16 Mart 2025
Toledo’da zamanın durduğuna yemin edebilirim. Evet, ederim.
Burada sanki her şey, eski bir tablonun içinde sıkışıp kalmış. El Greco’nun karanlık ama bir o kadar da ihtişamlı fırça darbeleri arasında mı, yoksa Don Kişot'un bitmez tükenmez hayallerinde mi saklı bu durgunluk, emin değilim. İspanya’nın tam kalbinde, küçük ama dev bir şehir Toledo. Tam bir film seti gibi, gerçek olmak için fazla mükemmel tasarlanmış. Madrid’den kısa bir tren yolculuğu yaparak geldiğim Toledo'ya adım attığım anda kendimi yüzyıllarca geride buldum. Hem saatler durmuştu, hem de çok çok gerilere gitmişti. Zaman makinesi sonunda keşfedildi, izafiyet teorisi günlük hayatın parçası mı oldu? Ne zaman veba salgınıydı, hangisi yapay zekanın ürünüydü, Sultan Beyazıt yahudileri Osmanlı’ya mı davet etmişti?
Neydi, neydi, neydi?
Benim hiçbir şeyden haberim yoktu.
Develer tellal iken, günlerden bugün, anlardan şimdi iken…
“Bir şehrin ruhu var mı?” diye sorsalar, önce bir durup düşünür, sonra “Var, adı Toledo” derim. Bunu çok emin söylerim. İstanbul’un ruhunu görmek için yaprakları sıyırmaktan bıktım. Roma’nın, Paris’in ruhlarını milyonlarca göçmenin bağırtısından göremez oldum.
Toledo. Ruhu, nefesi, müziği apaçık ortada. Burada Roma’nın mirası, Vizigotların sessiz fısıltıları, Yahudi mahallelerinin sıcaklığı, Müslüman İspanya'nın incelikleri ve Hristiyan Orta Çağ'ın heybeti kol kola geziyor. Adımlarımı sokaklarda atarken, tarih kitabının sayfalarını çeviriyor gibiyim. Sanki zaman burada anlamını yitirmiş, geçmişin hayaletleri hala aramızda dolaşıyor.
Cervantes Kardeş, Tozunu Al Toledo’nun.
Görelim bütün güzelliklerini, duyalım bütün müziklerini.
Hadi!
Tarihi yerleri severim ama çok da tozlu olmasın, alerjilerimi arttırmasın isterim. Hani tarih sevgisi de bir yere kadar!
Toledo işte aynen böyle bir “dozunda, kıvamında, tam tetimatıyla” bir yer. Ortaçağ'da donup kalmış ama hale merak uyandırıyor.
Trenden indiğim gibi karşıma çıkan surlara bakıyorum ve bana ilk göz kırpan şehrin kapısından geçerken “Hoş geldin yabancı” dediğini duyuyorum sanki. Calle Comercio’da yürürken, dükkânlardan yükselen bademli marzipan kokuları, önümden geçen rahibelerin hızlı adımları ve turist gruplarının telaşlı fısıltıları arasında kendime bir yol çiziyorum. Aklımda Don Kişot’un hayalleriyle yürürken, karşıma çıkan Cervantes heykeli ile göz göze geliyorum. "Cervantes kardeş," diyorum, "sen Don Kişot’u yazmak için yıllarını verdin, ben de bu şehri anlamak için bir ömür veririm galiba".
Gülümsüyorum ve El Greco’ya doğru adımlarımı hızlandırıyorum.
El Greco'ya doğru gidiyorum gitmesine ama aklım hala bizim "bad boy" şövalye Don Kişot'ta. Ne maceralar, nasıl bir devlerle savaşan idealizm ve ne biçim dünyaya meydan okuyan haller tavırlar. Bıçkın mısın, maganda mısın, hafiften varoş musun; nesin sen?
Yine de bir dünyayı dar ederim halleri…
Daha evvel hiç fark etmemişim bu kadar etkilediğini beni. Allah Allah!
Derken kendimi antika bir kitapçıda, Cervantes’in eski baskılarının arasında buluyorum. Sayfalar arasında gezerken Don Kişot'un hayallerine dokunuyorum. Kitaplardan biri yere düşünce içimden "Don Kişot burada mısın, yoksa benimle dalga mı geçiyorsun?" diye geçiriyorum ve hafifçe gülüyorum. Alayım şu kitabı diye niyetlenirken, kabin boyu çanta ile seyahat ettiğim geliyor aklıma ve Don Kişot'u ait olduğu yerde bırakarak El Greco Müzesi’ne doğru yola koyuluyorum. Konumuzla ilgisi yok, ama uçaktan inince bagaj beklemeyi hiç sevmem.
Ressamın unutulmaz tablolarıyla karşılaştığımda, o an anlıyorum ki, bu gökyüzü gerçekten yalnızca Toledo'ya ait olabilir. Bambaşka bir ışık var burada, görmeden anlatılamayan, telefonumun kamerasının yakalamaya yetemediği. El Greco'nun fırça darbeleriyle bu şehrin sokaklarında tekrar geziniyor, başka hiçbir yerde bulunamayacak manzaralar ve ışık oyunlarıyla büyüleniyorum. Don Kişot'un idealist ruhunu, El Greco’nun dramatik ve mistik gökyüzünde tekrar buluyor ve Toledo’nun ruhunda kayboluyorum.
Burası beni resmen şair yaptı, hem de daha ilk günde. Hadi hayırdır inşallah…
Toledo'nun tarihine ve sokaklarına baktıkça, insan şaşırmadan edemiyor. Hani dinler karışınca ortalık da karışır diye düşünürüz ya hep. Ama gel gelelim, bu şehirde işler hiç öyle yürümemiş. Nasıl olmuş da yüzyıllar boyunca bunca farklı inanç bir arada kavga etmeden, kan dökmeden yaşamış, gerçekten hayret! Yahudi mahallesindeki sinagogların dinginliğinde yürürken, aklıma İstanbul'un Yahudileri geliyor hep; onlardan sıklıkla duyduğum Ladino dili yankılanıyor zihnimde. Ne hoş, zarif ve dokunaklı bir lisandı Ladino, adeta eski İspanyolcanın incelikli bir melodiyle buluşmuş haliydi. Keşke bu güzel dil kaybolmanın eşiğine gelmeseydi, keşke bugün hâlâ sokaklarda rahatça duyulabilseydi diye düşünüyorum.
Müslümanların ustalıkla inşa ettiği kemerlerin ve işlemelerin yanından geçerken, az ileride Hristiyan kiliselerinin görkemli kuleleri yükseliyor. Bu üç dinin böylesine iç içe geçip hâlâ barış içinde durabilmesi beni şaşırtıyor doğrusu. Toledo, insan doğasının sınırlarını zorlayan bir hoşgörü örneği. Sokaklarında dolaşırken bu uyuma inanmakta zorluk çekiyorum. Hele bugün, hele şimdi. İnsanların farklılıklarıyla bir arada yaşamasının aslında mümkün olduğunu bir kez daha fark ediyorum. Belki de Toledo'nun sırrı, farklılıkları çatışmaya değil, aksine güzelliğe ve zenginliğe dönüştürebilmesinde saklı. Keşke tüm dünya bu şaşırtıcı sırrı Toledo'dan öğrenebilse.
Toledo'nun efsanevi çelik kılıçlarını incelerken, bu kadim şehrin kalbinde yüzyıllardır korunan özel bir üretim tekniğinin sırrına ulaşıyorum. Toledo çeliğinin bir gizemi var. Farklı sertlikteki çelik katmanlarının ustalıkla birleştirilip defalarca dövülmesi ve su verilmesiyle, benzersiz bir dayanıklılık yaratılıyor. Ateşle çeliğin buluştuğu küçük dükkânlarda ustalar, bin bir emekle metale hayat veriyor. Bu titiz işlem, adeta kadim simya bilimini andırıyor. Toledo ustalarının hassasiyetle sakladığı bu sır, nesilden nesile aktarılarak, Toledo kılıçlarını eşsiz kılıyor.
Fakat bu şehirdeki tek sır, savaşçıların ellerinde değil, biraz da damağında gizli… Toledo’nun diğer büyük ustaları, çelik yerine bademe şekil veriyorlar. Ortaya nefis badem ezmeleri, yani marzipanlar çıkıyor. Kılıçların sertliğiyle yarışan bu tatlı mucize, şehrin ustalarının sanatının yalnızca savaş meydanlarında değil, mutfaklarında da yaşadığını gösteriyor. Böylece çeliğin büyülü sertliğinden marzipanın tatlı yumuşaklığına geçiyorum. Toledo’nun iki sırrına da ortak oluyor, bu unutulmaz şehrin ruhuna lezzetli bir dokunuş ekliyorum.
Dar sokaklar geçiyorum, yokuşlar iniyorum, yokuşlar çıkıyorum…
Yüzlerce yıllık apartmanlarda hala yaşamın devam ettiğine şahit oluyorum. Yarım kalan aşk hikayelerini duyumsuyorum. Haksızlıkları, hırsızlıkları, yalancı kahramanları görüyorum. Duaları duyuyorum. Düğünler, şarkılar, danslar seyrediyorum.
Yaşam…
Ne kadar da abartıyoruz, nasıl da narsistik bir dramayla bağlıyız yıldızlara. Hem kendimize, hem de bu yalan hayata hem de biricik olma arzusuna. Zaman dediğimiz koca bir yalan. Sınırlar da, insanlar da, diller de. Her şey akar, her an uçar.
Sonra her damla gökyüzünde asılı kalır.
İşte aynen böyle…
Toledo'dan ayrılırken kalbimin bir parçasını burada bırakıyorum. Benden bir parça, tam şuraya koyuyorum. Trene bindiğimde içinden geçtiğim hikâyelerin bitmediğini, buraya tekrar gelmem gerektiğini düşünüyorum. Zaten Toledo da bana bunu fısıldıyor, bildiğim her dilde hem de… “Hoşça kal demiyorum, sadece görüşmek üzere…”
Fatih Türkmenoğlu kimdir? "Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı. ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası. |
Bergamo, aslında İtalya’nın en zengin şehri olan Milano’nun hemen yanında. Epi topu 40 kilometre var arada. Ama Milano dünya devlerine ev sahipliğiyle, moda sektörünün atar damarı oluşuyla başlı başına bir galaksi. Gece hayatı, lüks arabalar, mankenler, playboylar falan… Benim Bergamo’m ise, 120 bin kişilik nüfusu ve sakin sokaklarıyla bambaşka bir gezegende…
Bu geç kalmış bir yeni yıl konseriydi. İstanbul bembeyaz örtülere bürünmeden, karlar altında kalmadan az evvel gerçekleşti. “Klasik müzik sevmem, operadan hiç hazzetmem” diyenlerin bile bin bir duygu durumuna bürünüp, avuçları kızarırcasına alkışladığı bir gece oldu…
Silivri, İstanbul’un bir ilçesi, ama nasıl böyle bambaşka bir havası olabilir; anlayamıyorum. Bir tarafıyla apartmanlar, iş yerleri, dükkânlar; sanki Bakırköy. Bir tarafıyla da deniz kenarı, sahil yolu, sakin emekli kahveleriyle bir küçük Balkan şehri. Hatta neredeyse Ege adası…
© Tüm hakları saklıdır.