23 Aralık 2023
Yönetmen, senarist, oyuncu ve kumbaracı50’nin kurucularından Yiğit Sertdemir, 90’lı yılların ortalarında fen lisesinden yeni mezun olmuş bir mühendis adayı olarak İzmir’den İstanbul’a geldi. Çocuk yaşlarda tanıştığı tiyatroyu her zaman önceleyen Sertdemir, “üniversiteye kaydımı yaptırıp tiyatro kulübü nerede diye sordum” diyor.
“Kader beni değil, ben tiyatrocu olmak için kaderi ittim” diye devam eden usta tiyatrocu, İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) Makine Mühendisliği bölümünü okurken bir yandan da tiyatroyla ilgilenmeye başladı. Okulu bitirdikten sonra da tiyatroya bir şekilde devam etme çabasının getirdiği şevkle, Altıdan Sonra Tiyatro’yu kuran ekibin içinde yer aldı.
Hem özel tiyatroda hem de ödenekli tiyatroda üretmeye devam eden Sertdemir; tiyatro yolculuğunu, İstiklal Caddesi’nin en aktif ikinci tiyatrosu kumbaracı50’yi, sahne sanatlarının avantajları ve zorluklarını, İstanbul’da “alıcısından çok vericisinin olduğu” tiyatronun iyi-kötü yanlarını ve bu sezon prömiyer yapacak kumbaracı50 oyunlarını T24’e anlattı.
- Önce fen lisesi ardından İTÜ makine mühendisliğine giriyorsunuz. Sonra kader sizi tiyatroya itiyor. Biraz kendinizden bahseder misiniz, sizi tiyatroya çeken şey neydi?
Ben kaderi ittim. Benim tiyatroya itilmem ya da kendimi tiyatroya itmem birçok kişinin hikâyesi gibi daha ilkokul yıllarına rastlıyor. Amcam bizi ilk defa Devekuşu Kabare’ye götürmüştü, onu hatırlıyorum. Ben, “Tiyatro böyle bir şey mi, ne enteresan bir şey, herkes gülüyor, herkes bir arada” falan demiştim. Birliktelik hissi, sahneden bize bakan kişiye bakarken beraber gülebilme hissi çok etkilemişti beni. Ben İzmirliyim ve bu anlamda şanslı da bir çocukluk geçirdim diyebilirim. İzmir'de o zaman Hürriyet Çadır’ı denirdi, Üçyol’da kocaman bir çadır kurulurdu. Oraya sirk falan gelirdi. Black Light gösteriyi ben seksenlerin başında seyredebilme şansı bulmuştum. O yüzden gösteri fikri, tiyatro fikri hep içimi kemiriyordu.
Ama işte hayat, türlü gereklilikler ve fen lisesi okudum. İTÜ Makine Mühendisliği’ni kazandım, geldim, kaydımı yaptırıp tiyatro kulübü nerede diye sordum. Ne ders programını sordum ne başka bir şey, doğrudan tiyatro kulübünü sordum. Gümüşsuyu Tiyatro Topluluğu vardı, hemen gittim ona dahil oldum. Sonra İTÜ Güzel Sanatlar Tiyatro Topluluğu’na dahil oldum. O dönemi hep şöyle anıyorum; altı yedi senelik bir öğrenciliğim oldu ama öğrencilik gibi değildi. Amatör olarak mühendislikle ilgilenirken profesyonel olarak tiyatrocu olmaya karar verdim aslında. O yüzden dedim, kader beni itmedi de ben kaderi yavaşça kendime yönlenecek şekilde şekillendirmeye gayret ettim. Tiyatro serüveni ta oralardan başladı diyebilirim.
- Makine mühendisliği ailenizin isteğiyle mi olmuştu?
Tabii ailenin tasarrufları da vardı o sıralar ama hani ben de durup “ben tiyatrocu olmak istiyorum” demedim, karşı da çıkmadım. Geçmişte bu konu üzerine konuşsam başka türlü cümle kurardım ama şimdiden bakınca bu konuda belki biraz üzülürdü herkes ama sonuçta bir şekilde kabul görürdü. Neticede İTÜ Makine Mühendisliği’ne girdim, seneler geçti durum anlaşıldı ki benim alakam yok, tiyatrocu olacağım. Şimdi en çok alkışlayan, en çok gururlanan kişiler onlar, daha doğrusu babam.
- Altıdan Sonra Tiyatro'dan kumbaracı50'nin kuruluşuna kadarki süreçten ve biraz da bugününden bahseder misiniz?
Altıdan Sonra Tiyatro, üniversite tiyatrosu aslında. Bizim İTÜ’de başladığımız tiyatro topluluğu, güzel sanatlar tiyatro topluluğu adı altında aslında seçmeli dersin uzantısı olarak kurulmuş bir grup. Üniversitede teknik olmayan seçmeli ders, zorunlu seçmeli gibi saçma sapan bir şey vardır ya onlardan birisi bu. O dersi Bora Seçkin,1992’de vermeye başlıyor, sonra “tiyatro grubu da olsa” denince, kuruyorlar. Oradaki arkadaşlarla beraber kurduğumuz bir grup Altından Sonra Tiyatro. O da nedir? Herkes mezun olmaya başlamıştı. Ben nispeten onlardan yaş olarak küçüktüm, yani ben birinci sınıfken, onlar üçüncü sınıftı ya da dördüncü sınıfa geçiyorlardı. Tabii ben uzun süre birinci sınıfta kaldım…
Velhasıl onlar mezun olacaklar ama yine de tiyatro yapmak istiyorlar ve ne yapabiliriz diye düşünürken böyle bir formül bulundu. Bir grup kurulsun, yarı profesyonel bir yapısı olsun, mezun olduktan sonra da tiyatro yapmaya devam edelim. Mezun tiyatrosu aslında eskiden daha fazla olan ve günümüzde biraz zorlaşan bir mevzu. Altıdan Sonra Tiyatro’yu 13 kişi bir araya gelip 1999 senesinde bu şekilde kurdu. Altıdan Sonra Tiyatro’nun tek maksadı adı üstünde zaten ‘çalışan tiyatrosu’ydu. Yani ‘çalışan tiyatrosu’ olma mantığı vardı. Çünkü biz İTÜ’de de provaları altıdan sonra yapardık. Altıya kadar ders olurdu, altıdan sonra program yapılırdı. ‘Çalışan tiyatrosu’, altıya kadar çalışanlar altıdan sonra tiyatroya kalır fikrinden geliyor. Hikâyesi de öyle başladı.
Altıdan Sonra Tiyatro’yu kurduğumuzda çok gençtik, ben 20 yaşındaydım, en büyüğümüz 24 yaşındaydı. Aman dünyayı değiştireceğiz, herkes geri çekilsin gibi bir havamız da yoktu. Biraz anlamaya çalıştığımız bir dönemdi. Ben Altıdan Sonra Tiyatro’nun kuruluşunun içinde bir yerlerde, iki üç sene sonra tiyatro okumaya geçtim. Dolayısıyla belirsiz bir dönemdi. Satıcının Ölümü’yle başladık, telifini ödedik bizim bunu yapıyor olmamız çok saçma bir şeydi çünkü oyunda 60 küsür yaşında bir adam var ve yaşlı makyajları yapıp ciddi ciddi telif ödediğimiz bir oyun oynadık. Şimdiden bakınca çok komik gelen bir tercih bu ama bizim oradan başlamamız da rastlantı değil herhalde. Baktık ki biz devam ediyoruz, dördüncü sene oldu. Ödüller gelmeye başladı, ben oyun yazmaya başladım. Her sene giderek daha bilinir olan, bizim de keyif aldığımız ve “Evet, biz ciddi ciddi tiyatro yapıyoruz” dediğimiz bir iş oldu. Ben profesyonel tiyatrocu olmaya karar verdiğim için aynı sene Şehir Tiyatrosu’na girdim. Dolayısıyla Altıdan Sonra Tiyatro’nun yapısı, kimliği oluşmuş bir yere doğru evrildi.
Baştan beri aklımızda bir gün bir mekanımız olsun fikri vardı. O zamanlar hayaller daha keyifli duyuluyordu, bu kadar ekonomik meseleler kafaya takılmıyordu ve ara sıra arıyorduk. Çok baktık ve o zamanlar sadece Beyoğlu'nda bakıyorduk. Yani başka nerede tiyatro olur ki zaten diye düşünüyorduk. Daha 2006’larda, 2007’lerde bakmaya başlamıştık. Çünkü Beyoğlu'nda oynuyorduk zaten. Halep Pasajı’nda Maya Sahnesi’nde oynuyorduk, sonra Oyuncular Kahvesi vardı orada oynamaya başladık. Şu an ikisi de kapalı. Yani durumun vahameti açısından söylüyorum. Tabii Muammer Karaca'da oynadık, Hadi Çaman'da da oynadık ama küçük sahneler anlamında bize başka vizyon da verdi. Ara sıra sahne arıyorduk ve nihayet bir gün yine bir emlakçı hanım, “Bulduk bir yer, gelip bakmak ister misiniz?” dedi. O kadar olmayacak yerler gösteriyordu ki bize, bir gidiyoruz geniş ama tavan yüksekliği iki buçuk, üç metre ya da tavan yüksekliği çok güzel, beş metre ama genişlik 50 metrekare ve sürekli emlakçıya anlatmaya çalışıyoruz nasıl tiyatro olabileceğini. Kumbaracı Yokuşu’nda bir yer var dedi ve bizim ekipten bir arkadaş gitti baktı, kafası karışmış. Çünkü tavan yüksekliği, genişliği olabilir gibi ama kolonlar var, nasıl yerleşiriz gibi bir kafa karışıklığı vardı. Bizim ekip de mühendis ve mimarlardan oluştuğu için bu işlerden anlıyorlar, topluca geldik ve dolaştık. Biraz zaman geçirdik mekanın içerisinde. Sonra Kubaracı Yokuşu’nda eskiden ismi başka olan bir restoran vardı, oraya oturduk. Şimdi olmazsa ne zaman dedik. Artık yaş olarak otuzlar aksına geçmiştik, kırklarda, ellilerde uğraşamazdık bununla. “Kolonlu bir mekan, para yok, nasıl yapacağız, buluruz bir şekilde” falan derken bir delilik haliyle daldık ve başladık. Aslında mekan fikri hep vardı da bir şekilde zamanını buldu ve hep biz ararken bu sefer bizim aramadığımız bir yerden geldi. O yüzden enteresan bulmuşumdur.
- Daha çiçeği burnunda bir tiyatroyken Vakit Gazetesi, Yala ama Yutma! oyunu üzerinden sizi hedef gösteriyor ve kumbaracı50, Beyoğlu Belediyesi tarafından mühürleniyor. Bir yerde şöyle diyorsunuz; "2 Kasım 2009 kuruluşumuz, 2 Şubat 2010 neredeyse kapanışımız"...
Nerede demişim, güzel demişim.
- kumbaracı50’nin doğum günü kutlamasında demiştiniz. O dönemde ne düşündünüz, "Tamam, buraya kadarmış" dediniz mi?
Kasım ayının 2’sinde açıldık, şubatın ilk haftasında ve ikisiydi galiba üç aylıkken böyle tatsız bir şey oldu. Biz daha yeni açmışız, anlamıyoruz, mekan işletmek çok farklı, tiyatro yapmak çok farklı. Mekan işletme konusunda acemiyiz de, yani hiçbirimiz hayatımızda kafe bile işletmemiş. Birden böyle bir hedef gösterme olayı oldu. Tabii zabıta geldi ve mühürledi. Mühürlendiği gün Kumbaracı Yokuşu’ndan nasıl yukarı tırmandığımı, nasıl 10 yaş yaşlandığımı, her adımda yaşlanarak yüzümün çöktüğünü hep anlatırlar.
Çok tatsız bir gündü, buraya kadarmış dendiği şu açıdan oldu; Ben kumbaracı50’den silahlı adam çıkarttım çok tatsız geçen, çok gergin geçen bir süreçti. Süreci çok iyi yönettiğimizi düşünüyorum her açıdan, kimsenin hakkını yemeden ve en önemlisi kimsenin canı yanmadan. Psikolojik can yanması başka. Süreç tamamlandı. O açıdan korktuğumuzu hatırlıyorum. O sırada sorumluluk alıyorsunuz tiyatro kapalı kalsın aman birine bir şey olmasın gibi.
O sırada, Şubat 2010’da İstanbul, kültür başkentiydi. Belki şu an böyle bir şey yaşansa, hepimiz bambaşka algılarız. Sonuçları çok farklı olur, süreç çok farklı geçer, yöntemler farklı olur. Ama o sırada bir şekilde topluca hallolabildi. Evet, daha 3 aylık bir çocukken, maalesef bir hâl geldi başımıza.
- Sahnenizin bulunduğu konum itibariyle hiç mahalle baskısına maruz kaldınız mı ya da kumbaracı50 ve Tophaneliler birbirinden beslendi mi?
Tophane ile İstiklal Caddesi’nin tam ortasında tuhaf bir yer burası, bu önemli o yüzden söylüyorum. Tophane bir kimlik; İstiklal Caddesi, Asmalı Mescit çok farklı bir kimlik, biz tam ortasındayız.
İlk geldiğimizde zaten çok tazeydi. Ama bu olayla (hedef gösterilme) tanıştık gibi oldu. Bir anda ne oluyor orada gibi bir şey oldu. Sonradan onlar bizi tanıdı, biz onları tanıdık. Şu an o tanışıklığın içerisinde en az onlar kadar eskiyiz, biz de 14 senedir buradayız. Baktığımızda mahalleliyiz yani. Tabii ki çok farklı kültürler ama tuhaf bir denge söz konusu oluyor. Önemli olan başkasının hayatına karışmamak. Başkasının alanına girmemek ve saygılı bir çizgi içerisinde dikkatlice ilerleyebilmek. Bunu inşa edebildiğimizi düşünüyorum, kumbaracı50 daha aşağıda, başka bir yerde olsaydı belki farklı olurdu. Bizim yukarıya doğru olmamız, karşımızda bar var vs. bunu etkiliyor olabilir. Bir de her yerde öyledir ya aslında yani orada kabul görmek için biraz tanışmak gerekir. Bize mahalleli geldi, oyunlar oynadık. Çoğu sorunumuzu mahalledeki kişilerle çözüyoruz. Dolayısıyla bir ilişki kuruldu. Öyle protesto yaşamadık, gelip tehdit etmeler falan hiç yaşamadık.
- Beyoğlu da dönüşüyor, eskilerin anlattığı o Tophane de çok yok gibi…
Beyoğlu'nun dönüşümü ibret verici gerçekten. 10-20 senede bir yüzde yüz kimlik değiştiriyor, bu da tuhaf bir şey. İşte demin ne diyorduk o zamanlar tiyatro tabii ki Pera’da, Beyoğlu'nda, İstiklal Caddesi'nde olur. Nerede olacak başka? 2009 senesinde biz açıldığımızda trajiktir de bu, bizim tiyatroya uzak dediler çünkü İstiklal Caddesi’nde değildi, yokuştan aşağı inmek zorundaydınız ve Asmalı Mescit’e yakındı, Galatasaray'a yakın değildi. Yeni kuşak buna inanmıyor “Ya nasıl uzak?” falan diyor. Biz de üniversite yıllarında İstiklal Caddesi’ne yürüyüşe geldiğimiz zaman Galatasaray'dan geri dönerdik, Tünel’e doğru devam etmezdik ki “Ne var orada?” derdik.
- Türkiye’de kültür-sanat denince aklımıza İstanbul, İstanbul’da da İstiklal Caddesi geliyor. Ama İstiklal’de özellikle son 10 yılda özellikle pandemi döneminin de etkisiyle irili ufaklı birçok sahne kapanmak zorunda kaldı. Bu süreçte siz ayakta kalmayı nasıl başardınız?
Tiyatro açısından artık Kadıköy geliyor akıllara. O kültür, orada devam ediyor.
Bizim şöyle bir avantajımız var, artık biliniyordur, Altıdan Sonra Tiyatro’nun kimliğinin bir başka açıklaması da bu işten bir gelir elde etmemesi. Hiçbirimiz 25 sene boyunca buradan bir gelir almadık aksine yaptığımız herhangi bir işten kazandığımızın bir kısmını hatta bazılarımız büyük bir kısmını tiyatroya aktardı ve böylece ayakta durduk. Dolayısıyla zaten biz geçtiğimiz süreçte buradan bir gelir elde etmeye kalksaydık çok çabuk kapanırdık. Biz hâlâ dışarıda yaptığımız herhangi bir işten elde ettiğimiz gelirimizi buraya veriyoruz ama tabii ki diğer çalışan herkes para alıyor. Birincisi bu, kimliği itibarıyla, işleyişi itibarıyla bize yarar sağlayan bir durum.
Ama asıl orada bizi pandemiden çıkartan şey sadece maddi değil aslında manevi de bir şey. Eğer desteği hissetmemiş olsak, mücadele gücünü de bulamayabilirdik. Şöyle bir şey oldu; pandemi oldu, biz zaten çok kötü durumdaydık. Çoğu tiyatro öyleydi ve pandemi de artık son bombayı attı. İlk defa Gülhan'la (Gülhan Kadim) biz kapatmak zorunda kalacağız galiba gibi diye konuştuk. Nasıl yapalım falan derken işte Firuze Engin bir yazı paylaştı. Firuze’nin yazdığı yazıyı bizde kumbaracı50 hesabından paylaştık. Firuze orada, gidişatın vahameti açısından birkaç cümle kurmuş. Biz de; “Bizim de durumumuz çok parlak değil, biz de aynı durumda kalabiliriz, birbirimize iyi bakalım” diye bir yazı paylaştık. Ortalık yandı. Yani biz ne oluyor olduk. Gülhan beni arıyor, ben Gülhan’ı arıyorum “Ne oluyor ya, niye insanlar bu kadar paylaştı?” falan diye. Sonra profesyonel olarak fon üzerine çalışan kişiler, “Kitlesel fonlamaya başvurursak ya sizin adınıza” dediler. “Sakın, kapattırmayız orayı!”, “Ne yapalım?” diye o kadar çok paylaşıldı ki, biz de “Bilmiyoruz, bir dakika soruyoruz” dedik. Gerçekten hiç bilmiyoruz, paradan hiç anlamayız. Onların yönlendirmesiyle Fongogo’dan bir hesap açılması ve destek toplanması konuşuldu. Projeyi oluşturduk ve bir hedef koyduk. Bir ay içinde toplanmasını beklediğimiz bir hedefti o, bir hafta olmadan tamamlandı. O para da hemen bitti tabii. Sonuçta o dönemki ekonominin nasıl berbat bir yere doğru evrildiğini biliyorsunuz. Biz, “Bir dakika, yalnız değilmişiz” dedik. Yalnız değilmişizin içinde şu da var; biz aslında ne kadar sevilen sayılan ve sahiplenilen bir yermişiz. Çünkü şöyle talihsiz bir şey var ya, çok eski Markiz gibi bir pastane kapanacak deyince “Bir yeri daha kaybettik, unutursak kalbimiz kurusun, bu utanç bize yeter” diyoruz, yetmiyor işte sürekli bununla utanıyoruz. Biraz böyle bir kimliği varmış kumbaracı50’nin, yani eski bir kimliği varmış gibi hemen refleks olarak herkes sahip çıktı, inanılmaz bir şey.
İkincisi, Beyoğlu'nda var oluyor olması bir direniş noktası aslında, biz de Beyoğlu'nda hâlâ bu yüzden ısrar ediyoruz. Açıkçası son beş, altı senedir Beyoğlu’nda tiyatro yapmak çok konforsuz. Tarih de vereyim Gezi Eylemleri’nden sonra, 10 sene olmuş çok konforsuz. Caddenin dönüşümü, Beyoğlu kimliğinin dönüşümü, tiyatroların buradan kopmuş olması… Biz Beyoğlu’nda aktif olarak tiyatro yapılan ikinci eski yeriz. Muammer Karaca kapandığı için yapılamıyor, AKM (Atatürk Kültür Merkezi) arada sekteye uğradı, süreklilik arz eden ikinci kurumuz, diğeri de Ses Tiyatrosu, o da aslında sekteye uğradı da bir şekilde devam ettiler. 14 senedir burası pandemi dönemindeki o bir sene hariç sürekli aktifti. Bu asla övünülecek bir şey değil, maalesef çok kötü bir şey. Pandemi dönemini atlatmanın özünde seyircinin aslında sahip çıkıyor oluşu, kumbaracı50’nin kimliğini biliyor olmasından geliyor ve tabii ki bu çok gurur veren bir şey.
Hayatımız boyunca tiyatroyu ‘biz’ olarak yaptık, beraber yaptık, ortak akılla yaptık. Burada iyi insanlar vardır, ben bunu söylemekten hiç imtina etmiyorum. İyi yürekli, güzel ruhlu insanların bir arada olduğu yerdir kumbaracı50. Ekonomik olarak, kariyer olarak bir şey beklemez. Hırsları, her insanın içinde olduğundan fazla, tırnak çıkartacak yerde değildir. Dolayısıyla üretmekle ilgilidir. Her yaptığı işten çok heyecan duyar, birlikte çalıştığı insanla mutlu olmaya gayret eder.
- Geçen ayın başında kumbaracı50’nin 14’üncü doğum gününü kutladınız. Siz, İpek Türktan, Burçak Çöllü, Murat Kapu, Gülhan Kadim ve diğer kumbaracı50 ekibi; bize çok eğlenceli bir 2 saat yaşattınız. Hayalinizde daha çok kolonları olan büyük bir sahne var mı?
Var var, her zaman vardı. Ara sıra bakıyoruz ama artık çok zor gözüküyor. kumbaracı50’nin kimliğini oluşturanların; okulu olsun, atölyesi olabilsin, dekor atölyesi, kostüm atölyesi gibi bir derdi var. Zaten bilinir ama bunu da ekonomik bir kazanç kapısı olarak görmüyoruz. Dolayısıyla büyütmek veya başka vizyonda başka kişilerle paylaşabilmek açısından bunu önemsiyoruz. Tabii ki bütün bunların temelinde ya bir melek yatırımcı bakmak gerekiyor, ya belediye ya da türlü vakıfların “Buyurun, burası sizin olsun” demesi gerekiyor. Onun dışında bizim maddi olarak bunu yapma imkanımız yok. Yani imkansız! Ya çok büyük bir yerden bir para gelmeli ya da büyük bir kazanç kapısı olmalı. Bizim parayla ilişkimiz de öyle değil. Biz belki de burayı öyle görmediğimiz için bazı şeyler kötü. Aslında belki onu da kafamızda oturtsaydık böyle bir derdimiz olmazdı. Ama bizi de biz yapan bu işte.
- Siz hem ödenekli tiyatroda hem de özel tiyatroda uzun yılladır var olmaya çalışıyorsunuz. Şu an Türkiye’de uygulanan modeli nasıl buluyorsunuz?
Bu yıllardır konuşuluyor, bizden çok eskilerden bahsediyorum. Formüller bulunmaya çalışılıyor, “Devletin tiyatrosu olur mu?”, “Aynı imkanlar neden başka tiyatrolara verilmiyor?” gibi…
Temelde şöyle bir şey var, ödenekli kurumlardaki bilet fiyatı düşüktür. Ne o bilet fiyatı gerçek, ne de özel tiyatroların çoğunun koyduğu bilet fiyatı gerçek. Çünkü biz hakikaten seyirci sayısına ve harcamaya bölsek şu an sattığımız biletlerin fiyatının en az 2 katı olması gerekiyor ama çok yüksek, kimse veremez. Ödenekli kurumlarda sizin vergilerinizden besleniyor, dolayısıyla oranın da bedava olması gerekir. Buradan baktığımız zaman siz peşinen ödediniz onu. Dolayısıyla orası da pahalı. Mantık olarak biz ucuzuz, onlar pahalı; realitede onlar ucuz, özel tiyatrolar pahalı. Şimdi öyle olunca bu dengesizliği ortadan kaldırmak kurumların özel tiyatrolara, bağımsız tiyatrolara bilet fiyatlarının dengelenmesi için ödenek sağlayabilmesi gibi yollardan geçiyor. Çünkü Avrupa'da da bellidir, mesela bir tiyatro 10 Euro diğeri 100 Euro değildir, bizde öyle oluyor. Şimdi bunun dengelenmesi için hem yasal düzenlemeler gerekir hem de kültür politikası dediğimiz şeyi çok uzun tartışmamız gerekir. Bir kültür politikası var mı gerçekten ya da bu gördüğümüz şey bir politikaysa bununla nasıl baş edebiliriz? Ama bunun özünde, bir de kurumların birbirine bakışı da önemli. Ben iki tarafta da olduğum için hatta amatör tiyatroyu da kenardan götürdüğüm için her alanda çok rahat konuşabiliyorum. Bu konularda iki taraf için de “Neyimiz eksik, neyimiz fazla, ne yapılabilir?” diye kendimi çok rahat ifade edebiliyorum ve görebiliyorum.
Aslında çok zor değil bunlar ama bu memleket ahvalinde sıranın gelebileceği şeyler değil. Bir de bizim kültürümüzde uzlaşmak çok zor bir şey. Özellikle sanat camiasının bu anlamda kafası karışıktır. Tiyatro, sanat dediğimiz şey büyük bir uzlaşının ve çatışmanın neticesi olmasına rağmen türlü sebeplerle geleneğinde yoktur, o yüzden biraz zor. Onun için Kültür Bakanlığı’nın göstermelik desteği gibi değil de, bir komisyon kurularak mecburen yapılması gereken ya da finanse edilmesinin bir modelinin oluşturulması gereken bir yöntem arayışında olmak gerekiyor. Bunun da aslında tiyatrocuların çözebileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bu devlet politikası, ekonomi meselesi, yani hakikaten bir finansçının yapabileceği bir şey. Sorun orada zaten her şeyi biz bilemeyiz, her şeyi biliyormuşuz gibi davranıyoruz. Her şeyi yapmak zorunda kaldığımız için öyle oluyor ama her şeyi bilmekle aynı şey değil.
- T24 için 3 yıl önce Ayşen Güven’e verdiğiniz video söyleşide “Bu memlekette çok uzun süredir bir salgın var, bu faşizm ve cehalet salgını. Bu salgının aşısı da sanat ve tiyatro” diyorsunuz. Artık bu salgın bütün dünyayı sardı ve faşizm yükselişte. Bu salgının önüne geçmek için sanatçı ve sanatseverler neler yapabilir?
Sanat, çok güçlü bir eylem hâli. Kendimi keşfetmemle ilgili, kafamda soru işareti oluşturmasıyla ilgili, kendimden şüphe etmemle ilgili, beni parçalaması, beni yeniden inşa etmeye teşvik etmesi açısından da güçlü bir şey sanat. Çünkü düşünmediğim bir yerden düşündürtmeyi, hissetmediğim bir yerden hissettirmeyi başaran bir büyüsü var. Beni, çocuk bana ikna eden bir çağrısı var sanatın. Dolayısıyla tüm sanat eserleri barışla alakalıdır aslında. Az önce de onu söyledim sanatın özünde uzlaşı olmasına rağmen sanatkarlar da uzlaşamaz. Çünkü ben haklıyım cümlesi her zaman geçerlidir. Şimdi böyle olunca çıtayı çok yükseğe koyduğunuz zaman hayal kırıklığına uğruyorsunuz. Sanat hayatınızın ilk yıllarında bu çıta hep çok yüksektir. Hele idealist iseniz “Bir oyun yapacağım dünyada yaşayacak, bir oyun seyrettireceğim yer yerinden oynayacak, bu oyunumuzla bugüne kadar dile gelmemiş olan şu sorunu göstereceğiz” gibi bir şey imkansız. Bu binlerce yıllık geleneği kafanda fazla büyütmen, binlerce yıllık geleneğin tecrübelerinden hiç yararlanmaman anlamına gelir. Hâlbuki o tecrübeler var. Oyunlar hep oynandı ama Orta Çağ da, II. Dünya Savaşı da oldu. Bunlar olacak çünkü insan doğası bu, bir sanat tek başına savaşı durduramaz. Bir sanat tek başına savaşın gerçekleşme ihtimalini eksiltebilir. Barıştan yana olanları artırabilir. Bu da dengeyi bir yerine doğru kaydırmak olabilir, çünkü realite bu değil.
VİDEO SÖYLEŞİ | Beyoğlu'nun en eski sahnelerinden Kumbaracı50 için #duvardaizinolsun kampanyası sürüyor
Shakespeare'in “Bir tek bilgili dost, bilgisiz bütün kalabalıktan önemli olmalı senin için” dediği bir yer vardır Hamlet’te. Bir kişinin hayatında bir ‘acabayı’ oluştursa, bir kişinin “Ben bir şey hissediyorum şu an, daha önce hissettiğim bir şeye benziyor, o zaman bunu anlamamıştım dediği” bir yere varsa, hiç anlamadığı bir yerden kendini hüzünlenmiş, gülen, şaşırmış, soru sorar bulsa, sıradan hayatımızı öldürmenin yasını beraberce tutabilmemiz birbirimiz için yapabileceğimiz en büyük iyilik olur. Yasların en güzeli sıradan hayatı öldürmektir. O zaman o yas büyük bir kutlamaya dönüyor. Sanat en fazla bunu yapabilir ve bu çok fazla bir şey.
Müzik dinlerken anlaşabilmemiz, aynı renk tabloyu içindeki rengin sadece oradaki bulunma hâliyle ilgili tanımlamamız imkansız olsa dahi benzer bir şey hissediyor olmamız, bir oyunun aynı anında o faşist, o komünist, o ateist, o kökten dinci, o Hristiyan, o Ermeni, o gay, o biseksüel demeden hangi görüşe sahip olduğunu bilmediğim bütün bu kimliklerin ötesinde aynı şeye gülebildiğimiz o an bizim muhteşem bir barış anlaşmamız. Bu barış anlaşması ancak yargılamamayı becerdiğimizde oluyor. Yargılamama hâli de seyirci konumuna geçtiğimizde, koltuklarda yan yana olduğumuzda başarabildiğimiz bir şey. O yüzden ancak onu yapabiliriz. Yoksa biz Venedik Taciri’ni, Tacir olarak oynadık diye Filistin-İsrail meselesi son bulmayacak. Fail-i Müşterek yaptık diye tekrar katliam yaşanmadı değil, yaşanacak. Duyarlılık hangi ölçüde artarsa, buna hassasiyet hangi ölçüde derinleşirse, kimliğimiz, bilgimiz, duygumuz, temasımız hangi ölçüde yüzeyden derine doğru köklenirse hep beraber o ölçüde daha güçlü, daha kalıcı, daha çoğalan bir zihin oluşturuyoruz. İşin büyülü kısmı da o.
- Biraz da bu sezon sahneye koyduğunuz Ders oyununu konuşalım. Şirin Keskin İndere, Semah Tuğsel ve siz müthiş bir iş çıkarıyorsunuz. Absürt komedinin en önemli isimlerinden olan Eugène Ionesco'yu bize tırnaklarımızı yedirerek izlettiniz. Bu metni sahneleme fikri nasıl ortaya çıktı, biraz bize bu süreçten bahseder misiniz, sizce biz Türk tiyatro izleyicisi böyle bir metne hazır mıyız?
Bu çok enteresan bir şey, daha dün telefonda oyuna yeni gelen bir tiyatrocu arkadaşla “Nasıl buldun?” diye konuştuk. Uzun zamandır böyle metinlerin sahnelenmediğini ve çok özlediğini söyledi. Orada da anlattım absürt tiyatro, Dünya Savaşı bitmiş, yıkılmış ve varoluşumuzla ilgili müthiş bir sancı içerisindeyiz, her şey anlamsız, saçma ve onun içinden doğan, birbiriyle konuşmadan aynı yere doğru evrilen, sanatın geldiği akımlarla da beslenen bir dönemin neticesi. Biz tam bir yıkım yaşamadık hâlâ, mesele bu. Çağ ile de çok alakası var tabii, bu oyun sonuçta 1951 yılında yazılmış. Hâliyle II. Dünya Savaşı yeni bitmiş, dünya yıkılmış yani korkunç bir şey. Biz depremde hissediyoruz bunu veya büyük bir yangında, katliamda, bazen bir seçim gecesinin ardından da hissediyoruz. Bir darbe girişiminde ya da darbenin ta kendisinde hissediyoruz ama uzun soluklu olmuyor. Kalıcı olmuyor. Çünkü biz Orta Doğu ülkesi olmamız hasebiyle zaten acıya aşinayız ve ne kadar doğuya gidersen acın, o kadar aşina olduğun bir yere evrildiği için tam bir yıkımımız yok bizim, yaşayamıyoruz onu. Yaşamadığımız yerden absürtün demeye çalıştığı şeyle bazen buluşamıyoruz. Bazen de “Bir dakika” dedirtiyor ve ben yavaş yavaş oraya doğru geldiğimizi düşünüyorum.
Absürt, saçma tiyatrosunun bir yandan uzun bir yandan da aslında hiç uzun olmayan açıklaması, kendi içinde var. Fakat oyunun kendisine göre de değişen bir şey var. Absürt tiyatronun en meşhuru Godot'yu Beklerken, en azından hepimizin ismini ya da mevzunun ne olduğunu bildiği bir oyun. Şimdi bizim karmaşık beynimize güzel cevap şudur; Godot'yu Beklerken’i Beckett ilk yazdığı zaman hapishanede oynanıyor, en sahici tepkileri hapishanede alıyor. Mahkûmların tamamı kahkahalarla seyrediyor oyunu. Şimdi hayatları beklemekle geçen adi suç mahkûmlarının, beklemekle ilgili bir oyunda, beklemenin anlatılma biçimine, bekleme eyleminin gösterilme biçimine kahkaha atması aslında bir şeye temas etmeniz için o hisle buluşmamıza dair de bir cümle kuruyor. Birincisi bu, his katmanı.
İkincisi, “Godot kimdir?” sorusuna verilecek yanıt. Godot'yu Beklerken’i metnin gelmesiyle beraber dramaturglar, tiyatro tarihçileri, tiyatro sanatçıları, ‘ulu bilgeler’ konuşmaya başlıyorlar. “Godot tanrıdır, Godot gelecek kuşaktır, Godot olmayandır” falan… Oyundaki baş karakterlerin ismi Vladimir ve Estragon’dur. Sonra bir dramaturg çıkıp diyor ki Godot, Vladimir’le Estragon’un beklediği ama gelmeyen kişidir. Şimdi birincil cevabımız bizim bu. Zihnimiz bizi hep şuna yönlendiriyor, “Geç onu, daha karmaşık bir şeyler ara” aslında çok basit. İki kişi birini bekliyor ve bekledikleri kişi gelmiyor, onu beklerken geçirdikleri zaman anlatılıyor. Basit olan bu, mahkûmların yakaladığı şey de bu. Bizim basitten çıkartma sebebimiz entelektimiz, bilgilerimiz. Dolayısıyla başka bir katmanla bakmaya başlıyoruz.
İşte o yüzden çocuk meselesini söylüyorum, çocuksu olanı es geçiyoruz. Mesela öğrenciler, çocuklar geldiğinde veya akranlarımız geldiğinde tiyatroyla çok iştigal etmemiş olanların bazıları da kendi eğitim yıllarına dönüp oradan yaşadığı bir hikâyeyi anlatır oldu. Mesela çok benzer bir hikâye, halbuki oyun aslında bunun üzerine kurulu olmayabilir. Oradan okumama ihtimalimiz var ama baktığımız zaman Ders oyunu, temelde bir hocanın bir öğrenci üzerine kurduğu tahakküm ile de alakalı. Ve dolayısıyla onu yakalıyor. Daha başka katmanlara geçersek başka cevaplarımız var. Oyun ekibi olarak biz araştırdığımız için bizim cevaplarımız da farklı ama eminim ki üç oyuncunun verdiği cevaplar da birbirinden farklı. Şimdi bu da sanatın büyüsü ve aslında uzlaşı tam da bu. Farklı cevaplarımız olan bir eserin içerisinde ortak dili yakalayabilme kabiliyeti. Bu farklı cevaplar çelişen de olabilir, çatışanda olabilir ama kendi cevaplarımız olduğu için zenginliği yaratan da olabilir. Neticede bir sanat eserinin farklı varyasyonları arasında tiyatro eseri, bana her zaman gelmesi gereken gibi gelmiştir. Onu oluşturmak için yapmamız gereken şey seyircinin de zihnine, hayal gücüne biraz alan açmak.
- Sanat üzerine çok fazla efor sarf etmek, ondan basit olanı almak yerine daha fazla isteme çabası sizce işin keyfini kaçırıyor olabilir mi yoksa daha keyifli bir hâle mi getiriyor?
Herkesin sanatı alımlama biçimi çok farklı, çünkü sanata gelişi çok farklı. Yetiştirilişiyle, yaklaşımıyla, talep ettiği şeyle, talep oluşturmasıyla vesaire... Dolayısıyla ne oluyor? Ben nasıl yaklaşıyorsam öyle yaklaşıyorum. Şimdi mesleğin içinden olan birisinin görme biçimi çok farklı, mesleği yapma biçimine göre görme biçimi yine çok farklı. Beğenisine göre farklı, kendini içinde iyi hissettiği işe göre de farklı. Uyduruyorum; kendini sulu zırtlak bir komedide çok daha iyi hissediyordur ama beğendiği aslında tragedyalardır. Karikatürize ediyorum ki anlaşılsın. Şimdi hâl böyleyken biraz ona bağlı. Bu anlamda safi bilgi her zaman cezbedici geliyor bana. Mesela ben bir yönetmen olarak oyunu ilk defa okuduğumda ilk hissimi, ilk düşündürdüğü şeyi, zannettiğimi asla unutmamaya çalışırım. Çünkü o sahici olan, birikimim ne olursa olsun.
Biz üreten tarafta olduğumuz için bir tiyatrocu olarak vazifem, ortak dili yaratmak, göstermek değil, görünür kılmak. Seyircinin görebilmesini sağlamak. Peki bu nasıl olabiliyor? Seyircinin zekasına ve hayal gücüne güvenerek, öyle hareket ederek. Bazen bazı oyunlar seyrederiz, bize parmak sallıyordur, haddini bil diyordur, bir şey öğretmeye çalışıyordur ve bazen de çok fazla şey talep ediyordur yani şunları biliyorsan, bundan bir şey anlayabilirsin diyordur. Bunların hepsi olabilir. Onaylamam ama bazıları bu tarz, bazen de seyirci öyle gelir. Şöyle cümlelerle gelirler; Shakespeare böyle değildir ki, Çehov böyle oynanmaz ki gibi. Allah Allah… Neye göre, kime göre, nasıl, neden? Bu sanatı ölümlü kılmaktır, kutsal kılmaktır. Halbuki ikisi de değil, amaç ölümsüz kılmaktır. Eee şimdi ne olacak? Sanat yeniden, yeniden ve yeniden doğan bir şeydir. Bizim yaklaşımımız o yüzden kritik oluyor. Siz o oyunu seyretmeye gelirken fazla kurcaladığınızda, evet sihri gidiyor. Sonrasında tartışınca da sihri gidiyor. Ben kendi adıma biraz zihnimle baş başa kalmak isterim doğrusu veya güvendiğim bir zihinle baş başa kalmak. Tabii ki tartışılacak, sonuçta sadece teknik bir iş değil. Sadece duygu da değil, sadece fikir de değil her neyse ama seyreden olarak çok fazla kurcalayıp, tanıdığım bir yer bulmaya çalışıyorum. Özellikle absürt tiyatro için bir cevap buluyorum, bir anlam yüklüyorum ve bütün oyunu o anlamla test ediyorum. Belki de o anlamda yanılıyorum ben. Dolayısıyla teste tabi tuttuğumuz yerde herşey boşa düşüyor, bu sefer iyice karmaşıklaşmaya başlıyor. O yüzden diyorum, temelde saf olan, en basit cümle sahicidir. Okulda hocalık yaparken “Rezil ol, saçmala, hata yap, artistlik yapma” benim atölyelerimin ilk cümlesidir. O artistliğe girdiğin zaman, kendini göstermek ya da kapatma ve onu görmekle ilgili giriyorsun. Halbuki safiyane bir şekilde kucağını açtığınız zaman, sahici bir yerden almaya çalıştığında, alıyorsun. Beğenip beğenmemek dışında söylüyorum.
- Bu sezon kumbaracı50’de bizi başka neler bekliyor?
Ders oyunu var, şimdi Venedik Taciri uyarlaması gelecek. Gülhan Kadim de Yan Dünya diye bir oyun yazdı, o da tahminim ocak sonu gibi provaya başlayıp mart gibi çıkacaktır. Bu sezona 3 yeni oyun var.
Bunun dışında bir fikrimiz var. Sene sonunda 15 oyunluk oyunlar çıkarmak yani kısa süreli oynayacak bir takım oyunları denemek istiyoruz. Yurt dışında genelde öyle olur. 20 provayla bir oyun çıkar, 15-20 oyun oynar, 2 ay oynar biter. Çünkü başka türlü üretimle başa çıkmak da çok zor. Biz hep böyle bir formül bulmaya çalıştığımız için, çok fazla yapmak istediğimiz şey var. Mecburiyetlerle bazı şeyler yapmak gibi bir gayemiz de hiçbir zaman olmadı ama ekonomik koşullar bazı şeyleri yapamamaya getiriyor. Bir yandan yapılsın da istiyoruz ve bir formül bulmaya çalışıyoruz. Bu anlamda bir denememiz olacak gibi gözüküyor ama o kadar yoğun bir sezon geçiriyoruz ki yapabilir miyiz diye endişeliyiz doğrusu.
Bir akademi fikrimiz vardı belki onu devreye sokacağız. Eğitimlerle ilgili bir başlık açılırsa eğer, orada bir şeyler yapılacak gibi. Bir konservatuvar açmak gibi bir şeyden bahsediyorum. Onu da yakın zamanda anlarız. Bu sezon bizi temelde bekleyen şeyler burada kalmakla ilgili ve seyirciyle buluşmakla ilgili çabaların devam etmesi.
- Peki, özellikle İstanbul’da bir kültür-sanat enflasyonu olduğunu düşünüyor musunuz?
Alıcısından çok daha fazla verici var. Yani üreten, alımlayıcıdan çok daha fazla. Neredeyse İstanbul'un tamamı, tiyatrocular için yapılmış bir festival gibi geçiyor. Dolayısıyla da tiyatrocular oyunlara gitmediği için -ben dahil- bu bir enflasyon yaratıyor. Kendini ifade etme aracı olarak tiyatro çok güzel bir alandır. Kendini göstermek isteyen de, sözünü paylaşmak isteyen de, denemek isteyen de orada, okullar çok fazla mezun vermeye başladı. İstanbul da tabii ki bu anlamda bir merkez. Çok fazla oyun var, bu bir yandan çok iyi bir şey, bir yandan da kafa karıştırıcı. Ama üretimin verdiği zarar, genelde üretememek kadar olmuyor. Sadece oyunlar toplamda bir kimlik olarak kötüye evrilirse orada sorun başlar. Yani Şehir Tiyatrosu sürekli kötü oyun çıkarırsa, Devlet Tiyatrosu kötü oyun çıkarırsa bizim gibi kurumlar arka arkaya benzer ve sıkıcı işler yapmaya başlarsa o zaman seyirciyle ilgili bir sıkıntı yaşamaya başlarız. O da işleri sarpa sardırır ama bu büyük çeşitlilikte o dertten, o tasadan biraz uzağız. Dönem dönem bazı şeyler parlar; bir dönem prodüksiyonlar parladı, bir dönem müzikaller parladı, bir dönem tek kişilik oyunlar mecburiyetten parladı, bir dönem metin tiyatrosu parladı, reji parladı, vesaire… Dönem dönem bir şeyler parlayacak ama moda gibi gelecek, geçecek, yeniden gelecek.
VİDEO SÖYLEŞİ | kumbaracı50 evine dönüyor: kumbaracı50 kapanmadı sayenizde ve şimdi beraberce buluşma vakti
Tiyatrocu Sami Berat Marçalı: Sansür illa yapacaklar ya da yapmakla korkutacaklar ve size otosansür yaptıracaklar. Siz ne istiyorsunuz? Ona karar vermek lazım. Sansüre boyun eğip geniş kitlelere mi ulaşmak ya da varlığınızı kabul edip elindeki kitlenin büyümesini mi ummak? Biz ikincisini tercih ettik, en bağımsız halimizle sahadayız. Bize bu iyi geliyor
"Dizilere bağımlı olmamak ve sanatçı kalabilmek için rehberlik yapıyorum. Bu, alışkanlıkların dışına çıkmak ve yeni insanlarla tanışmak için de imkân tanıyor"
"Cumhuriyet kurulunca 'bu bütün Türkiye’nin sanatı olsun' diyerek Karagöz’e Türk Gölge Tiyatrosu diyorlar ve bütün Türkiye’nin sanatı oluyor. Halkevleri Atatürk Devrimlerini Karagöz'le anlatmaya çalışıyor. Halkevlerinde yeni Karagözcüler yetiştiriliyor, didaktik oyunlar yazılıyor. Karagöz vals yapıyor, piyango çekilişleri var… Karagöz’e verilen en büyük zararlardan biri bu"
© Tüm hakları saklıdır.