanbey Çıkmazının köşesinde, üç katlı, gri-beyaz boyalı, yeni bir ev yaptılar. Karşıdaki tarihi yarımadaya bakan geniş panoramik pencereleri ve sade görünümüyle şık bir ev. Cadde ve dar kaldırımla dudak dudağa konumdaki alt kat pencereleri içerisini göstermeyen koyu renk camla kaplı olsa da, bu pencereler bana mahremiyeti yok eden tuhaf bir teşhircilik duygusu veriyor. Benim asıl vurgun olduğum, onun hemen bitişiğindeki, hiçbir fevkaladeliği olmayan iki katlı eski ahşap evdir. Eskiye dönüş meraklısı değilim ama bana sanki karşıdaki manzara, ahşap evin o mütevazı ölçekli pencerelerden daha güzel görünür gibi gelir.

Neyse, yaşlı kadından dersimi aldıktan sonraki günlerden birinde, ahşap evden itibaren başlayan ve üst sokağa tırmanan seyirlik merdivenlere kadar devam eden Roma bostanın yeşillikler içinde yerli yerinde durduğunu bir kez daha görünce, her tarafın betonla kaplandığı kentte, bu kadarı da teselli sayılır diye düşünüp yoluma devam ettim. Adı cadde olmasına rağmen kısacık olan Sanatkârlar Caddesi'nin sonunda, bundan dört beş sene önce mahalleyi ayağa kaldıran tartışmalara rağmen yapılan "sosyal tesis"in kapısındaki bez afişte İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin (İBB) adı geçse de, yanından her geçtiğimde, kapı önüne park etmiş, dikiz aynasına tespih asılı lüks arabalara ve girip çıkanlara bakarak, kendimi yabancı hisseder, hangi kurum tarafından işletildiği, hangi sosyal faaliyetler için kullanıldığını merak ederim.

Bu yüzden, bu geçişimde de, iki kat halinde bahçeye inen ve hiç de fena görünmeyen sosyal tesise girmeyi erteledim ve sağa, Kamacı Ustası sokağına saptım. Sapmamla birlikte, sağdaki tuğla renkli bahçe duvarında, meçhul bir ressamın, Michelangelo'nun Sistina Şapeli'nin tavanındaki "Adem'in yaratılışı" tablosundan pandemiye el uzatan nefis resmi ile karşılaştım.


Elindeki enjektörle başka bir ele uzanan resim

Muhtemelen medyaya daha önce yansıtılmıştı ama ben ilk kez görüyor ve duvarın önünden ayrılamıyordum. Derken yanı başımda, kuyruğunu keyifle sallayıp paçalarıma sürtünerek, benimle birlikte resme bakan boz renkli irice sokak köpeğini fark ettim. Bir süre bakıştıktan ve muhabbetle karşılıklı söyleştikten sonra vedalaştık ve ben yoluma devam ettim.

Kısacık Kamacı Ustası Sokağı'nın Batarya Sokağı'na (ne isimler ama… ) ulaştığı sağ köşede, önü ve vitrini envai türlü bitki ve çiçek saksılarıyla bezenmiş "tamirevi"nin önünde, saksıları sulayan Necati Bey'le (Karabulut) selamlaşıp, karşılıklı iyilikler diledik. O köşe, Roma bahçesinin yanından geçerken gelen taze çimen ve ıhlamur çiçeği kokularına, yaseminin eklendiği yerdir. Bu koku karışımı azalıp artarak yukarı doğru uzayıp giden Batarya Sokağı boyunca devam eder. Ben 'bu yoksul tesellisi güzellikleri de elimizden alamazlar ya!' diye dalgın dalgın düşünerek yürürken, aniden iki omzumun arasına yumuşak ama alabildiğine güçlü bir darbe inmesiyle birlikte, dengem bozuldu ve kaldırımın üstüne kapaklandım.

Dört ayak üstünden doğrulmaya çalışırken, ışık hızıyla İlk aklıma gelen, ergenlik yıllarımızda, itişirken, birbirimizin üstüne sıçradığımız günler oldu. Ama itiraf etmeliyim ki, şu sıralarda kendimi örneğin bir Barış Atay veya Levent Gültekin gibi seçilecek hedef yerine koymasam da, yandaş çetelerin saldırısının ilk hamlesi de aklımdan geçmedi değil. Seksenlik bir emekli olsam da, gücüm kuvvetim yerinde olmalı ki, refleks olarak sırtımı kaldırımın yanındaki duvara yaslayıp savunmaya geçerken, hemen arkamda, biraz önce dostça ayrıldığımız sokak köpeğini gördüm. Belli ki, iri köpeklerin kavga ile oyun karışımı boğuşmaları sırasındaki "göğüs atma" darbelerinden birine maruz kalmıştım. Ön ayaklarını hafifçe kıvırmış, şakacı hırlamalarla, kendi türünden saydığı biriyle oyuna devam etmek ister gibi beni seyrediyordu.

* * *

"Sevme"nin emir kipi: "Love Erdoğan"

Biliyorum bu kökü dışarıda muhabbet ifadesine dair epey yazı yazıldı. En kapsamlılarından biri de bu sütunlarda sevgili dostum Talat Kırış'ndı. Yeni moda emoji maskaralığında yürekle temsil edilen bu ifade ilk kez Erdoğan'ın ziyareti sırasında New York'ta kullanıldığını, dolayısıyla kökü dışarıda olduğunu Talat'ın yazısından öğrendim. Her ne hal ise, ben burada bu "sevimli afişlerin" Cihangir hallerinden bahsedeceğim.

Batarya sokağında yere serildiğim günden epey önceydi herhalde. Hava esintili ve soğuktu. Yine Batarya'dan Tüfekçi Salih, Anahtar, Havyar ve Oba sokaklarından, duvarları süsleyen birbirinden ilginç grafitileri izleyerek geçmiş, Alper Taş'ın Beyoğlu Belediye Başkan adayı olduğu son yerel seçimlerden kalma, "Yaz Dağa Taşa, Oylar Alper Taş'a" duvar yazısına bir kez daha göz atarak, eski Alman Hastanesi'nin, şimdi bir tür semt üniversitesine(!) dönüşen yapıların yan ve arka duvarlarını izleyerek Cihangir Caddesine inmiştim.

Köşedeki Serpil Eczanesinin önünden, sabah saatlerinin tenhalığından yararlanarak caddenin ortasından yürümeye başlamıştım ki, önümde denize doğru uzanan berrak gök yüzünde keyifle dalgalanan kırmızı beyaz bayrak rengindeki o devasa afişi gördüm: "Love Erdoğan"

Göklerde dalgalanan devasa afiş, sağdaki kapalı otoparkın ön cephesinin üst köşesinden, kısa tarihimizin ilk muhalif semt barı olan Kaktüs'ün önündeki elektrik direğinin tepesi arasına gerilmiş olan bir halata asılmıştı. "Allah sevdiklerine bağışlasın" ama o afişi asanlar da pekâlâ bilir ki, ben dahil, bu ülkede yaşayan ve oy kullanma hakkına sahip olan yurttaşların yarıdan epey fazlası bu semtte yaşayanlarınsa en az yüzde yetmişi için, bu afiş aşırı rahatsız edicidir. Bunu düşündüğüm anda 'acaba gerçekten öyle mi?'sorusuna yanıt aramak üzere etraftan gelip geçen insanları gözlemeye başladım. Pek kimsenin umurunda değildi. Yol kenarında bekleyen motosikletli bir kuryeye afişi göstererek, "Evlat bu afişte ne yazıyor?" diye sordum. Kafasını kaldırıp şöyle bir baktıktan sonra, keyifle gülerek yanıtladı: "Erdoğan'ı sev, diyor amca!". "Peki ya sevemezsen?" diye üsteleyince de, "Mecbur sevecen" deyip uzaklaştı.

Kendi kendime "huysuzluk etme, görmezden gel" diye telkin etmeye çalıştım ama nafile, başaramadım. Bu sefer, 'yaşadığımız mahallenin, her gün bir şekilde geçtiğiniz ana caddesinin tepesinde sallanan bu devasa afişi asmanın ne anlama geldiği' sorusunun yanıtını bulmaya çalıştım. Altından geçen yurttaşların, başlarını kaldırıp dalgalanan afişe baktığında, yüreklerinin adı geçen şahsa yönelik sevgiyle dolup taşacağını düşünmedikleri açıktı. O zaman tek olasılık kalıyordu; rejimin değiştiğini, artık onun tebaası olduğumuz mesajını gözümüze sokmak ve benim gibileri sinir etmek. Düşünce ve ifade özgürlüğümüzü talan etmeleri yetmedi, şimdi de duygu özgürlüğümüze el atıyorlar.

Bu alacakaranlık düşünceler içinde her zamanki gibi Cihangir Camisi'nin (Camii'nin demiyorum) bahçesinden geçerek eve vardığımda, her gün bir benzeriyle yüzyüze geldiğimiz bu tehdit mesajları karşısında, bir zamanlar toplu halde dile getirdiğimiz bütün itiraz yollarının fiilen elimizden alındığını yeniden fark ettim. Eğer takıntılı ruh haline biraz âşinaysanız, geceyi nasıl geçirdiğimi tahmin edebilirsiniz. Halk tv ile Artı tv arasında gidip gelerek haberleri izlerken bile, Cihangir göklerinde dalgalanan dev afiş beynimin kıvrımlarını yalayıp durdu. Bu sıralarda kafamı başka bir şeye verebilirim umuduyla okumakta olduğum Orhan Pamuk'un "Veba Geceleri" kitabını elime aldım ama ne mümkün.

Sabah her zamanki saatte, karşımızdaki küçük marketin kapısından Şenol'la selamlaşıp tura başladım. Niyetim Roma Bahçesi'nde biraz oyalanmak, sonra da yolu değiştirip Cihangir Caddesi'ne uğramadan eve dönmekti. Anahtar sokağın sağ üst köşesinde duran çiçek yüklü minik arabaya göz atıp, sola Sıraselvilere indim. Firuzağa Camisi'nin önündeki açıkhava kahvesi henüz boştu. Oradan yukarıya vurup "La Cave"a uğradım ve kadim dostumuz Esat'la biraz siyasi laf çevirdik. Kafamdan silmeye çalıştığım için, Cihangir Caddesi'ndeki göksel afişten özellikle söz etmedim. Oradan çıkıp henüz kalabalıklaşmamış Sıraselviler'den yukarıya çıkmaya başladığımda, kendime verdiğim sözü tutamayacağımı anladım ve en kısa yoldan hızla Cihangir Caddesine indim. O ne? "Şekilde görüldüğü gibi" koca afiş rüzgârın etkisiyle kendi etrafında katlanıp okunamaz hale gelmişti.

O gün denizden esen mübarek rüzgâra karşı bağrımı açıp tarife sığmaz bir zafer duygusuyla eve döndüm. Bu böyle iki üç gün devam etti. Bez afiş bir kere katlandı mı, rüzgâr tersinden de esse kolay kolay düzelmez artık diye rahatladığım günlerden birinde caddenin ortasında durmuş itfaiye merdivenli bir araçla, afişin tekrar açıldığına, kendi gözlerimle tanık oldum. Lâkin gözünü sevdiğimin Cihangir rüzgârı ertesi günü, bu kez afişi iki defa katlayıp iyice düğümledi. Rüzgârla inatlaşanlar kaç kez araç getirip katları açtı ve Erdoğan'ı sevme emrinden mahrum kalmamızı önledi bilmiyorum ama bir hafta öncesine kadar hep rüzgâr kazanmış ve afiş göğsünü gere gere gün boyu açık kalmayı neredeyse hiç başaramamıştı.

Bir hafta kadar önce caddeye adım attığımda, afişin yine açıldığını ama bu sefer, rüzgârda dalgalanmak yerine, kolalanmış gibi kasılmış hale geldiğini gördüm. Yaklaşıp yakından baktığımda bez afişin iki kenarına upuzun demir çubuk ya da sırıklar tutturularak, katlanmasının önlendiğini fark ettim. Bu kadarını beklemiyordum. Yapacak bir şey yoktu. Semtin muhaliflerini temsilen, direnmeye çalışan Cihangir rüzgarına, "HADİ yavrum, yoksullara aş, iş, cümlemize huzur, hak, hukuk, adalet, barış, demokrasi dileyen sesini yükselt, daha güçlü es, savur, kirlenen havamızı, suyumuzu, ruhumuzu, dünyamızı, vicdanımızı temizle!" diyerek ezik bir yürekle eve döndüm.

Bu yazı burada bitmiş ama araya giren koşuşmalar nedeniyle T24'e göndermeyi ihmal etmiştim. Bu sabah, yürüyüşten sonra, düzeltmeleri yapar gönderirim diye karar vermişken, yine kendime verdiğim söze uymayıp Cihangir Caddesine girdiğimde, sadece afişin değil bağlandığı halatın da yok olduğunu şaşkınlıkla gördüm. Taksi durağındakilere, Kaktüs çalışanlarına sordum. Kimse ne olduğunu bilmiyordu. Besbelli ki rüzgâr gereğini yapmıştı.


Grafiti: Ümit Her Yerde

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı

Tam 15 yıl önce bugün…

Aralarında can dostlarımın bulunduğu “yetmez ama evetçiler”e karşı kan davası güdenleri kınıyorum