Hello Buenos Aires!
Evita müzikalinin en güzel şarkılarından birinin açılış cümlesi. Eva şehre gelir, hayatı değişir.
Geldim, ve ben de değiştim. Hello Buenos Aires!
Sekiz gündür burada uyanıyorum. Üstelik o "üç günlüğüne bir şehre, uzak mı uzak bir ülkeye uç; çekim ve röportajları canhıraş tamamla, İstanbul uçağına son anda yetiş" durumları yok artık. Upuzun kalıyorum işte. Tadını çıkartıyorum, şehrin gen haritasını inceliyorum diyebiliriz hatta…
İki hafta daha Arjantin'de kalacağım hem de. Bir taraftan günler bitiyor diye üzülüyorum; öte taraftan da her günüm çok dolu geçiyor diye de seviniyorum. Böylesi karmaşık duygular içindeyim.
Bu şehri gerçekten çok seviyorum. Bu şehrin sokaklarında yürüyen kendimi daha çok seviyorum.
Güzel havalı şehir
İsminin anlamı bu: Buenos Aires, yani "iyi, güzel havalar".
Gerçekten de Buenos Aires'te iklim ılıman ve genelde insanı yormayan bir hava var. Kışları en düşük 8 derece, yazları da en yüksek 26 – 27. Tabii yazın nehirden dolayı biraz nemli olabiliyor, o da hissedilen sıcaklığı biraz daha arttırıyor; ama yine de öyle dayanılmaz olmuyor hiçbir zaman.
Ben sıcakta da, kışın da gördüm burayı. Mart, sonbaharın başlangıç zamanı. Buranın kışı Haziran ayında başlıyor. En soğuk ay Temmuz. Aynı şekilde de yazın en sıcak günleri, ocak ayında yaşanıyor. Buenos Aires'te bir tane yapay plaj var, fena değil. Civarda da, şöyle bir saatlik araba yolculuklarıyla varılan plajlar var. Ama denizde iş yok. Bizim istediğimiz, sevdiğimiz lacivertten aquamarin'e; gök mavisinden Nil yeşiline değişen skaladaki Ege denizi çok uzaklarda.
Ancak gariptir, Ege'de yaşama dair özlenen, istenen her şey burada var. Sakinlik, dostluk, lezzet, eğlence, müzik, dans, sohbet, uzun geceler, kalabalık barlar, kafeler…
Ve daha fazlası.
Ve çok daha fazlası…
Tarihini isterseniz okursunuz
Öyle girift, hızlıca değişen bir geçmiş var ki burada; okudukça şaşıyorum. Her geldiğimde okuyorum, her defasında da yeni şeyler öğreniyorum.
Bilgiyle sizi sıkmayayım; nasılsa merak ederseniz, artık google'dan deniz derya bilgiye ulaşmak mümkün. Ama yine de şehir tarihinden hafif özet yapmadan geçmeyeyim…
Buenos Aires, 1536'da İspanyol göçmenler tarafından kuruldu. Öncelikle İspanya ve İtalya, daha sonraki yıllarda da dünyanın her yerinden göç aldı. Bir liman şehri, ticaret şehri. Dolayısıyla liman şehirlerinin, denizcilerin ve ticaretin olduğu şehirlerin ortak özelliği, burada da görülüyor: Her kültürü, her insanı, her inancı, sorgusuz sualsiz kabul ediyor Buenos Aires. Nazi zulmünden kaçan Yahudiler de, sonraki yıllarda Almanya'da yargılanmaktan canını kurtaran Nazi subayları da buraya yerleşiyorlar. Doğu Avrupa, Orta Doğu, Balkan ülkelerinden göç edenlerle ülke iyice hareketleniyor. Türkiye'den gelen Ermeniler, hatta yine Türkiye ve civar ülkelerden gelen Yahudiler, Suriyeli Hristiyanlar…
Son yıllarda Bulgaristan, Romanya; çok yakın zamanda da Rusya ve Ukrayna'dan göç aldı. Şimdilerde Çin ve Tayvan, Kore gibi diğer Uzakdoğu ülkelerinden gelenlerin sayısında da artış yaşanıyor.
Çok sevdiğim bir detay da, Türkiye'den, Yunanistan'dan, Bulgaristan'dan buraya gelen gelinlerin hikayeleri. Hatta birkaç film de yapılmıştı bu konuyla ilgili: Özellikle Yahudiler, bir tarihte evlenecek kız bulamıyorlar. Yahudilerin yaşadığı diğer ülkelerdeki kızlarla, mektuplaşmak suretiyle tanışıp, evleniyorlar. Bu şekilde 100, 90, 80 sene önce buraya bizim ülkemizden de gelen çok sayıda genç kız olmuş...
Dünya kazan, Buenos Aires kepçe
Eklektik ve Avrupai bir şehir Buenos Aires. Bu kadar değişik kültürün ve dilin karışımıyla, son derece estetik bir güzellik çıkmış ortaya. Kolonyel, art nouveau, neogotik tarzlarının karışımı. Kolonyel dönem sonrasında yapılan binalarla, buranın entellektüelleri "çakma art nouveau" diye dalga geçseler de, çok güzel.
Buenos Aires, iki kez İngilizler tarafından işgal edildi. İki yıl kadar da Fransızlar'ın yönetimi altında kaldı. 1900'lerin başı itibariyle politika sahnesi hep çok karışıktı. Fakirlik, denizcilerle gelen salgın hastalıklar, politik tutarsızlıklar, enflasyon hiç bitmedi. Sağ ve sol savaşları, ülkenin 70'li yıllarına damgasını vurdu. Mart 1976'daki askeri darbe, 30 bin kayıp insanla, tarihin kanlı sayfalarına yazıldı.
Ülkenin ekonomik olarak güçlü olduğu dönemlerde, şehre de çok yatırım yapıldı. Geniş caddeler, 1950'lerde yapılan gökdelenler, geçen yüzyılın başlarında, hatta detay vermek gerekirse 1913 yılında yapımına başlanan metro ağıyla, tüm Latin Amerika'nın gözde şehirlerinden biri oldu.
Sonra da eğlence sektörüyle dünyanın sayılı şehirlerinden biri haline geldi. Önce alt sınıfın ve göçmenlerin dansı ve müziği tango, daha geniş kitlelere yayıldı. 300'e yakın tiyatrosu, dev sinemaları, dünyanın en iyi üçüncü operası kabul edilen Teatro Colon'la, yıldız bir şehirdi.
Dünyaca ünlü yıldızları ağırlayan, eğlencenin hiç durmadığı, müziğin hiç susmadığı, ışıkların hiç susmadığı bir yıldız şehir…
Benos Aires hayatından kısa kısa notlar
Yazmayacağım, yazmayacağım diyorum; dayanamayıp yine anlatıyorum. Hadi, yeter bu kadar. Herkes isterse, tarihin ve politikanın daha çoğunu öğreniyor zaten. Peronizm nedir, Evita'nın ülke tarihindeki yeri, şimdiki başkanın duruşu; hepsi çok hızlıca önünüzde.
Ben müsaade ederseniz su son haftamdan, Buenos Aires'den şehir hayatı notlarımı paylaşayım sizlerle. Daha benden, daha kişisel bir yazı olsun…
İşte notlar gelsin:
1 – Herkes sürekli "mate" içiyor. "Mate", bir bitki çayı. Tadı iğrençççç! Değişik bir kap içinde bitki karışımını dolduruyorlar. Ne tarz bir karşım olduğunu sormadım bile. Sağlıklı olduğuna inanıyorlar. Gün boyu yanlarında taşıdıkları termostan sıcak su doldurup, içiyorlar. Hep karıştırıcı hem pipet görevi gören bir metal kaşıkla ve kaplarıyla gün boyu oynuyorlar!
2 – Burası bir et memleketi. Araziler o kadar uçsuz bucaksız, hayvancılık öylesine ülkenin ekonomisine yön veriyor ki…
Tabii, et lokantaları da yıkılıyor!
Acayip bir lezzet. Lüks ve turistik olanların dışında, ben taksi şoförlerinin tüyoları alıp dolaşıyorum. Kişi başı 400 TL civarı güzel bir et yemeği, bir küçük salata ve bir içkiyle ziyafet yaşanıyor.
3 – Tango her köşe başında. Şimdi çok anlatmayacağım, ayrı bir konu. Tango ve tango müziğine ruhunu katan bandoneon çalgısını tınıları yoksa, Buenos Aires de olmaz; o derece. Şovların olduğu kulüpler çok pahalı olmuş; ama küçük yerlerde halk tango yapıyor. Onlar çok daha ilginç ve eğlenceli. Paylaşacağım, arada yazılarıma göz atmaya devam edin.
4 – İçki severler için, burası bir şarap cenneti. Yine aynı konu: Uçsuz bucaksız bağlar ve çok uygun iklim koşulları birleşmiş. Fiyatlar çok uygun, şaraplar çok lezzetli. Ben pek içmem, ucundan tattığım iki ayrı kırmızı şarap, enfesti.
5 – "Dulce de leche", Arjantin'in milli tatlısı. Süt reçeli, veya süt ve şekerin kaynatılmasıyla elde edilen bir nevi karamel. Acayip bir şey. Burada dondurmalar, kekler, pastalar; her nevi tatlı, dulce de leche ile yapılıyor.
6 – Futbol, ille de futbol! Yıllar evvel bir maç izlemiştim burada. Bu sefer daha kısmet olmadı. Ama 24 birinci lig takımına ev sahibi olan Buenos Aires'ten, bir maç izlemeden gitmek de hiç olmaz. O nasıl bir enerji, nasıl bir coşku. Kelimeler yetmez…
7 – Alfajores, arasına dulce de leche sürülmüş kurabiyeler. Çikolatalısı veya sadesi var. Buranın olmazsa olmazı. Bin kilo olmak işten bile değil. Ayrıca İstanbul'daki herkes "bana alfahor getir n'olur" diyor. Bir bavul alfajores'le döneceğim herhalde!
8 – Spor, bu şehrin yapısına işlemiş. En son yirmi sene evvel geldiğimde herkes sigara içiyordu. Şimdi de herkes koşuyor, yürüyor, açık hava aletlerinde ağırlık kaldırıyor veya bisiklete biniyor. Çok etkilendim. Bu arada sigara içme oranı da acayip düşmüş. Kapalı ortamlarda kesinlikle içilmiyor.
9 – Taksi çok ucuz, über ondan da ucuz. Otobüs ve metro, bedava denecek boyutta. Koca şehirde ulaşım hiç dert değil. Rahatlıkla bir uçtan bir uca gidiliyor.
10 – Asıl konu, en sona sakladım: Herkes süper kibar. Kapılar tutuluyor, günaydın mutlaka deniyor. Yerler tertemiz. Zaten burası gerçekten Latin Amerika'nın Paris'i. Yoksa sürekli popolarını sallayarak dans eden, bağıra çağıra konuşan, ülkelerini kirleten pis insanların yaşadıkları ülkeleri sevmem. Mutluluk gibi algılanabilecek o ucuzluk, beni hep rahatsız eder. Öyle bir ülkede yaşamaktansa, kuzey Avrupa'nın kışları zifiri karanlıkta yaşayan medeniyetlerini bin kere tercih ederim.
Neyse, burası süper güneşli, süper medeni, süper yumuşak, trafik kurallarına süper uyulan bir ülke. Kimse "n'oluyo lan" diye elinde demir boruyla arabadan inmiyor. Kişisel haklar çok güzel korunuyor. Hayvanlar çok seviliyor. İnsanlar birbirine gülümseyerek bakıyor. LGBTİ+ bireyler, 2010 yılından evlilik yapabiliyor. Kimse kimsenin alanına girmeden, diğerini zarafetle kolluyor…
Burada iyi insan olma ihtimalimi seviyorum
Çok kirlendim.
Türkiye'de, basın dünyasında, o rekabet dolu yıllarda…
Buenos Aires'te tango dinleyerek, parklarda koşarak yaşasam birkaç yıl? Ne olur? Tekrar iyi, saf, temiz bir insan olabilir miyim acaba? O eski empatik, sevecen, gülümseyerek bakan adam olabilir miyim?
Olabilir miyim?
Çocuklar büyüdü, büyük yuvadan uçtu. Ben artık eskisi gibi çok çalışmıyorum; üstelik işlerimi online de yapabiliyorum. Üstelik artık çalışmak falan da istemiyorum.
Bir de Türkiye gündeminden çok ama çok yoruldum.
Ne seçim haberi okumak istiyorum, ne de o nutuk atar gibi tonda konuşan herhangi bir lidere, yerel yönetici adayına, taksiciler odası başkanına falan tahammülüm var. Ülke beni zamanımdan önce yıprattı. Kafamda kırk tilki dolaşmasından da bitkinim. Basit, küçük ama derinlikli bir hayat istiyorum…
Neyse gençler, affedin beni. Çok yazdım yine. Ellerime hakim olamadım. Beynimde kelimeler uçtu, parmaklarım o kelimelerin ancak yarısına yetişebildi üstelik.
Beynim bir çöplük, anılarım bir okyanus…
Ama hepsini boş verdim. Bu akşam Teatro Colon'a, Carmina Burano balesi seyretmeye gidiyorum. Ondan önce de opera içinde bir tur alacağım. Özellikle spoiler vermiyorum daha fazla, önümüzdeki hafta Evita Peron'un da sonsuzluk uykusunda olduğu Recoletta Mezarlığı ve dünyanın en iyi üçüncü operası kabul edilen Teatro Colon'u anlatacağım.
Ez cümle: iki buçuk yıldır öğrenmeye çalıştığım İtalyanca ile burada gayet güzel hayatımı sürdürebiliyorum. Ama burayı çok sevdim; bu sefer daha da çok. Belki artık biraz İspanyolca da öğrenip Latin Amerika muhabiri olurum. Veya tango öğrenip dansçı olurum?
Hahahahah!
Veya tabela ressamı olup, Arjantin usulü tabelalar yaparım!
Fatih Türkmenoğlu kimdir?
Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi. University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.
Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.
Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.
Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.
"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.
Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.
ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.
|