16 Haziran 2020

Yassıada’da oda hapsi

Sonradan, içinde temiz bir yatak, soyunma dolabı, masa ve iskemleden başka eşya bulunmayan bu odada vaktiyle Menderes'in bir süre kaldığını öğrendiğimde, onun adının kocaman bir çapraz işareti ile karalandığı etiketleri duvarlara yapıştırdığım öğrencilik günlerimi hüzünle hatırlamıştım

Duruşmalar sırasında bir kez gittiğim Yassıada'da, mahkeme salonu olarak kullanılan spor salonu ve son derece çirkin birkaç binaya yerleşmiş küçük bir askerî birlik vardı. Birlik Kasımpaşa'daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'na bağlı bulunduğu için, hiç hesapta yokken "Bahriyeli" oluvermiştim. Benimle aynı dönemden arkadaşım, diş hekimi Celal Kulen dışında kimseyi tanımıyordum. Celal daha askerliği bitmeden bir yarışmaya katılarak, Tunç Okan adıyla sinema oyunculuğuna başlayacak, sonraki yıllarda yönetmenliğini yaptığı "Otobüs" filmiyle hayli ün kazanacaktı. Yassıada'da ikimiz yedek asteğmen olarak en düşük rütbeli subaylardık. Celal, o sırada Deniz Kuvvetleri Komutanı olan Oramiral Celal Eyiceoğlu'nun akrabasıydı ve adaya kura ile değil torpille atanmıştı; dolayısıyla adı konmamış bir dokunulmazlığı vardı. Bense adadaki tek hekim olduğum için, reçete yazdırmak, rapor almak gibi kritik işler nedeniyle, bütün subaylar nezdinde az çok itibar sahibiydim.

Benim ve Celal'in çalışacağı "Sıhhiye" birimi, barakamsı bir yapı içindeki birkaç yataklı küçük bir revir ve doktor odalarından ibaretti. Personel olarak da, bize "komutanım(!)" diye hitap eden iki sıhhiye erimiz vardı. Subayları ve ada dışında kalan personeli, yanlış anımsamıyorsam Bostancı'dan kalkan eski bir motor, oflaya puflaya yaklaşık bir saatte adaya götürüp getirirdi. Herhangi bir nedenle motoru kaçırma halinde, adaya ulaşmak olanaksızdı. Adanın asıl kumandanının rütbesi ne idi anımsamıyorum ama motora Bostancı'dan beraber bindiğimiz bir kıdemli yüzbaşıya herkes komutan diye hitap ediyor, o da her haliyle fiili hiyerarşiyi temsil ettiğini özellikle gösteriyordu. Onun dışında anımsadığım, aşağı yukarı aynı yaşlarda iki yüzbaşı daha vardı ama onlarda pek öyle kasıntı asker tavırları dikkati çekmiyordu. Bize son derece dostça ve saygılı davranıyorlardı. Sonradan her ikisinin de astsubaylıktan gelme makine subayı olduklarını öğrenmiştik.

Başlangıçta küçük bir adada çalışmak bana çok sevimli gelmişti ama Yassıada'nın yakın tarihinde yaşananların görünmez izleri ve günlük hayatın monotonluğu kısa zamanda ada cazibesini silip süpürmüştü. Evden saatinde çıkıp servis aracını ve motoru yakalama stresine, daha ilk günlerden itibaren komutanın itici ve otoriter tavırları eklenmişti. Motorda Celal'le birlikte komutandan en uzak yerde oturur mümkün olduğu kadar karşılaşmamaya çalışırdık. Bir keresinde lodos bir havada motor feci şekilde sallanırken, bir astsubayla bana sağlık karnesini ve yazmamı istediği ilaç listesini göndermiş, ben de henüz mesainin başlamadığını ileri sürerek geri göndermiştim. Bu olaydan birkaç gün sonra ben revirdeyken, posta eri imza karşılığı kapalı bir zarf getirdi. İçinde, filanca yönetmeliğin falanca maddesine göre, adada "sinek mücadelesi" yapmadığım için hakkımda disiplin soruşturması açıldığını ve mesai bitimine kadar yazılı savunmamı hazırlayıp personel dairesine getirmem gerektiğini belirten bir yazı vardı.

Komutanla motorda geçen gerilimin bir karşılığı olabileceğini bekliyordum ama böyle saçma bir gerekçe ve alelacele soruşturma biraz şaşırtıcıydı. Böyle bir durumda ne yapabileceğimi danışacak kimse yoktu. Partili avukat arkadaşlara telefonla ulaşmak mümkün değildi. Yemek için Celal'le birlikte kantine indiğimizde, subayların bakışlarından, olaydan herkesin haberdar olduğu anlaşılıyordu. Doktor odasındaki dolaplardan birinde bulduğum 'iç hizmet yönetmeliği' gibi bir dosyada, 'yaz aylarında sinek mücadelesi yapılır' diye bir madde vardı ama daha mayıs ayının ilk günlerindeydik. Ortalıkta tek tük sinek vardı ama öyle ilaçlama yapacak bir durum söz konusu değildi. Üstelik ilaçlama için elimizde ne ilaç ne de araç gereç vardı. Şimdi ayrıntılarını hatırlamıyorum ama savunma olarak, suçlamanın saçmalığını göstermek üzere pek de alttan almayan uzun bir savunma yazıp ilgili daireye götürdüğümde mesai bitmek üzereydi. Bir astsubay, beklememi rica ederek savunmayı alıp başka bir yere götürdü. Ne kadar sürdüğünü anımsamadığım o beklemenin ardından elime 'bir hafta oda hapsi' verildiğine dair bir yazıyı tutuşturduklarında, servis motorunun adadan ayrılış saati çoktan geçmişti.

Savunmamı alan astsubay, son derece saygılı tavırlarla beni kantinin bulunduğu binada, adada geceleyen subayların kaldığı bir koridor üzerindeki odalardan birine götürdü. Göründüğü kadarıyla öteki odalar boştu. Tutukludan çok, konaklamak üzere otele gelen bir müşteri muamelesi görüyordum ama özgürlük alanımın sınırı, oda ile koridordaki tuvalet - banyonun ötesine geçemiyordu. İsteğim üzerine, doktor odasındaki el çantam, diş fırçası, tıraş takımı gibi özel eşyalarım getirtildi. Ortalıkta gardiyana benzer kimse yoktu ama koridorun sonunda bekleyen görevli aracılığıyla bitişikteki subay kantininden ve büfeden ihtiyacım olan şeyleri aldırabilecektim. Kendimi kapana kıstırılmış gibi hissediyor, bu güç gösterisi karşısında itirazımı dile getirebileceğim bir yol bulamıyordum. Hükümet tabipliğini yarıda bırakıp, Van Milli Emniyeti'nin şerrinden kaçarak askere sığınmanın ilk bedeli buydu demek. Öfkemi biraz yatıştırmak için bir taraftan bu olup bitenlerin komik tarafını görmeye çalışıyor, bir taraftan da bu ilk hapislik deneyimini "sinek mücadelesini ihmal etmek" gibi saçma sapan bir nedenle yaşamış olmama hayıflanıyordum. Bu duygular içinde, bir haftayı geçireceğim odanın boyası yer yer dökülmüş çıplak duvarlarında, benden önce kalanlara ait izler aramıştım. Sonradan, içinde temiz bir yatak, soyunma dolabı, masa ve iskemleden başka eşya bulunmayan bu odada vaktiyle Menderes'in bir süre kaldığını öğrendiğimde, onun adının kocaman bir çapraz işareti ile karalandığı etiketleri duvarlara yapıştırdığım öğrencilik günlerimi hüzünle hatırlamıştım.

Oda hapsinin ilk akşam yemeği görevli erin getirdiği soğumuş bir çorba ve ekmekten ibaretti. Kantin ve büfe mesai saatleri dışında kapalı olduğu için yiyecek bir şeyler aldıramamıştım. Ertesi gün, servis motorunda ahbaplık ettiğim yüzbaşılardan biri ziyaretime geldi. Beni teselli etmeye çalışırken, oda hapsinin, özlük dosyamdaki kayıtlar nedeniyle bir tür gözdağı verme amacını taşıdığını ima eden şeyler söyledi. Aynı gün, diş hekimi arkadaşım Celal gazete ve sigara getirdi. Onun aracılığı ile kız arkadaşıma ve eve haber iletmem mümkün oldu. Kısa zamanda kitap, radyo ve idare edebilecek yiyeceklerle hapislik konforum az çok sağlanmıştı. Bir haftanın sonunda, bana oda hapsini tebliğ eden astsubay, yine nazik tavırlarla yeni bir yazı getirdi. Yassıada'dan, Kasımpaşa'daki Kuzey Deniz Saha Komutanlığı Sağlık Dairesi'ne atanmıştım. Gözdağı vermenin dozu biraz kaçmış olsa da, adadan ayrılacağım için şikâyetçi değildim. Gideceğim yer konusunda hiçbir fikrim yoktu ama hiç olmazsa ulaşımı kolaydı ve Yassıada gibi kentten kopuk değildi.

Toplamı bir ayı geçmeyen Yassıada mesaisinin son günü muhatap olduğum bir muamele, bu saçma oda hapsi ve apar topar gelen atama işleminin arkasında komutanın kişisel kızgınlığından kaynaklanan "gözdağı"nın ötesinde nedenler olduğunu açıkça gösteriyordu. Atandığıma dair yazıyı aldıktan sonra servis motorunun kalkış saatini beklerken, bir tür "tebdil-i mekân" ferahlığı içinde, bir daha adım atmayacağım adada etrafı dolaşmaya çıkmıştım. Adanın arkalarında, şimdi tam anımsamadığım bir yere doğru yürürken, arkamdan yetişen bir astsubay beni durdurmuş ve her zamanki gibi saygıda kusur etmeden, o bölgeye görevlilerden başka kimsenin girmesinin yasak olduğunu söylemişti. Şaşkına dönmüş ve öfkeyle, etrafta buna dair bir uyarı yazısı olmadığını söylemiştim. Astsubay, tekrar tekrar özür dileyerek "Komutanın emri" diye yanıtlamış, ben de daha fazla üstelemeden revire dönmüştüm. Celal'e anlattığımda o da şaşırmış, oralarda bir iki kez koşu yaptığını ve kimsenin benzer bir ikazda bulunmadığını söylemişti. Besbelli ki bana özel bir muamele ile karşı karşıya idim.

2020 baharında Cihangir'de bu satırları yazarken; cezaevlerinin kanıtsız, tutarsız, suçlamalar yöneltilen gazetecilerle, avukatlarla, yazarlarla, sanatçılarla, insan hakları savunucularıyla, sivil toplum temsilcileriyle, muhalif Kürt siyasetçileriyle dolup taştığı bir dönemde, zamanın muktedirlerinin, Sarayburnu açıklarında sisler içinde görünen Yassıada'yı, hepimizle alay edercesine "Demokrasi ve Özgürlük Adası" adıyla yeniden yapılandırdığını ilan etmesindeki ibret verici anlamı kavramaya çalışıyorum.

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı

"
"