05 Mayıs 2020

Eski mavi yolculuklar

Bizim dönemimizde Hürriyet teknesinin yolcu kadrosu 10-12 kişiyi pek geçmezdi. Mina Urgan, Berna Moran, Nural Yasin, Ayla Aktulga, Haluk Gerger ve eşi Renan, Melek Ulagay, Türkan ve ben sabit kadroyu oluştururduk

1960’ta öğrenciyken iki arkadaşımla birlikte Halikarnas Balıkçısı ve Azra Erhat’ın kitaplarından okuyup heveslendiğimiz ve sefil koşullarda dolaştığımız Ege kıyılarını gerçek bir mavi yolculuk yaparak yeniden dolaşmam için 15 yıl geçmesi gerekmişti. 1975’de TÜMAS vesilesiyle arkadaş olduğumuz Nural Yasin’in organizasyonu ile mavi yolculukların en emektar teknesi Hürriyet’i ayarlamış ve yanlış anımsamıyorsam Marmaris’ten çıkıp Gökova Körfezi’ni dolaşmıştık. Tekne personeli, artık hayatta olmayan Ali Kaptan’la, damadı Ali Fuat’tan ibaretti. Kamara, kabin, banyo gibi gereksiz lüksler yoktu ama orijinal haline pompalı bir alafranga tuvalet eklenmişti. Bu gibi ihtiyaçlar bir şekilde sahile çıkarak giderilirdi. Kumanya ve ancak 2-3 gün idare eden buz, tabii yolcular tarafından alınır, yemekler ve bulaşık, ikişer kişilik ekipler halinde yolcular tarafından kotarılır, sofrada ilk servis Ali Kaptan’a sunulurdu.

Daha sonraki yıllar boyunca, mavi yolculukları, tekne ve kaptanı emekli oluncaya kadar Hürriyet’le yaptık. Ali Kaptan yolcuların kıdemlileriyle akşamları bir iki kadeh rakı içer ve keyfi yerine gelirse, mümkün olan en az kelimeyle ve duyulabilecek en kısık sesle deniz maceralarını ve askerlik hatıralarını anlatırdı. Son derece saygılı, zeki, kendine göre görmüş geçirmiş bir "Köy asilzadesi" idi. Biz daha ilk tanıdığımız zaman bile yaşı hayli ilerlemiş, katarak nedeniyle özellikle uzak görmesi azalmıştı ama dümenin başındayken bir kez bile bu yüzden sorun çıktığına tanık olmadım. Çünkü kıyıları, denizleri, adaları, rüzgarları, dip dalgalarını, kıyı sığlıklarını avucunun içi gibi bilir, en berbat havalarda bile en ufak bir telaşa kapılmadan dümen tutardı.

Cevat Şakir’den Sabahattin Eyuboğlu’na, Azra Erhat’a, Vedat Günyol’a, Mina Urgan’a, daha sonraki kuşağın benden kıdemli yolcuları Cengiz Bektaş'a Türkan Saylan’a kadar bütün ünlü mavi yolcuları tanırdı. Hürriyet teknesinin 15-20 kişiyle yolculuk yaptığı eski günlere ait, nice tartışmalara, kavgalara, dargınlıklara, orada başlayan ve ilerleyen türlü arkadaşlıklara, dostluklara, aşklara tanıklık etmiş olmasına karşın, onlara dair tek laf etmezdi. Robus beden yapısı ve yüz ifadesi ile, o zamanların ünlülerinden Vietnam Halk Ordusu kumandanı General Nguyen Giap’a benzettiğim Ali Fuat ise cin gibi zeki, becerikli, gözünden hiçbir şey kaçmayan, konuşkan bir insandı. Beraber mercan avına çıkınca, ya da gecenin ilerleyen saatinde dedikodu faslı başlayınca, ikinci kaptan olarak kabul edilen Ali Fuat, usulünce sorulan sorulara yine usulünce, imalarla bezenmiş cevaplar verirdi ama o da hiçbir zaman saygı sınırlarını aşmazdı. Teknenin demirini atıp çekecek"Irgat" motoru olmadığı için, zincire asılarak çekmek onun ve gücü yeten erkek yolcuların göreviydi. İçimizde en sıskamız Berna Moran olduğu halde, bizimle birlikte zincire asılmayı hiç ihmal etmezdi.

Bizim dönemimizde Hürriyet teknesinin yolcu kadrosu 10-12 kişiyi pek geçmezdi. Mina Urgan, Berna Moran, Nural Yasin, Ayla Aktulga, Haluk Gerger ve eşi Renan, Melek Ulagay, Türkan ve ben sabit kadroyu oluştururduk. Burhan Şenatalar, Nakiye Boran, Nail Satlıgan, Günnur Savran, Bülent ve Öget Merih Teziç, Yücel Sayman, Gündüz Vassaf, Murat Belge, Oya Baydar, Aydın Engin, Taha ve Jale Parla, kızları Ayşe, gezilere sık ya da seyrek katılanlardandı. Çoğu zaman İstanbul’dan Berna Bey’in ve benim arabalarımızla, Mina Hanım, Nural ve Ayla yola çıkar, gece Selçuk’ta kalır, ertesi sabah Marmaris’ten tekneye binerdik. Geri kalan arkadaşlar gece otobüsüyle gelip bize katılırlardı. İstanbul’dan arabayla gelenlerin taşımak zorunda olduğu sabit kumanyalardan biri, "Rıfat Minare" marka grey furtt suyu kavanozları, kuru yemiş ve bazı özel içkiler olurdu. Başka var mıydı anımsamıyorum ama yarım litrelik kavanozlar içinde satılan Rıfat Minare grey furt suyu çok önemliydi. Onlar Nural tarafından her gün saat 11.00 sularında koca bir bakır tencerede cinle karıştırılarak "Hürriyet kokteyli" olarak sunulduğu için tüketimi fazlaydı. Bu yüzden Marmaris’te bulunmayan Rıfat Minare’ler İstanbul’dan alınır ve arabaların en ağır yükü olarak taşınırdı.

Tekne muhabbetinin sınırı yoktu, bir fasıl Mina Hanım ve Berna Bey’in Halide Edip Adıvar’dan, Ahmet Haşim’e, Yahya Kemal’e, Nazım Hikmet’e, Necip Fazıl’a, Peyami Safa’ya, Ahmet Hamdi Tanpınar’a, Yaşar Kemal'e, Mustafa Kemal’e, Mehmet Ali Aybar’a, Behice Boran’a ve daha birçok ünlü ve ünsüz edebiyatçıya, siyasetçiye uğrayan anıları dinlenirdi. Bu faslın asıl anlatıcısı tabii Mina Hanım’dı. Konuşmaktan çok dinlemeye yatkın Berna Bey’e çoğu zaman tanıklık etmek düşerdi. Arkasından "Ne olacak bu memleketin hali" faslı başlardı. Gece yarısına doğru bu muhabbetten ilk sıkılanlardan Nural ya da Melek sululuklara başlardı. Arada, poker oynamak, denize adam atmak, kostümlü makyajı doğaçlama oyun sahnelemek gibi, teknenin entelektüel klasına hiç uymayan işler de yapılırdı. Sahne oyunlarında en yeteneklimiz, o sıralarda Londra’da yaşayan ve mavi yolcuğu katılmak için gelen Türkan’dı. Uzun zamandır izini kaybettiğimiz Türkan, yanlış hatırlamıyorsam Mina Hanım’ın öğrencisi olmuştu. Oyunların senaryosunu genellikle Melek ve Ayla’nın katkılarıyla o kurar, araya Shakespeare esintili entrikaların, ihanetlerin alaturka versiyonlarını serpiştirirdi.

Biz mavi yolculuğun turistik dejenerasyona uğramasından önceki ayrıcalıklı yılların son dönemine yetişmiş ve hiç olmazsa birkaç yıl o cennet koylarda tekne kalabalığından, ses ve görüntü kirliliğinden azade demirleyebilmiştik. Kekova’nın batık kent kalıntılarına dalarak adım adım dolaşmış, Manastır Koyu’nun büyülü sessizliğinin tadını çıkarmıştık. Ben gün boyu dalıp balık avlar, ahtapot çıkarır, Ali Fuat sandalın dibindeki artık suya mercan avı için küçük kabukluları biriktirir, gün batımıyla birlikte mercana çıkardık. Her seferinde olmasa bile çoğu kez akşam yemeğini denizden çıkarırdık. Ali Fuat sabah gün doğmadan sığ sahilde sandalla dolaşıp uzun zıpkınla ahtapot toplardı. Ben her koyda 3-4 metrede en az bir iki ahtapotu elle yakalar, hemen kıyıya çıkıp yumuşayıncaya kadar döver akşama hazırlardım.

1970’lerin sonlarından itibaren, özellikle tatil aylarında, yerleşim yerlerine yakın koylar, yerli-yabancı turist taşıyan acayip görünümlü günübirlik teknelerin istilasına uğramaya başladı. Usulüne uygun mavi yolculuk teknelerinin sayısı katlanarak çoğaldı. Zaman içinde mavi yolculuk teknelerinin fiziksel konforu ve yolculara sunulan hizmet kalitesi hayli gelişti. Kimilerinde bu gelişme, ihtiyacın çok ötesine geçip lüks otelleri aratmayacak düzeye ulaştı. Kalkış limanları marinalarla, teknelere her türlü kumanyayı sağlayan büyük market zincirlerle donatıldı. Böylece Hürriyet teknesi emekliye ayrılırken, her mavi yolculuk grubunun kendi sınıfına uygun düşen tekne alternatifleri de çoğalmış oldu. Bu arada bizim grubun da yaş ortalaması yükseldiği için, hizmet talepleri nitelik değiştirdi ve mavi yolculuklarda, belli bir konfor aranır oldu. Bütün bu ticarileşme furyasına karşın, mavi yolculuğun geleneksel ruhunu az çok koruyan, bu işi severek yapan ve yolcularla ortak zevkleri paylaşan tekneler hiç eksik olmadı.

Tekne trafiğinin yoğun olduğu koylar eskiden de pek temiz kalmazdı ama plastik poşet devrimiyle birlikte, sahiller ve deniz dibi yavaş yavaş mezbeleliğe döndü. Buna hepimiz üzülürdük ama çoktan aramızdan ayrılmış olan Bülent gercekten acı duyar ve bizi de motive ederek, yanaştığımız her koyda kıyı temizleme işini organize eder, önce çöpler toplar sonra denize girerdik. Zaman zaman yerel yönetimlerin ve gönüllü çevrecilerin gayreti ile bu korkunç kirlenmeye karşı önlemler alındı ise de, kıyı temizliği hiçbir zaman bitişiğimizdeki Yunan adalarının düzeyine ulaşamadı. Bütün bunlara karşın, daha seyrek de olsa, mevsim dışı tenha zamanları kollayarak mavi yolculukları sürdürdük. Geçen yıllar içinde kadrodan kopanlar, yeni katılanlar, sonlanan ve yeni başlayan beraberlikler oldu.

Birkaç istisna dışında, bizim mavi yolculuklarda, bırakın kavgayı, kırgınlık ya da beraber olmaktan fazlaca sıkılma bile olmazdı. Eski yıllara ait bir istisna, TKP’nin o zamanlar hayattaki en kıdemli mensuplarından biri olan Müntekim Ökmen ile Dr. Özcan Öktem arasında yaşanan ve asla açığa vurulmayan ama geri kalan herkesin, biraz da eğlenerek fark ettikleri soğukluktu. Ben bu soğukluğu kendilerine fark ettirmeden bir fotografla tespit etmeyi başarmış, sonradan ikisine de ayrı ayrı gösterip gülüşmüştük. Mina Urgan’ın eski arkadaşı, benim sayıp sevdiğim dostum olan Müntekim Abi, Fransızca’dan zevkle okuduğumuz kitaplar çevirmiş, (Zenon- Körlerin Şarkısı, Herodotos Tarihi vb.) epey zamandan beri Bodrum’da inzivaya çekilmişti. Az konuşan, bildiğini iyi bilen, nüktedan ve polemik ustası bir eski kuşak entelektüeliydi. Cevat Şâkir, Sebahattin Eyuboğlu, Mina Urgan’larla birlikte mavi yolculuk geleneğini başlatanlardandı. 1915’te babasının Birinci Dünya Savaşı’nda uzak bir cephede ölümünden sonra doğan Müntekim Ökmen’in asıl isminin, doğduğu mahallenin muhtarı (yada imamı) tarafından, "İntikam alan" anlamında, "Müntakim" olarak konduğu, asıl soyadının da "Öcmen"olduğu ve her ikisinin sonradan kendisi tarafından Müntekim Ökmen olarak değiştirildiği söylenirdi. Ne var ki tek bir harf değişikliği ile Müntekim haline gelen adının da, soyadının da sözlüklerde bir karşılığı yoktu. Darüşşafaka Lisesi’ni bitirdikten sonra bir taraftan Son Posta ve Tan gazetelerinde gazeteci olarak çalışır, bir taraftan da Fransızca’dan birbirinden değerli çeviriler yapar. Fransızca’yı, o dönemin birçok entelektüeli gibi sağlam bir lise eğitiminin üstüne eklediği kendi gayreti ile öğrenmişti. Daha önce sözünü ettiğim gibi, 1946 "Komünist Tevkifat"nda 3,5 yıl hapis yatmıştı. Benim ilk tanıdığım yıllarda, yakınlarda kaybettiğimiz Naci Ormanlar’ın Perşembe Pazarı’ndaki camcı dükkanında dış yazışmalarla uğraşırdı. 1965 seçimlerinde TİP’i desteklemek üzere çıkardığımız gazetede, kısa ve vurucu polemik yazıları yazmıştı.

Benim eski eşim Fatma Arda’nın eniştesi Dr. Özcan Öktem ise, Çapa Psikiyatri kürsüsünde parlak ve iddialı bir uzmanken, siyasi nedenlerle doçentliği engellendiği için, ülkeye küsüp Almanya’ya göçen, İyi derecede Fransızca ve Almanca bilen, iyi okuyan, felsefeye, tarihe meraklı, çağdaş bir Avrupa entelektüeliydi. Yüksek kalite klasik müzik dinler, nadide pipolarıyla pahalı tütünlerden içerdi. İkisi de, içleri tertemiz, iyilik dolu ama bu yönleri, yakından tanımadan açığa çıkmayan, asık suratlı ve ilk bakışta biraz ukala izlenimi veren tiplerdi. Yolculuk boyunca aralarında kayda değer hiçbir tartışma çıkmamış, gerginlik olmamıştı ama her nedense birbirlerinden hoşlanmamışlardı. Tarihin, hatırlamıyorum ama ilk giden Dr. Özcan Öktem oldu. Yıllar boyunca içtiği nadide tütünlerin armağanı gırtlak kanserinin en agresif formuna fazla direnemedi. Arkasından 1993’te Berna Moran, 2000 baharında Mina Hanım, 2002’de Bülent Tanör, 2008’de Müntekim Abi, 2013’te Nail Satlıgan aramızdan ayrıldı. Son giden, bizim sabit kadromuzun en cevval yolcusu sevgili Nural Yasin oldu. 22 Eylül 2018’de, son yıllarda yaz aylarını geçirdiği Turunç’ta, sahildeki kayalıklar arasında cansız halde bulunduğu haberi geldi.

Yazarın Diğer Yazıları

Eski bir dostu anarken

Bazı yıllanmış dostlukların ne zaman ve nasıl başladığını bilemezsiniz. Sanki çocukluğunuzdan beri hep birlikteymişsiniz gibi gelir. Benim için, üç ay kadar önce sonsuzluğa uğurladığımız Ahmet Kaçmaz onlardan biriydi.

Cihangir'in bahar halleri

"Cihangir Tuğrul Eryılmaz'dan sorulur" diye söze başlayıp, ondan izin alarak baharla selamlaşan mahallemizde benim gözüme çarpan manzaralardan söz edecektim ama 'o kadarı fazla olur' diye düşündüm. Çünkü söyleyeceklerim Tuğrul'un görüş alanına giren şahsiyetler ve mekânlarla ilgili değil. Cihangir'in sokaklarından, duvarlarından ve sokaktakilerinden söz etmek istiyorum...

80'lik olmak o kadar da zor değil!

"Marlon Brando'nun üçüncü göbekten akrabasıyım, işte ispatı" diyerek Yılmaz Güney'e gönderdiği aşağıdaki fotoğrafı, meslek haseti yüzünden film artistliği kariyerini daha başlamadan bitirmiş, zavallı çocuk bu yüzden oyun yazarlığına başlamıştı