25 Eylül 2022

Mardin'de güneş başka doğar

"Türkiye'de mutlaka başka nereyi görelim" diye soruyor yabancı arkadaşlarım. Bakıyorum ellerindeki programa: İstanbul, iki gün Kapadokya, sonra İstanbul'da dört gün daha serbest zaman. Hadi Mardin'e gidin diyorum. Adını bile duymamışlar. Türkiye'nin en otantik, en Orta Doğulu, en gizemli şehri diye anlatıyorum. İkna olup gidiyorlar. Bademlerle, baharatlarla, şahmaranlarla dönüyorlar Amerika'ya sonra. Bana da binlerce teşekkür, onlarca mesaj…

Burada bir şey var.

Büyü gibi. Sisler arasında bir giz perdesi. Büyük resmin bir parçası Orta Çağ'da kalmış, hadi bilemediniz daha ilerisi ama Kurtuluş Savaşı henüz başlamamış gibi. Öte yandan yeni şehir gayet modern. İstanbul'un Kadıköy yakasında dolaşıyormuş hissi. AVM de var, Starbucks da, Burger King de... Yüksek apartmanlar, modern tabir edilen hayatlar, arabalar, Jean pantalonlar, takma tırnaklı ve takma kirpikli genç kızlar…

Oysa öbür taraf, hikâye anlatan yer.

Eski Mardin, hep bildiğimiz o taş binalar, o dar sokaklar, o Arapça ve Kürtçe sohbetler, o pullu kumaşçılar, o gümüşçüler, o bakırcılar…

Otel yok zamanlarını bilirim

Hep bu şehre ilk geldiğim zamanı hatırlıyorum. Daha yeni gazeteciydim. Terör var, havaalanı yok. Zaten bölgeye gitmek kolay değil. Ben NTV'de haberdeyim, ama daha bir insani haberler yapıyorum. Yeni yeni de programlar. İşimi çok seviyorum, heyecandan ölüyorum. Her yere ayak basmak, her hikâyeyi anlatmak için yanıp tutuşuyorum.

Bir küçük basın gezisiyle, Diyarbakır üzerinden girmiştik şehre. Yol boyu çevirmeler, asker konvoyları, tanklar ve tüfekler görmüştük.

Zor zamanlardı. Bakıyorum da, neredeyse otuz seneye yakın olmuş. Vakit dediğimiz şey, aslında yalan, onu da sonra anlatırım bir ara. Bir gün, bir ay, bir yıl dediğimiz, bir kuşun kanat çırpışı kadar hızlı. Bir göz açıp kapama cilvesinde geçiyor hayatlar…

Neyse, o ilk Mardin gezisi. Daha yeni şehir hiç yok. Bu yüksek apartmanlar, dükkanlar falan hayal. Mardin denen yer, şimdi neredeyse tamamen turistik olan, dar sokaklı, taş binalı eski yerleşim yeri. Göz alabildiğine ovalar bir tarafta. Sapsarı bir Mezopotamya görüntüsü. Allah'ım o nasıl güzellikti, nasıl bir büyülü görüntüydü…

Kalacak otel bir tane var şehirde. Ekipte rahmetli Duygu Asena falan da vardı. Çok kaynaşıp, çok eğlenmiştik. Şimdi Kanada'da yaşayan İrep Çakır da.

Otel'deki resepsiyon görevlisine "Açız, nerede yiyelim" dedik. Bu saatte açık yer olmaz dedi. Saati hatırlamıyorum, ama erken bir saat daha. Diyelim sekiz... Bu arada otelde bir hareket var. Burada yiyelim diyoruz, size olmaz diyor adam. Duygu neden diye ısrar etti tatlı tatlı. Bayanlar var dedi adam. Bizi aldı bir gülme. Grupta üç beş erkek, üç beş "bayan" var sonuçta. Anlamadık. Gençtik, İstanbulluyduk, heyecanlıydık. Dünya değişiyordu, biz gazeteciler de değişimin habercileriydik adeta.

  • Olmaz dedim ya abi, bayanlar var. Çalışan bayanlar yani.
  • Bizim gruptaki kadınlar da hepsi çalışan kadınlar. Biz gazeteciyiz.
  • Yok öyle değil abi, onlar başka…

Israr kıyamet, biz otelin "lokantası"na girdik. Ve hemen lokantanın aslında ne olduğunu anladık. Derme çatma bir sahne, kesif bir sigara dumanı, floresan lambaların arasına yerleştirilmiş iki kırmızı, bir mavi ışık…

Pavyon. Hem de üçüncü sınıf, en döküntü model.

Bayanları da gördük hemen. Onların acılarını, hayatlarını, pullu elbiselerini, geçmişlerini, şimdilerini de.

Oturduk bir masaya. Yan taraflara merhaba dediler bizim masanın "bayanları". Tavırları, kıyafetleri, makyajları, mekanın diğer kadınlarından başkaydı. Ama çok sıcak, çok kabullenici, çok içtendi herkes.

Kameramanım Murat'la birbirimize bakıp gülmeye başladık. Buradan sorunsuz çıkar mıydık acaba, meçhuldü…

Merhaba ben Gizem

Saatler ve şarkılar birbirine eklendi. Mekanın çalışan kadınlarından Duygu'yu tanıyanlar çıktı. Selfie falan yok, Motorola cep telefonu daha henüz piyasaya çıkmış, belki bir de Nokia eklenmiş; onun yerine imzalar, sarılmalar var. Müşteriler, bizim masanın kadınlarını bacı kategorisinden bağrına bastılar hemen.

Ben de Gizem'le tanışmıştım o akşam. Biz dost olduk. Telefonlarımızı aldık birbirimizin. Defalarca konuştuk. Gerçek adı neydi, hiç sormadım. Bir adamla tanıştı, şehrin birinde. Hiç uzatmadan evlendi, İzmir'e yerleşti.

Sonra izini de, kafamdaki resmini de kaybettim. Dilerim ki Gizem şimdi mutlu bir anneannedir, mutlu bir eştir, güzel yaşlanmış bir İzmir kadınıdır…

Yer-yüzü, Gök-yüzü

Bu güneşin altında yaşayan biz, koşuşturan, irdeleyen, deneyen insanlar. Bu yeryüzüne sığmayan acılar, bu devasa bulutlarla ülkeden ülkeye ulaşan çığlıklar…

İnsan, hep aynı karmaşık örgünün içinde debeleniyor. Hepimiz aynı çığlıkları atıyoruz aslında. Var olacak, var olduğunu anlatacak, kalıcı olup arkaya izini bırakacak bu yaratık; derdimiz bu. İyi tarafı baskın olanlarımız, çalışıp emek verenlerimiz, yılmayanlarımız, yeteneklilerimiz, bunu olumlu ve güzel becerecekler. Dünyaya farklı bir ışık, geriye hoş bir seda bırakmayı da başaracaklar.

Bu yeryüzü, bu gökyüzü hepimizi sarıp sarmalayacak. Bu gözler görecek, derinlerde bir yerlere kayıt edecek. Yeri gelecek, bütün bir hayat, bir tek güne sığacak. Aynı güneş, hepimizi ısıtacak. Yalnızlıktan birlikteliğe giden o ulvi yolda, insan oğlu adeta yeniden doğmuş gibi, ışığa kavuşacak…

Lolita Asil ismini taşımak kolay değil

Bence Türkiye'nin en özel sanatçılarından biri Lolita Asil. Mardinli bir ailenin, İstanbul'da, Nişantaşı'nda büyümüş ressam kızı. Yeni sergisini Mardin'de yapmak istemiş, beni de davet etme inceliğini gösterdi. Mardin ve Lolita isimlerini duyunca yerimde duramadım. Kendimi, bütün anılarımı, hayallerimi falan aldım, topladım, küçük el bavuluma tıkıştırdım. Hayır, Mardin'e başka türlü gidilmez çünkü. Yeniden doğmaya, güneşle ısınmaya, birlikte varolmanın o gizli formülünü yaşamaya giderken, her şeyle gitmek, topluca arınmak lazımdı. Öyle hissettim.

Tanıyorsunuz mutlaka, ama biraz Lolita Hanım'ı anlatayım isterseniz. Belki onun varoluş süreci, eserleri ve Mardin, ancak o zaman bir bütün oluşturur çünkü…

Annesi, Vladimir Nabokov'un Lolita kitabını çok beğeniyor. Kitabı kendisi de defalarca okumuştur, eminim. Ben de başını çok severdim, bir röportajında Lolita da bahsetmiş:

"Hayatımın ışığı, benliğimin ateşi, günahım, ruhum Lolita. Adını söyleyebilmek için dilimin ucu, damağımdan dişlerime doğru üç basamak iniyor; Lo-li-ta!"

Oysa babası Oya adını vermek istiyor. Anne galip geliyor. "Annem bana bu hayatı yüklemiş belki de. Lolita Asil olmak kolay değil…"

Anne, henüz Lolita dört yaşındayken bu dünyadan göçüyor. Kim bilir ne kadar genç bir yaşta… Eski şifonyere bakınca, annenin şöyle bir geçişi var hayallerinde, sislerin arasında…

Şişli Terakki Lisesi, Mimar Sinan Üniversitesi Resim bölümü ve sayısız kurs, eğitim ve çalışmayla mezun oluyor. Master ve doktorayı Devrim Erbil'le tamamlıyor. İnsanın bedeni ve resim ilişkisi üzerindeki tezini veriyor. Basında da çok çıktı, hatırlarsınız; Lolita, kadavra ve otopsilerde çok uzun zaman geçiriyor.

Londra, İstanbul, Mardin

Pandemi sırasında bir yıl kaldığı Londra'da çok beslenmiş, çok üretmiş. O zaman biraz da özünü özlemiş Lolita Asil. Belki de yeniden keşfetmiş.

Bir şekilde Mardin kafasına giriyor. Çocukluğunda birkaç kez ailece gitmişler tabii, ama en son seyahati 2010'da. Şehirle bir bağ yok aralarında yani:

"Ben hep yaşlılarla büyüdüm. Normalde Türkçe konuşan babam, amcam, yaşlandıkça Arapça konuşur oldular. Mardin'den daha sık bahsetmeye başladılar. İnsan kendine dönünce, kabulleniyor aslında. Sürekli maskeyle dolaşmak büyük bir yük. Sanat, köklerine dönmek için hızlı bir yol. Cesur bir araç."

Sanatçı olmak, zaten cesur olmayı gerektiriyor. Lolita'nın isminden kaynaklanan farklı bir cesaret bulutu da var: Lolita Asil. Taşıması hem zor, hem çok gururlu bir isim…

Sanat yolculuğunda İtalya, Türkiye, İngiltere arasında köprü oluyor. Şimdiye kadar mekan-ışık-renk uyumu olarak da eserlerine en yakışan yerin Mardin olduğunu itiraf ediyor.

Mardin'den doğan bu sergi, İstanbul ve Londra'yı da ziyaret edecek. Tabii eserler eklenerek, anılarla çoğalarak… Bizim yeryüzümüz, bizim gökyüzümüz, değişik ülkeler ve şehirlerde hayat bulacak.

Lolita Asil'in güzel dünyası

- Mardin'de sergi açmak doğru bir karar mı?

Eserlerime şimdiye kadar en uygun yer burası oldu. Bana göre büyümek, daha büyük bir mekana geçmek, daha çok para kazanmak değil. Sanatımın buradan büyüyeceğine çok inanıyorum. İnanır mısınız, dışarıdayken burayı daha çok görmeye başladım ben. Ki günümüzde artık hangi ülke, hangi şehirde olduğumuz da çok önemli değil…

- Sosyal medya çok yaygın, dediğiniz gibi. Bence en doğru yerde çıkması daha önemli. Eserleriniz çok büyük ebatlarda, bir de ne kadar zor bir teknikle çalışıyorsunuz…

Boyutların büyük oluşu, içimdeki boşlukların daha fazla dolması için belki de. Güneşi anlatırken küçük anlatabilir misiniz? Tekniğim, çok ince matematik hesapları gerektiriyor. Çok temiz çalışıyorum. Belki evlere zor giriyor eserler, ama ben kendi dünyama göre yapıyorum.

- Nasıl bir enerji, ne çok zaman gerektiriyordur.

Zamanla beraber yürüdüğümüzde, üreterek geçirdiğimiz her anda zaman bizim yanımızda aslında. Her sabah 5'te uyanıyorum. Ürettikçe zaman da benimle birlikte ilerliyor. Yaptığım işler, ölçüler, renkler; hep birlikte yol alıyoruz. Sonra yeni eser geliyor aklıma, yolu ona bırakıyorum…

Mardin'de bir dünya sergisi

Sevgili Döne Otyam'la Mardin Bienali dünya arenasına çıkmıştı zaten. Lolita Asil sergisi ile de, biraz daha duyulacak şehir.

Hani yolunuz düşer, sergi 19 Ekim'e kadar Mardin'de. Alman Karargâhı olarak bilinen Atamyan Konağı'nda.

Umudu ve hayalleri yansıtan eserlerde, dalıp gideceksiniz kendinize. Gözün Derinliklerinde, Bir Gün Yeniden Hep Beraber, Varoluş, Güneş, Sonsuzluk ve Yeniden Doğuş'u, resim gibi değil de, içinizde çıktığınız bir yolculuğun istasyonları gibi gezin derim.

Ne çok uzattım, ne çok yazdım…

Affedin. Bu şehir bende bütün zamanları, bütün anıları, tanıdığım herkesi birleştiriyor. Bütün hayatım, tüm hayallerim, sihirli bir zamkla, bu ana yapışıyor. Seviyorum burayı, bu hâli. Kendimin Mardin hâlini. Yeryüzü ve gökyüzünün bu hercümerç resmini.

Mardin gezimi haftaya anlatayım. Artık bu yazıyı burada sonlandırayım. Ama Lolita Hanım'la Lolita'nın ilk dizeleri döküldü ya, aklıma neredeyse iki yüz sene önce, 1850'lerde Charles Dickens'ın yazdığı İki Şehrin Hikayesi'nden o efsanevi paragraf geldi. Meram Avras çevirisiyle. Okumuş muydunuz? Belki yine sırasıdır…

"Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi hem de kuşku. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu; hepimiz ya doğruca cennete gidecektik, ya da tam öteki yana… "

Mardin'den hepinize selam oldsun.

Hayat geziniz aydınlık, güneşiniz parlak, içinizin coşkusu daim olsun!

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Patagonya'dan selam olsun: Ben yokum, dünya var

Biraz ilerisi Antartika; burası da kıtanın da, dünyanın da sonu gibi bier yer. Devasa buzullar, çatur çutur yarılıyorlar. Sonsuz bir ses; ekolu ve derinden… Çok hüzünlü, çok sevinçli, çok çaresiz ve çok hiçbir şey gibi hissettiğim bir an. Ben yokum, dünya var. Burası Patagonya

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

"
"