21 Ocak 2024

Marmara'dan Ege'ye bir yol hikâyesi

Türkiye sınırlarına girip hemen Ege'ye doğru yola çıktım. Arka arkaya katılmam gereken iş ve dost toplantıları bahane oldu. Ben geziyorken, gidiyorken en iyi formatımdayım. Bu kesin bilgi. Bu sefer de yolda olmak, Ege'de olmak, Tavacı Refik'te yemek yemek şahaneydi

Önce en sondan başlayayım anlatmaya: Tavacı Refik.

Boşuna "bu kadar gezdim, aman Türkiye'yi karış karış bildim, yılların gezi programcısıyım" falan diye böbürlenirmişim meğer. Affedin beni. Cehalettenmiş bu kadar atıp tutmalarım. Bursa Karacabey'deki Tavacı Refik'i şimdiye kadar duymamıştım bile. O lezzetten, o ağızda eriyen etten, o güler yüzlü hizmetten mahrum yaşamışım meğer…

Tavacı Refik, direksiyonu kırdırtan bir lezzet

Asıl hikâye, can dostlarımı çiftlik evlerinde ziyaret etmemle başladı. Ela ve Beliğ Ünlüer, yılın birkaç ayı Karacabey'deki çiftliklerinde yaşıyorlar. Gerçekten kırk yıllık dostuz da ne zamandır görüşememiştik, evleri benim yolculuk rotasında olunca da, bir alo deyiverdim.

- Aaaa, hemen geliyorsun, evde kahve içip Tavacı Refik'e gidiyoruz!

Ev, şahane bir çiftlik evi. Sessizliğin senfonisi, renklerin ve yılların uyumu, güzel yaşayan insanların huzuru var. Kalkmak istemiyor insan. Ela'cım, Beliğ'cim bu hayatta iyi ki, binlerce şükür ki, karşıma çıkan birer mücevher.

Mideler sinyal vermeye başlayınca mecburen kalktık, evlerine birkaç dakika mesafedeki şu meşhur Tavacı'ya doğru yollandık.

Tavacı Refik'in sahibi Refik Berber, ayakta karşıladı bizi. Beliğ aramış önceden meğer. Donatılmış masamıza oturduk ve şölen başladı.

Erikli kavurma yemeden olmaz

Refik Berber, çok çalışkan, çok dürüst bir adam. "Bursa'da her yer dönerci, kebapçı, ben farklı bir şey yapayım" diye düşünmüş. Otuz sene evvel beş masayla işe başlamış. İlk müşteriler, hem de yıllar yılı, sadece kamyoncular ve hamallar. Dükkan öyle salaşmış ki, ilk defa lavaş ekmeğini şıklık olsun diye düz tahtanın üzerinde getirince, müşteriler "Aaa, sepet alamamış, tahtanın üzerine koymuş ekmekleri" diye alay etmişler.

Halbuki Refik akıllı; görüyor, anlıyor, öğreniyor. Tahta levhaların üzerinde gelen sıcak lavaşın bir şıklık, farklı bir özen olduğunun farkında. Yılmıyor. Tahtayla servise devam ediyor.

Derken mucize gerçekleşiyor; otobanın inşaatı bitiyor. Karacabey, artık bir sapakla gidilen, seyahat halindeyken ana yolu değiştirmeden ulaşılan bir ilçe haline geliyor. Motorcular, özgür ruhlar, aileler; kaderi yoldan geçen birçok gezginin aracı Refik'in dükkanının önüne park etmeye başlıyor.

Mezeler, yıkılıyor! Patlıcanlı, yoğurtlu, bol yeşilli ve pastırmalı humuslu. Salatalar, büyük kaselerde, bol bol. Tereyağı, çok lezzetli. Yoğurdu keserek alıyoruz tabaklarımıza, offf. Tava, erikli kavurma ve kuzu tandır, mekanın üç silahşörü. Her biri başka türlü bir lezzet. Pek et yemiyorum yıllardır; dolma haricinde. Ama Refik'te yedim, hem de abanırcasına yedim. Üstelik "You are what you eat" belgeselini henüz seyretmişken. Asla pişman değilim, gitsem yine yerim!

Tatlıları sakın es geçmeyin

Burada kalsın, söylemedi demeyin. Kemalpaşa tatlısı güzel; ama kabak tatlısı, olması gerekenin en ideal kıvamında. Tabii kaymaklı, durmadan yeniveriyor.

Bir de süt helvası var. Muhallebi ve helva arası bir tat. Sanki daha fazla kaloriye ihtiyacımız varmış gibi, onu da yedik. Çok sevdim. Biraz çocuksu bir lezzet, muhallebimsi işte; ama bir taraftan da oturaklı bir notası var.

Tavacı Refik'te içki yok. Kendi yaptıkları elma suyu muhteşem. Zaten bir yol lokantasında alkollü içki olmaması çok daha iyi kanımca. İnsan "aman İstanbul'a iki saate kalmadan varacağız nasıl olsa" diye masadaki süreyi uzatıyor. Bir de bu masaya içki girince, vakit hepten şaşar. Sonra da Allah korusun, şişede durduğu gibi durmaz, bilirsiniz.

Fiyatlar bence bu devre göre makul. Kişi başı 800 TL civarında. Hadi bizim gibi abarttınız, bin lira diyelim. Çaylar ve kahveler de sürekli ikram. Biz üç saat falan oturmuşuz. Beşer çay, ikişer kahve içtik. Hâlâ çay ve kahve ikram kategorisinde olunca, güler yüzünü hiç bozmadan servisi sürdüren garsonumuza fazladan bahşiş bıraktık. 

Alaçatı en çok kışın güzel

Şimdi gelelim bu gezinin başına: İstanbul'dan yola çıktım, ilk durak Alaçatı'ydı.

Yazın çok kalabalık oluyor diye Alaçatı'da bir günden fazla kalmam genelde. Ana caddede yürünmez ya. Yerliler hepten evlerinden çıkmıyorlar zaten. Kışın da kalabalıkmış meğer, ama çok daha güzel bir kalabalık. Alaçatılı dostlarımın tabiriyle: "Apaçi yok!"

Hafta sonları, İzmir tayfası orada. Gençler de, bizim yaşlar da var. Artık İstanbul'a da çok yakın gerçi. Bir dolu arkadaşıma rastladım. Bayağı sözleşmişiz, elli kişi bir yerde toplanmışız gibiydi.

"Monk" diye bir küçük otelde kaldım. Hemen Taş Otel'in karşı sokağında. Sahiplerine bayıldım. Enişte İtalyan, benim seviye İtalyancaya katlanacak kadar kibar bir çocuk. Kelimeleri ararken, yanlış çekimlerle fiilleri katlederken ne sıkılmıştır kim bilir!

Mekanlar dolu. Hatta yılbaşı günü, ertesi gün, adım atılmıyordu. "Bir yerden bir yere" yapanlar da vardı. O çağ kapanmış bende artık. Bir mekan, uzun zaman.

Kapari Bahçe, iyi müziği ile ve sıkı müdavimleriyle sanki başka her yerden farklıydı. Veya ben üç gün oraya gidince öyle hissettim. Servis iyi, kokteyller çok lezzetli, fiyatlar abartılı değil.

Alaçatı pazarını görmemek olmaz

Alaçatı pazarı cumartesi günleri kurulur. Memleketimin pazarlarını hep çok severim, ama bu seferki pazara bayıldım. Neler aldım, neler. Tişörtler, yastık kılıfları, çocuklara hediyeler, tulumbacıdan tulumba, kokulu mandalina…

Bir de alışveriş yapmak keyifli. Pazarcılarla muhabbet her zaman çok komik, çok ufuk açıcı gerçi. Öyle şeyler duyuyorum ki, diyorum bu adamlar feylesof olmuş çoktan. Bu kez sohbeti koyulaştırdığım bir pazarcı vardı. Vizyon deseniz, hayal gücü deseniz, sevimlilik deseniz; hepsi vardı.

- Bakınız bu abim akıllılık etti, benden aldı. Yoksa geçen hafta gelen kadın, burada bayılacaktı da ben ona kolonya verdim. İnternet'ten altı bin liraya aldığı sweatshirt'ün aynısını bu tezgahta beş yüz liraya gördü. Kadın n'apsın?

Servis dahilse yine de bahşiş ödenir mi?

Alaçatı'da, altı arkadaş Balıkçı Fahri'ye gittik. Balık yemedik; sadece meze. İçki de çok az içildi. Hesap, kişi başı 750 TL idi. Ki Fahri için, Port Alaçatı'da denizin önünde yenen bir yemek için gerçekten çok uygun. Masadaki arkadaşlarımdan biri hesabı kontrol etti, yüzde 10'dan da fazla bir miktar "servis bedeli" eklenmişti. Bu durumda "bahşiş eklenmiş, vermiyoruz" dedi. Biz de ikna olduk.

Servisimizi yapan garsonumuz çok bozuldu. Hatta yanındaki diğer garsona, bizim de duyabileceğimiz bir tonda söylendi. "Artık İzmir'in yerlisi, sürekli gelen adamlar böyle yapıyorsa, bitmiş bu iş" gibilerinden bir şeyler söyledi.

Ödemeden çıktık, evet.

Ama benim içime küçük bir taş oturdu.

Servis ücreti dahil edilmiş olsa bile bahşiş bırakılır mı?

Duble bahşiş mi olur?

Bırakılırsa, ne kadar?

Hani bir yüzde on gibi daha olmazdı artık, ama ne kadar bıraksaydık acaba?

Neyse, dertler bunlar olsun.

Daha yollar uzundu. On gün Bodrum, kış ortası deniz keyfi, açan çiçekler, müthiş bir eğlence… Sonra Didim ve Apollo Tapınağı.

Her bir detayı anlatıp cebimdeki taşların tamamını dökmeyeyim müsaade ederseniz. Yazı da fazlaca uzamasın, sizi sıkmayayım.

Yolunuz açık, hayatınız bereketli olsun. Zaman size hep güzel sürprizler getirsin.

Haftaya!

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…