17 Haziran 2020

Kamondo Sarayı

Mermer merdivenlerden inerken, şimdi adını bile anımsamadığım komutanın son cümlesi kulaklarımda çınlıyordu: "Sen de ana baba evladı imişsin." Bu ne anlama geliyordu?

Yassıada’daki son mesai gününün bitiminde servis motoruyla dönerken, oda hapsi sırasında beni ziyaret eden yüzbaşı yanıma oturmuş, hem ayrılışım nedeniyle üzüntülerini belirtmiş hem de yeni görev yerim olan Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'nda daha rahat edeceğimi söyleyerek beni teselli etmişti. Kasımpaşa’da Haliç sahilindeki komutanlık, geç Osmanlı mimari örneklerinden biri olan ve Kamondo Sarayı diye bilinen muhteşem bir binaydı. Aslında Yassıada’da göreve başlamadan önce oraya uğramış hatta bahriye kıyafetlerimi oradan almıştım. Benim çalışacağım bölümde, daire başkanı görevini yürüten ve rütbesi kıdemli albay olan çok babacan bir askerî doktor, ne iş yaptığını hiç anlayamadığım bir veteriner binbaşı, bir de sıhhiye astsubayı vardı. Daire başkanı dahil, herkesin çalışma masası giriş katında, Haliç’e bakan büyük bir salondaydı. Üç katlı binanın girişin üstündeki katında komutan ve kurmay başkanının bölümleri, en üstte de yemek salonu ve resmi törenlerin, resepsiyonların yapıldığı ve yanlış anımsamıyorsam "balo salonu" denilen gösterişli bir mekân vardı.

Kuzey Deniz Saha Komutanlığı

Sarayın asıl sahibi olan Kamondolar'ın 1492’de İspanya’dan göçmek zorunda kalıp, önce Venedik’e sonra İstanbul’a yerleşen ve kuşaklar boyu Osmanlı yönetimiyle içli dışlı yaşayan ünlü bir Yahudi banker ailesi olduğunu Kasımpaşa’ya atandığım sıralarda duymuştum. Ayrıntıları daha sonra öğrendim. İmparatorluğun, sıkça karşılaştığı finansman sorunlarının çözümünde başvurduğu bu aile, Kasımpaşa’daki saray yanında özellikle Galata ve Pera bölgesindeki değerli birçok binanın da sahibiydi. Bankalar caddesindeki ünlü merdivenler de bu aile tarafından yaptırılmıştı. Ailenin 19. yüzyıl sonuna doğru Fransa’ya taşındığını, orada da sanatla ilgilenen varlıklı bir aile olarak ün saldığını ancak biri dışında ailenin bütün fertlerinin1944’de Naziler tarafından, Auschwitz toplama kampında öldürüldüğünü, hayatta kalan son Kamondo’nun ise. Renoir’ın ünlü tablolarından birinin modeli olan Iréne Cohén d’Anvers olduğunu çok sonraları öğrendim. Katolikliği seçerek Nazi kıyımından kıl payı kurtulan Iréne Cohén de ölünce, ailenin hiçbir varisi kalmamış ve İstanbul’daki bütün mülkler hazineye devredilmişti. 

Kamondo Merdivenleri

Bir tür sürgün olarak gönderildiğim Kuzey Deniz Saha Komutanlığı'ndaki görevim, neredeyse bütün gün masamda kitap okumaktan ibaretti. Daire başkanı bana kumandan gibi değil meslektaş gibi davranıyordu. Teorik olarak komutanlığa bağlı 5 askerî birliğin sağlık birimleri bizim daire tarafından denetleniyordu ama bunun somut karşılığı bürokratik yazışmalardan ibaretti. Komutanlık personelinin sağlıkla ilgili başvuruları, hemen yakınımızdaki Deniz Hastanesi'ne havale edildiği için, o konuda da yaptığımız iş sevk işlemleriyle sınırlıydı. Daire başkanının görmüş geçirmiş olgunluğunun tam tersi yapıdaki veteriner binbaşı,  güven telkin etmeyen tuhaf bir kişilik örneği idi. Askerî birliklerin ve gemi personelinin gıda kontrollerinden sorumluydu ama arada bir iki evrak imzalamak dışında sabahtan akşama kadar sigara içip etrafı gözetler, arada benim yanıma gelip lafa tutar, okuduğum kitabın ne olduğunu sorardı. Bir defasında, kapıdan girdiğim sırada onu masamın çekmecelerini karıştırırken gördüğümde sırıtarak sigara aradığını ve yine sırıtarak, beni Yassıada’dan göz altında bulundurmak için gönderdiklerini söylemişti.

Bu ufak tefek tatsızlıklara karşın, mesainin bitiminde ya arkadaşlarla Beyoğlu Baylan’da buluşur; sonu gelmeyen siyaset, edebiyat, felsefe, sinema muhabbetlerine girişir ya da sivilleri giyip Cağaloğlu’ndaki TİP merkezine gider, ufuktaki 1965 seçimleri ile ilgili çalışmalara katılırdım. Bu günlük rutin içinde uzmanlık sınavları için hazırlanırken, bir gün Kuzey Deniz Saha Komutanı, eşinin acil bir sağlık sorunu nedeniyle, muhtemelen o sırada daha tecrübeli bir hekim bulamadığı için beni emir subayı ile birlikte evine göndermişti. Anımsadığım kadarıyla bir baş dönmesi sonucu telaşlanmış olan kadıncağızın ciddi bir sorunu yoktu ama yine de ayrıntılı bir muayene yapmış ve zaten almakta olduğu ilaçların dozunu ayarlayarak endişelerini gidermiştim. Ertesi gün masamda kitap okurken, emir subayı komutanın beni çağırdığını söyledi. Daire başkanı albayın ve binbaşının meraklı bakışları altında emir subayı ile birlikte çıktım. Üst kattaki komutanın odası, bizim İstanbul Üniversitesi'ndeki rektörlük odası gibi yüksek tavanlı gösterişli bir makam odasıydı.

Komutanın karşısında acemiliğimi gizlemeye çalışarak "hazır ol" vaziyetinde beklerken, komutan hiç ummadığım nazik bir üslupla, eşini muayene ettiğim için teşekkür etti ve ailemin nerede oturduğu, babamın ne iş yaptığı, fakülteden ne zaman mezun olduğum gibi bir dizi soru sordu. Arkasından da, önündeki dosyaya bakarak "Peki evladım, mezun olduktan sonra başka yer bulamadın da mı Hizan’a gittin?" dedi. Şaşkınlığımı belli etmemeye çalışarak, "Gittiğimde Hizan yolu kapanmıştı, o yüzden Bitlis Sağlık Müdürlüğü Adilcevaz’da görevlendirdi" dedim. Bu kez arkasına yaslanıp "Peki neden orayı seçtin, başka yer mi yoktu?" diye üsteleyince, komutanın o babacan tavırlarının arkasındaki korkunç ayrımcılığın, Kürtlerle ilgili ezeli devlet paranoyasının ilk kez ayırdına vardım. Komutana hak ettiği yanıtı verememenin hayatım boyunca omuzlarımda taşıyacağım ezikliği içinde, burslu okuduğumu, mecburi hizmet için Sağlık Bakanlığı'nda çekilen kura sonucu oraya gittiğimi anlattım. Komutan uzun uzun yüzüme bakarak, yine babacan bir ifadeyle "Gidebilirsin evladım, sen de ana baba evladıymışsın" dedi.           

Mermer merdivenlerden inerken, şimdi adını bile anımsamadığım komutanın son cümlesi kulaklarımda çınlıyordu: "Sen de ana baba evladı imişsin." Bu ne anlama geliyordu?

Herhalde komutan, bir doktorun çalışmak üzere, bilerek isteyerek bir Kürt kasabasına gitmesini ana baba evlatlarına yakışmayacak bir seçim, bir suç gibi görüyor olamazdı. Bu kadar marazi bir düşmanlığı aklım almıyordu. Gerçi, Cumhuriyetin kurucu ideolojisinin temelini teşkil eden "Anadolu’nun Türkleştirilmesi" uğruna yapılanları düşününce, bunun bile kast edilmiş olabileceği aklıma gelmiyor değildi. Kim bilir, belki de hakkımdaki şüpheler TİP’e girmemle başlamış, Kürt bölgesine gitmem Van Millî Emniyeti'nce takibe alınmam için yeterli neden sayılmış, yedek subay okulundaki "dilekçe isyanı" diye kayıtlara geçen saçma sapan olay şüpheleri derinleştirmiş, Yassıada’daki bir haftalık oda hapsi ile gözdağı verilmek istenmiş ve dairedeki veteriner binbaşının dediği gibi, göz önünde bulundurmak için de buraya gönderilmiştim. Bunları düşünürken, orta okuldayken çocukça bir oyun olarak kendi kendimize kurguladığımız  "X Cemiyeti"nin okul yönetimi tarafından ciddiye alınması da kayda geçmiş midir diye aklımdan geçmiş; benliğimi derin bir yabancılaşma duygusu kaplamıştı.

Bu iç karartıcı konuşmadan kısa bir süre sonra, genellikle gazete, kitap okuyarak geçirdiğim sabah saatlerinde, yakınımızdaki Deniz Hastanesi polikliniğinde çalışmak için yaptığım ve bir türlü cevap alamadığım başvuru kabul edildi. Daire başkanı sanki yeni hatırlamış gibi, istersem ertesi günden itibaren başlayabileceğimi söyledi. Böylece "ana baba evladı" olmanın ilk ödülünü almış oldum. Deniz Hastanesi Dahiliye Bölümü Başkanı'yla önceden konuşmuş ve zaten poliklinikte hekime ihtiyaçları olduğunu, dolayısıyla izin alabildiğim takdirde beni memnuniyetle kabul edeceklerini öğrenmiştim. Böylece hem komutanlıktaki sıkıcı ortamdan ve veteriner binbaşının meraklı bakışlarından kurtulacak, hem de uzmanlık dönemi için az çok tecrübe kazanacaktım. Hemen ertesi sabah, çantama beyaz gömleğimi koyup Deniz Hastanesi'nin yolunu tuttum.

Yüzü gözümün önünde olduğu halde bunca yıl sonra adını anımsayamadığım Dahiliye Bölümü Başkanı çok bilgili ve bir o kadar mütevazı bir askerî doktordu. Orada çalıştığım süre içinde onu hiç resmî kıyafetle görmediğim gibi, alışılmış ast - üst ilişkisi içinde davrandığına da hiç tanık olmadım. Yaşı ve tecrübesi benden çok ileride olduğu halde, aklıma takılan her soruyu, bizim üniversitede burnundan kıl aldırmayan hocalar gibi değil, aynı düzeyde bir meslektaş gibi yanıtlar, özellikle hastaların yanında, aramızdaki tecrübe farkını belli etmemeye çok özen gösterirdi. Niyetim uzmanlık eğitimini nöroloji dalında yapmak olduğu halde, doğru bir kararla, önce genel dahiliyede tecrübe kazanmam sonraki yıllarda çok işime yaramıştı. Adını anımsamadığım ama hep saygıyla andığım bölüm başkanının davranışlarındaki zarafet, bütün hekimlik yaşamımda benim için yol gösterici olmuştu.

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı