28 Ocak 2024

Didim ve kahinler merkezi Apollon Tapınağı

Didim, doğal güzelliğini bir çırpıda sallayıvermiş bir tatil beldesi. Çok güzel kadınmış, acayip kötü giyinmiş, boyaları yüzüne avuç avuç sürmüş, hafiften akli melekelerini yitirmiş, zavallı yıllarca da yıkanmamış gibi bir durum. Bu kadar güzellik; plajlar, bu doğa, bu kum, bu iklim; sonra böylesi korkunç ötesi apartmanlar… Ege değil de, İç Anadolu’nun çirkince büyümüş ama gelişememiş kasabalarına benzer Didim. İnsanın içini acıtır…

O yüzden de yıllardır gitmem. Aynı hissi Kuşadası'nda da duyarım inceden inceden. Hani bir açıda güzelliğe vurulur, bir adım sonra maganda kavgasıyla karşılaşırsınız. Bir tarafta güneş altın sicimler saçarak batarken, yolun karşı tarafında kaçak inşaatlardan oluşan, evler birbirine iyice yapıştırılmış siteler pazarlanır. Üç şerit park etmiş arabalar trafiğe geçit vermez. İşini bilen ve gemisini her mevsimde yüzdüren yurdum insanı, hesaplanan ucuz kazanç, sıfır sistem düşüncesi, çöp yığınları, tarikat olduğu çok belli takkeli yürüyen birkaç kişi, falan filan.

Tam olarak "Didim nasıl bir his yaratır" diye soracak olursanız da, "anlatması zor bir 'ıyyyhhhh' hissi" derim. Böyle bir iç burkulması, biraz yenilmişlik, bir tutam burası bana göre değil, bir kaşık ben buraya ait değilim, bir bardak acıma, bir avuç isyan; isteğe göre de tuz ve karabiber. Tam olarak böyle bir his işte.

Ey kahinler, söyleyin, ne olacak halimiz?

Ancak Didim'e tekrar gittim. Geçen hafta. Merkezde hiç dolanmadım. Milet ve Priene antik kentlerini de değil, sadece Apollon Tapınağı'nı gezdim ve hayal ettim.

Muhteşemdi. O yola sapmaya, azıcık da olsa negatif hislerin canlanmasına değerdi.

Steven Spielberg'in yönettiği Azınlık Raporu filmini hatırlar mısınız? Hani başrolde Tom Cruise vardı. Psişik güçlere sahip kahinler, polis kuvvetleri ile birlikte çalışıyorlardı. İşlenmesi planlanan cinayetleri önceden görüp engelliyorlar, suçlular kıskıvrak yakalanıyordu.

Olağanüstü bir hikâye, efsane bir anlatım tekniğiydi. Şimdi yazarken fark ettim, unutmuşum filmi. Yeniden seyretmenin zamanı belki de.

İşte o filmdeki kahinler, "yarı insan yarı öbür taraftan gelmiş canlılar"ın esin kaynağı, burası. Apollon Tapınağı. Daha doğrusu birisi burası. O dönemlerde dünyanın iki en önemli bilicilik merkezi var ya: Delfi Tapınağı ve Apollon Tapınağı.

Hristiyanlıktan önceki dönemde, dünyanın o dönemki tüm liderlerinin ziyaret ettiği bir merkezmiş burası. İnanca göre kehanet gücü çok yüksek olan bir merkezin çevresinde inşa ediliyor tapınak. M.Ö. 494 yılında, Pers istilasıyla yerle bir oluyor. M.Ö. 300'lerde, Makedon Kralı Büyük İskender döneminde tekrar aynı işleviyle inşa ediliyor.

Sonraki yıllarda dönemin büyük imparatorları, sayıları artan Hristiyanların, pagan inancını bozdukları gerekçesiyle, 'Pythia' adı verilen kadın tapınak kahinlerinden yardım alıyorlar. Devrin bu en önemli bilicilik merkezlerinden biri, haliyle dünya devlerinin de uğrak noktası oluyor.

Apollon Tapınağı yıllar içinde defalarca yıkılıyor, yeniden yapılıyor, sonra tekrar yıkılıyor. Aslında inşası hiçbir zaman tam olarak bitmiyor. Ama yüzyıllar boyunca tiyatrosunda oyunlar oynanıyor, yarışmalar düzenleniyor. Dünyanın merkezi kabul edilen bu küçük nokta, çok lidere, çok insana yol gösteriyor. Kendilerini mümkün olduğunca duru tutmaya çalışan ve dış dünyayla ilişkilerini tamamıyla kesen kahinler, yaşadıkları bu merkezde danışanlara yardım ediyorlar.

Ne yazık ki tapınakla ilgili çok sayıda kaynak yok. Yine de olan kadarıyla bulup okuduklarım, başımı döndürmüştü. Bir taraftan dini merkez ve dini başkan, öbür taraftan da bilicilik merkezi başkanı ve kahinler var. Kapıda "rahibe" denen, çok saygın kabul edilen kadınlar bekliyor. Bir nevi çile dolduruyorlar. Ama onlar aynı zamanda fahişelik de yapıyorlar. Ancak dediğim gibi, toplumda çok saygı görüyorlar.

Nerede okumuştum acaba? Kaynaklarımı da kaybetmişim. Kitaplarım karışmış; her bilgim kaybolmuş gibi hissediyorum…

Neyse, tapınakta adaklar adanıyor, gelecek tekrar tekrar şekilleniyor. Aşk, gözyaşı, zenginlik, otorite kavgaları burada dilleniyor. Önümüzdeki yaşanması muhtemel günler, kahinlerin sanal perdesinden, ziyaretçilere yansıyor…

Şimdi, bu günlerden yıllar sonra, yirmi yıl evvelki son ziyaretimden sonra, tekrar buradayım.

Ve tekrar soruyorum görünmez kahinlere: Söyleyin, ne olacak halimiz böyle?

Bodrum kışı başka türlü güzel

Apollon Tapınağı'nda aldığım cevaplar bana kalsın. Çok anlatmayayım, durduk yere bir takım hastalıklı karakter özellikleri ve kişilik yapılarını yakıştırırsınız. Bir önceki cümledeki "durduk yere" imasının da altını çizeyim!

Neyse, deyip geçeyim öbür paragrafa. Bu arada "neyse" Türkçe'mizin en güzel bağlaç kelimelerinden biridir, değil mi? Bayılırım. Her tür "however, nonethless, anyway, by the way, whatever, anyhow, anywho, either way, well"; aklıma şimdi gelmeyen kim bilir daha ne çok İngilizce kelimenin daha güzel karşılığı…

Neyse, ana yola çıktım, Bodrum'a doğru kıvrıldım. Bafa Gölü'nü ve şahane manzaraları geçerek, taş çatlasın bir buçuk saatte, bizim mahalleye vardım.

Kışları da çok güzel burası. Ege kışı. Yaz kalabalığı olmasa da, bir şehir havası var yine de. Bodrum, bir şehir. Hem de büyük bir şehir. AVM'ler dolu, trafik ışıklarında bekleniyor, okulların önünde servis araçları konvoylar oluşturuyor, bankalarda kuyruklarda bekleniyor...

Merkezde hafif bir hüzün yok değil tabii. Çarşıdaki dükkanların yarıdan çoğu kapalı. O inmiş kepenkler arasında yürümenin verdiği bir hüzün var. Açık olanlarda satılan her nevi çakma üründe de acayip indirim var. Ne alırsan al, bir çift ayakkabı 300 TL mesela. Nike, Prada, Louis Vuitton; hakiki çakma! Yazın beş yüz lira olan mallar, 200 liraya düşmüş. Alan yok, o ayrı mesele…

Ama öte yandan da Bodrum'da hava hâlâ güzel. Her gün değil tabii, sonuçta kış. Buraya göre çok soğuk, durmadan ip gibi yağmur yağan günler de var. Ama sonra ardı ardına 18, 19, 20 derece oluyor. Deniz suyunun sıcaklığı herhalde 17 veya 18 derece. Hani bir sweatshirt veya bir ince montla gayet rahat dolaşılıyor. Evde sadece bir küçük elektrikli ısıtıcı var, gayet güzel yetiyor.

Geceler çok daha soğuk, yorgan üstü battaniye durumu; ama yağmurlu olmayan gündüzler benim. Çarşı Pazar, dağ tepe, güneş batışı, erken açan çiçek; hep benden sorulur!

Ocak denizinin tadı başkaymış

Burada yaşayan arkadaşlarım son yıllarda yaz kış denize girer oldular. Sosyal medyadan da dünyaya duyuruyorlar.

Aslında fikre karşı değilim, ama genelde kasım gibi bitirirdim deniz mevsimini. Antalya'ya gitmişsem nisan ayında, Bodrum'da da mayısta açarım yıllardır; ki, mayıs denizi bile bazen çok soğuk olur.

Bu yıl bir cesaret geldi, sormayın. "Yürek yedin herhalde" diyorlar evdekiler. Bir müstehzi gülüşler, bir alaylı bakışlar… Farkında olmadan yedim herhalde!

İçimden "görürsünüz siz gününüzü" diye geçiriyorum. Gözlerimde Hollywood filmlerinin kahramanlarının kararlılığı; hedefe kilitlendim. Hiç kimse ve hiçbir düşünce beni yolumdan çevirmez, pusulamı şaşırtamaz!

Baktım güzel bir gün, hava neredeyse 20 derece. İyi, çok endişelenmeye gerek yok. Rüzgar falan da yok, bildiğiniz limonata. Aldım havlumu, eşofmanımın altına da giyindim mayomu. Elimde paletlerim; doğru denize.

Hani denize girmekle kalmayacağım, bir de uzun süre yüzeceğim, açılacağım, kulaçlar atacağım; paletleri taşıma nedenim de bu.

Plaja varında fazlaca düşünmedim. Hava güzel falan ama, yine de bildiğiniz kış mevsiminin ortasındayız. Dante gibi ortasındayız hem de! Pek akıllı bir adam davranışı değil yani. Ya atı alıp Üsküdar'ı geçeceğim, ya da düşünüp, oturup, fotoğraf çekip, eve döneceğim.

Ben film kahramanıyım; kararından asla dönmeyen bir baş rol oyuncusuyum. Kötüyle savaşır, miskinliği defeder, ne pahasına olursa olsun kazanırım. Hakkın ve adaletin yanında, iyinin ve zayıfın dostu bir süper gücüm!

Heyyyt be! Bir cesaret soyunup attım kendimi suya.

Allah'ım bu ne güzellik!

Plajda bir yaşlıca hanım var sadece. O da sandalyesinde oturup manzaranın tadını çıkartıyor. Dalga yok, pislik yok. Gözüme sadece güzellik takılıyor. Çocuklarına "annecim, babacım" diye bağıran anne ve babalar yok. Doğanın, suyun, kuşların sesi. Bir güzel gezegendeyim; bir başka dünya burası.

Yüzdüm.

O paletleri taktım ve tam yirmi dakika yüzdüm.

Ocak denizinde, hem de iki gün arka arkaya, denizdeydim. Şükrederek, dua ederek, olası tüm güzel şeyleri içimden tekrarlayarak…

Sonuçta mevsimler değişiyor, algılar kırılıyor, kahramanlar her zaman kazanıyor.

Kış denizi, insana başka türlü iyi geliyor…

Fatih Türkmenoğlu kimdir?

Fatih Türkmenoğlu İstanbul'da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Psikolojik Danışmanlık bölümünden mezun olduktan sonra New York Üniversitesi'nde 'işletme diploması' programını bitirdi.
University of Michigan'da bir yıl 'konuk gazeteci' olarak seminerler verdi. Northwestern Üniversitesi'nde Ortadoğu bölümünde araştırma yaptı. Kent Üniversitesi'nde 'klinik psikoloji' yüksek lisansı yaptı. Çeşitli terapi eğitimleri aldı, almaya da devam ediyor.

Gazeteciliğe 1995 yılında Sabah grubunda başladı. Sabah ve Yeni Yüzyıl gazeteleri ile Aktüel, Esquire, Cosmopolitan dergilerinde gezi, izlenim yazıları yazdı, çok sayıda röportaj yaptı.

Kuruluş döneminde ilk özel haber kanalı olarak yayına başlayan NTV'ye geçti. Beş yıl çalıştığı kurumda hazırlayıp sunduğu programlarla ödüller kazandı. İzleyen dönemde geçtiği CNN Türk televizyonunda 13 yıl boyunca gezi programları ve belgeseller hazırladı ve sundu.

Milliyet, Cumhuriyet ve Hürriyet Seyahat için yıllarca yazı yazdı. CNN International televizyonu için Türkiye'den uzun süre haber yaptı.

"Her Perşembe Saat 4'te", "Hayat Gezince Güzel", "Türkiye'de Görülmesi Gereken 101 Yer", "Amerikan Rüyası Tabirleri", "Üç Kuruş Fazla Olsun Kırmızı Olsun" adlarıyla beş kitabı yayımlandı.

Moderatör, sunucu olarak da çalışan, şirket yöneticileri ve bürokratlara sunum teknikleri ve medya ile ilişkiler konularında danışmanlık yapan ve TedX konuşmacısı olan Türkmenoğlu, uzman klinik psikolog olarak da danışan kabul ediyor.

ABD ve Türkiye'de yaşıyor. Evli ve iki kız çocuk babası.

Yazarın Diğer Yazıları

Anlar, anılar ve hisler: Ressam Ayşe Kazancıgil Döler'in dünyasında bir yolculuk

Adı: Ayşe Kazancıgil Döler. Yaptığı işleri uzun zamandır takip ettiğim bir ressam. İnsanın içini açan, şaşırtan eserleri var. Biraz muzip, bazen geleneksel motiflerle bezeli, bazen şen şakrak şarkılar söylermiş gibi resimler yapıyor. Yaptıkları hiçbir kalıba sığmıyor, ölçeklere nanik yapar bir halde, durmadan çalışıyor…

Arjantin mutfağı: Et, empanada, dulce de leche!

"Ne yeniyor?" diye çok soran oluyor. Malum, Arjantin çok dikkat çekiyor, çok gezginin rüyalarını söylüyor. Konuya açıklık getirmek için buradayım! "Ne yenir?" sorusunu aslında tek kelime ile özetlemek gerekirse, "et" demem yeterli olacaktır. Hadi iki kelime isterseniz; et ve hamur işi. Üçüncü kelimeyi de zorla araya sıkıştırabilirsem: Et, hamur, dulce de leche!

Arjantin'de iki mücevher: La Recoleta ve Teatro Colon

Ana yazı içinde geçirsem, yazık olacaktı, güme gidecekti. İki çok özel yer; birisi bir mezarlık, diğeri de opera binası. İkisini de görmeden, gezmeden, hatta özel tur almadan Arjantin'den dönülmez. İkisi de birçok sanat eserini barındıran, kendileri de kocaman birer sanat eseri olan şaheserler…