11 Kasım 2023
Türk tiyatrosunun gizli kahramanlarından oyuncu, yönetmen, uyarlayan ve ışık tasarımcısı İsmail Sağır, 21 yaşında tiyatroyla tanıştı. “Bu çocuk üniversite okumaz” denilerek gönderildiği ticaret lisesinden sonra çalıştığı muhasebe bürosundan kazandığı parayla İstanbul’daki oyunları görmeye başladı. O zamana kadar “Kültürel hayata dair en fazla bağlama çalabilir miyim, gitar çalabilir miyim gibi şeylerim oldu” diyen Sağır, tiyatro kursuna gitmeye başladı.
Sadri Alışık Tiyatrosu’nda aldığı eğitimden sonra Yeşil Papağan Limited oyunuyla profesyonel kariyerine başladı. “Bu çocuk üniversite okumaz” denilen Sağır, İstanbul Aydın Üniversitesi’nde önce 'drama ve oyunculuk' lisansını tamamladı, ardından 'tiyatro yönetmenliği' yüksek lisansını yaptı.
“Tiyatronun teknik işleri beni ayakta tutan oldu. Bana sadece oyunculuk yetmiyordu, yetmezdi de zaten. O yüzden şimdi de yönetmenlik de yapmaya çalışıyorum” diyen Sağır, ticaret meslek lisesinden tiyatro sahnesine uzanan yolculuğunu T24’e anlattı.
- Birçok oyunda sizi oyuncu, yönetmen, senarist, ışık ve dekor tasarımcısı olarak görüyoruz ama hakkınızda neredeyse hiçbir şey bilmiyoruz. Yeşil Papağan Limited adlı oyun ile profesyonel oyunculuk kariyerine başlıyorsunuz, İstanbul Aydın Üniversitesi Drama ve Oyunculuk bölümünden mezun oluyorsunuz. Tiyatro merakınız nasıl başladı, sizi bu sektöre iten şey neydi ve on parmağınızda on marifet olmasını neye borçlusunuz?
Ben normalde ticaret lisesi mezunuyum, muhasebecilik okudum. Hatırlarsınız, 28 Şubat döneminde katsayı meseleleri ortaya çıkmıştı. Benim 4 yıllık olarak herhangi bir şekilde tek üniversiteye gidebilme ihtimalim vardı. Muhasebecilik okurken bunu yapabilecek miyim diye düşünürken bir yandan da staja başladım. Hayata başladım gibi hissettim. Para da kazanırım, açık öğretimden okuyup mali müşavir de olurum ve hayatıma bu şekilde devam ederim gibi hayallerim vardı. Çünkü ailem bu çocuk üniversiteyi okumaz, meslek lisesine gitsin demişti.
Velhasılı kelam… 17 yaşımdan 22 yaşıma kadar o muhasebe bürosunda çalıştım. Hayatımda hiç tiyatro yoktu. Elim ekmek tutmaya başladıkça ve biraz daha özgürleştikçe sosyal hayatı merak edip daha rahat dolaşır oldum. Varoş yerde, yani Güngören'de doğup büyüdüm. Şimdi de oradan geliyorum, annemi görmeye gittim. Dediğim gibi, öyle başlayan bir hayatta tiyatro seyretmemiştim. Yani kültürel hayata dair en fazla bağlama çalabilir miyim, gitar çalabilir miyim gibi şeylerim oldu. Sanata hiçbir ilgim yoktu. Sonra zamanla Beyoğlu'nu keşfetmeye başladık. Tiyatroları izlemeye başladım. 21 yaşında falandım işte BKM, Devlet Tiyatrosu, o sırada ne varsa... Her hafta sonu bir şeyler görmeye başladım.
Sonra merakım arttı. Sadri Alışık Tiyatrosu’nun kursu vardı, hâlâ devam ediyor zaten. O dönem çok yeniydi ve ben oraya girenlerin en şanslılarından biriyim. O kursa girdim ve bu sırada da alternatif leasing yani finans işlerinde çalışmaya başladım, bir yandan da kursa gidiyorum. İş yerim Mecidiyeköy’deydi, 18.00’de işten çıkıyordum, haftanın 3 günü 18.30’da Cihangir'de derse gidiyordum. Her gün farklı bir ders yapıyorduk. Ve tiyatroyu çok sevmeye başladım. Cahil cesaretiyle sahneye çıkmak çok iyi geldi. Sonra “Mezuniyet oyununda başarılı olanları kadroya alacağız” dediler. Kadro dedikleri de buradaki oyunlara ilk seçilebilecek kişiler olacaksınız, yani maaşlı bir şey değil. Şimdi Sadri Alışık ve Çolpan İlhan Tiyatrosu oldu ama o zamanlar Sadri Alışık Tiyatrosu’ydu ve 2007 yılında Kadıncıklar diye bir oyun sahnelediler. O oyunda bir rolüm oldu ama bir sözüm yoktu, sadece figürandım. Bir yandan da muhasebe şirketinde çalışmaya devam ediyordum. Hatta turneye gittikleri zaman beni götürmüyorlardı bile. Sadece İstanbul’daki oyunlarda figürasyonluk yapıyordum. O oyunda Songül Öden, Nurseli İdiz, Kadir Çermik, Kerem Alışık vardı. O senenin sonunda beyaz yakalılık meselelerinden bir bunalıma girdim, “Ben bu işi yapmayacağım, sadece tiyatro yapacağım” dedim ve işi bıraktım. Sadri Alışık Kültür Merkezi’ne daha çok gitmeye başladım ve 2008 yılında Yiğit Sertdemir geldi.
Yiğit Sertdemir, orada Yeşil Papağan Limited diye bir oyun sahneleyecekti. Oyunda birkaç ana karakter, bir de gençler vardı. Bu sefer figürasyon değildi, sözümüz de olacaktı. Yeşil Papağan Limited oyunundaki Mahmut rolü öyle bir denk geldi ki; ünlü birine gitsen küçük bir rol, gençlere de güvenilmiyor olabilirdi çünkü daha bir isim değiller. Yiğit Hoca, “Bu çocuğu oynatırım ben” demiş ve o oyunda oynadım. Tabii ben bu konuşmaları çok sonra öğrendim. İşte profesyonel kariyerim 2008 yılında böyle başladı. Her oyun sonrası bir zarf aldığımız, onu hemen Beyoğlu'nda yediğimiz, eğlenceli bir zamandı ve o sene 25 şehir falan dolaştık. Sadri Alışık Tiyatrosu’nun o zaman daha farklı bir tiyatro bakış açısı vardı. Bütün Anadolu, Artvin, Gazintep, Adana, Ankara gibi her yeri gördüğüm bir oyun oldu. Öyle bir süreçti.
2009 yılında kumbaracı50 sahnesi açıldı. kumbaracı50 sahnesinin kurucularından Yiğit Sertdemir’le yakın bir ilişkimiz vardı, “Hocam, bir şey olursa yardım etmek isterim” dedim. Gittim oraya… Onlar da altıdansonra bir ekip olduğu için Yiğit Hoca ve Gülhan Kadim dışında herkesin başka meslekleri vardı, hâlâ da öyleler zaten. Mekânın teknik sorumlusu olmak zorunda kaldım.
- Öncesinde bir teknik bilginiz var mıydı?
Hayır, hiçbir teknik bilgim yoktu. Mekânın anahtarı ve o ışıkları söküp taktığımız İngiliz anahtarı gibi şeyler elimde kaldığı için öyle oldu. Ben dükkânı açıp bu ışık masası nasıl çalışıyor falan deyip öyle öyle öğrenmeye başladım işi.
Misafir ekipler geldi, çok değerli ışık tasarımcıları geldi, mekânda çalıştılar, ben onları seyrettim. Meraklıyımdır öyle şeylere, elim matkap, tornavida tutar. Sonra o işleri de öğrenmeye başladım. kumbaracı50’nin içinde küçük küçük tasarım yapmaya başladım. Siz bana dediniz ya “Özgeçmişinizde bir sürü oyun var”, belki de o oyunların yüzde 90’ı kumbaracı50 ile bağlantılı oyunlardır. Çünkü orası evim oldu, yuvam oldu, her şeyim oldu. Dekorla ilgili çok tasarım olarak bir şey yapmadım aslında, daha çok ışık tasarımı yaptım.
Sonra ben bu işin okulunu okumadım deyip 2010 yılında İstanbul Aydın Üniversitesi'ne girdim. Hatta oradan da ışık bursu aldım ve okudum. Tiyatronun teknik işleri beni ayakta tutan oldu. Bana sadece oyunculuk yetmiyordu, yetmezdi de zaten. O yüzden şimdi de yönetmenlik de yapmaya çalışıyorum ve şu anda provadayım.
- “Bana sadece oyunculuk yetmiyordu” derken neyi kastediyorsunuz? Oyunculuk size maddi veya manevi hangi anlamda yetmiyordu?
Maddi anlamda. Manevi anlamda da meraklıyımdır öyle şeyleri görmeye ama maddi anlamda eğer dizilerde oynuyorsanız ya da şu an sahnelenen büyük prodüksiyon tiyatrolarda ayda 9-10 oyun oynuyorsanız evet az da olsa bir nebze geçinebilirsiniz. Ama alternatif tiyatroda, bağımsız tiyatroda sadece oyunculuk yaparak geçinmeniz mümkün değil.
- Tek Kullanımlık Hikâye (oyuncu ve ışık tasarımı), Neredeyse Eşittir (yönetmen, oyuncu, dekor ve ışık tasarımı), Bir Terennüm (ışık tasarımı), Biraz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası (uyarlayan ve yönetmen) ve daha niceleri. tiyatrolar.com.tr’deki profilinizde yer alan bilgiye göre yakın zamanda sahnelenen veya sahnelenmeye devam eden 40 farklı oyunda emeğiniz var. Bu kadar işe nasıl yetişiyorsunuz?
Işık tasarımı bir tiyatro oyununun en son yapılan tasarım öğesidir, elde olan malzemeyle yapılan bir şeydir ve en kısa zamanı olan odur. Cem Yılmazer’e baksanız yılda bir sürü tasarım yapıyordur. Hele bir de gezici tiyatroya ışık tasarımı yapıyorsanız “aman abi bizim başımıza çok ağrıtma” durumları olur. O yüzden yılda 10 tane, hatta haftada bir tane bile ışık tasarımı yapabilirsiniz. Işık tasarımını nasıl yaptığınızla alakalı tabii ki. Ben Türkiye şartlarını söylüyorum. Türkiye'de yapmak isteseniz yaparsınız ama fiziken nasıl yetişirsiniz? Tasarımcı çöker, sürmenaj olur büyük bir ihtimalle.
- Sadece ışık tasarım yapmıyorsunuz ki, oyunculuk var, yönetmenlik var, ders veriyorsunuz…
Mesela ondokuzotuz atölyesinde ders veriyorum ve derslerimin sonunda da bir oyun çıkartıyorum. Nasıl profesyonel bir oyun çalışıyorsam, aslında atölyede de öyle bir oyun çalışıyorum. Bunu yıl içinde aylara bölüyorum ve bu oyunlar bir hafta arayla prömiyer yapıyorlar. Oyuna uzun süre çalıştığım için provada daha iyi odaklanabiliyorum.
Şimdi Venedik Taciri uyarlaması yapıyoruz. Onda da hem oynayan hem de yöneten olarak çalışıyorum, Ocak 2024’te kumbaracı50’de prömiyer yapacak. Biraz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası gibi bir Shakespeare uyarlaması olacak. Onda da bir metin fikriyle küçük bir uyarlama yaptım. Dediğim gibi benim hayatımda sadece tiyatro var, başka bir şey yok. Kamera önü gibi işler yok. Kamera önü işler için daha yeni bir menajerim oldu. Onunla biraz konuşuyoruz, “İsmail biraz tiyatroyu azalt, yapımcılar bu kadar tiyatroyu sevmiyorlar” falan gibi yeni yeni öğreniyorum o işleri. Tiyatro yapabildiğim bir iş ve sevdiğim bir iş, başka ne yaparım bilmiyorum.
- Neredeyse Eşittir oyununu kumbaracı50’de izledim ve 180 lira öğrenci, 240 lira normal bilet fiyatıydı. Bu arada ben oyuna girmeden İstiklal Caddesi'ndeki bir barda iki bira içtim ve 270 lira hesap ödedim. O gün 25 kişi oyunu izlemeye gelmişti. Siz oyunda bir hesap yaptınız ve o gün bilet gelirinin yaklaşık 5 bin lira olduğunu söylediniz. Neredeyse Eşittir, sahnede 6 kişinin yer aldığı bir oyun. Rejide çalışanları, sahne kirasını, vergiyi hiçbir şeyi hesaba katmadan bu gelen 5 bin lirayı aranızda bölüşseniz bile elinize doğru düzgün bir şey geçmiyor. Sormak istediğimi anlamışsınızdır ama ben yine de sorayım, bu işi yaparak geçinebiliyor musunuz?
Ben ders verdiğim için yani ondokuzotuz atölyesi falan yaptığım için onunla geçinmeye çalışıyorum. Neredeyse Eşittir’de de şöyle bir durum var, tek profesyonel benim, bir de teknik ekibe para veriliyor ve oradaki ekip, başka işler yaptığı için, o oyunun sahnelenmesi için aslında bir anlamda sponsorluk yapıyor. Ekip kendisinin sponsoru yani. Şöyle düşünebilirsiniz, prodüktörün sahnede olması gibi bir şey aslında o durum.
Oradan aldığımız paralar da aslında öyle ciddi paralar değil. Şöyle söyleyeyim; kaba hesapla benim ayda 10 tane falan oyun oynamam lazım ki asgari ücrete yakın bir şey elime geçsin. Ama bağımsız sahnelerde bir oyunun ayda 10 defa oynaması gibi bir şey pek mümkün değil. Çünkü seyirci kapasitesi o kadar yok. Seyirci daha başka şeyler tercih ediyor. Siz 10 tane oyun oynama fırsatı bulsanız bile o kadar sahne yok. Yani o kadar oynayabileceğiniz alan da yok, seyirci de yok diyebilirim.
- Peki, “alternatif tiyatro” deyip iki noktayı üst üste koysam nasıl bir tanım yaparsınız?
Şimdi şöyle, bağımsız tiyatro ya da alternatif tiyatro denilen şey o kadar hızlı türedi ki; 2005’ten sonra işte DOT, Oyuncular Tiyatro Kafe, Maya Sahne’nin açılması gibi. Tabii 90’lı yıllarda da var da ben o zamana yetişemedim, sadece duydum. Yani bu alternatif olan bağımsız olan tiyatrolar hep vardı.
Ama özellikle kumbaracı50’nin açılmasından sonra bir sürü insan “Biz de yapabiliriz ya, neden olmasın, sahnenin ortasında kolon varmış onu da başka rejisel fikirlerle çözebiliyoruz” diye düşünmeye başladı ve acayip derecede alternatif sahne çoğaldı. Şu anda gördüğünüz büyük prodüksiyon birçok oyunda oynayan kişilerin hepsi oradan geçtiler. Kimi usta tiyatrocuların bizi üzerek “merdiven altı tiyatro” dedikleri yerlerden geçtiler. Çok çok iyi oyuncular vardı.
Zorlu PSM’nin açılmasından sonra durumlar değişmeye başladı. İşin içine büyük prodüksiyonlar girmeye başladı, bir endüstri durumu olmaya başladı. Daha önce ekonomik durumumuz da bu kadar kötü olmadığı için tiyatroya, provaya gelirken yol parasını, yemek parasını bu kadar düşünmezdik. Pandemi öncesi başlayan bu süreç şu anda almış başını gitmiş durumda. Yani eskiden bir şekilde hâllolurdu, hayatta var olurduk. Ama, bir endüstrileşme haline girmemiz gerekiyordu ve o olmaya başladı.
Pandeminin etkisiyle bir sürü alternatif sahne kapandı. Devam eden birkaç sahne kaldı; Kadıköy’de Boa Sahne, ikincikat tekrar açtı, Emek Tiyatrosu, Beyoğlu'nda kumbaracı50, pandemi döneminde açılan Bahçe Galata var. Bu tiyatrolarda şu anda eskiden olmayan ya da daha seyrek olan atölyeler vererek seyircisiyle başka bir ilişki kurarak ayakta kalmaya devam ediyor ve onun için de kaliteli işler yapmaya çalışıyor.
Bu mekânlar bizim en özgür olabildiğimiz alanlar. Ben Neredeyse Eşittir oyununu büyük prodüksiyon olarak yapmaya kalksam bunu nasıl daha büyük hâle getirebilirim gibi kaygılarım olacak. Demek istediğim seyirci kaygısı gütmeden bir şeyler yapabileceğiniz en özgür alanlar o alternatif, bağımsız sahneler. Tabii ki de bağımsız sahnelerin de ayakta durabilmesi için seyircinin gelmesi, belli bir standardı hep korumanız gerekiyor. kumbaracı50’nin öyle bir şansı var, çünkü bir geleneği var. Yiğit Sertdemir kurum tiyatrosunda da çalışıyor, bağımsız tiyatroyu da yıllardır devam ettiren bir isim olduğu için oyunların standartlarını da ister istemez belirlemiş oluyoruz. Ben de oradaki tedrisattan geçtiğim için az malzemeyle iyi oyun yapıp seyircinin diğer tiyatrolara göre daha az ödediği ve memnun kaldığı işler yapmaya çalışıyoruz.
- Tek Kullanımlık Hikâye ile ilgili “Sanırım artık gönül rahatlığıyla kumbaracı50'de hangi oyun olursa olsun gidilir” diye bir yorum okumuştum. Demek ki sizden kötü oyun çıkmıyor…
Çok güzel bir yorum gerçekten, evet kötü oyun çıkmıyor. En kötüsü, belli bir standardın üstünde oluyor muhakkak. Çünkü büyük prodüksiyonlara nazaran metin olarak çok daha kuvvetli işler yapıyoruz. Onları kötülemek için söylemiyorum bunu ama orada çok daha dar zamanda iş yapmaya çalışıyorlar, prova parasını, prova kirasını, birçok şey düşünüyorlar.
Mesela biz Biraz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası’nı 3,5 ay prova yaptık. Çünkü pandemi vardı, hastalık oldu, bir şeyler oldu. Ama biz içimize sinmiyorsa öteleyelim, şimdilik oynamayalım diyebiliyoruz ama onlar öyle değiller. Onlarda bize nazaran para kaybı durumu daha yüksek. Bizde battık zaten, daha ne kadar batabiliriz durumu oluyor.
- Yakın zamanda gittiğim iki oyundan birinin bileti 895 lira diğeri 1100 liraydı. Bazı sahnelerde tiyatroya gönül vermiş insanların ya da konservatuar öğrencilerinin para verip de gidemeyeceği oyunlar oynanıyor. Yakın zamanda Pina Bausch Dans Tiyatrosu geldi Cafè Müller oyununu oynadı. 10 liraya genç bilet vardı ama sınırlı sayıda olduğu için bilet alamayanlar oldu. İstanbul’da daha nasıl barınacağını çözememiş, tek öğünle gün atlatmaya çalışan konservatuar öğrencisi kültür-sanata bu paraları nasıl versin?
Ben de gördüm oyunu. Biletimi haziran ayında avantajlı dönemde 500 liraya almıştım. Eğer Pina Bausch Dans Tiyatrosu geliyorsa bir dans öğrencisi bir yerden bulup, oraya gidip oyunu görmesi lazım. O başka bir şey tabii.
Ben seyretmeye gittiğimde yanımda belli ki dansa gönül vermiş aydın bir ailenin kız çocuğu annesiyle birlikte oturuyordu. Kız da belli ki dansçı, oyunu “bravo bravo” diye alkışlıyordu. Arkamdaki beyefendi ise “Bu ne ya ben buna para verdim ama alkışlamam mümkün değil” dedi. Az ötedeki seyirci “Bitti mi şu anda?” dedi. Büyük tiyatro salonları acayip bir dünya, seyirci standardizasyonu mümkün değil. Orası çok açık bir kapı, kim ne varsa gidip görmek istiyor. Çünkü ulaşım büyük ölçüde daha rahat ve bir de bizde AVM kültürü var. Gerçekten Zorlu PSM’nin açılması meseleyi değiştirdi dememin sebebi o. Yıllar boyunca birçok tiyatrocu AVM’lerin içinde tiyatro yapmaya karşıydı, istemiyordu aslında. Tabiri caizse kapitalizmin ortasına gidiyoruz, onun içinde nasıl sanat yaparız, durumu vardı.
Türkiye’de her şeyin dönüştüğü gibi bu durum da dönüştü. Şimdi herkes oynuyor, neden oynuyor? Çünkü kurum tiyatrosu, yani koskoca Devlet Tiyatrosu Cevahir AVM'de oynuyor ve bu seyirciye alışkanlık getiriyor. Yani Şehir Tiyatrosu gibi Devlet Tiyatrosu gibi kurumlar seyircinin alışkanlığını belirleyen yerler aslında. Çünkü bilet ucuz, her şeyi görebilirsin, çok iyi oyunlar da olabilir, çok kötü oyunlar da olabilir ama kurum tiyatrosunu gördükçe ona alışırsın. Bunun alternatifi ne olabilir diye arayışa girebilirsin. Şöyle düşünebiliriz; Norveç polisiyesinin falan meşhur olmasının sebebinin Hollywood olması gibi. Çünkü Hollywood’a doyduk artık başka bir şey görelim düşüncesi. Bağımsız tiyatronun tuttuğu yer de orası.
Açık konuşayım, kişisel olarak şu anda Zorlu PSM’de yapılan Broadwayvari işlerin hiçbirini gidip göremiyorum. Maddi sebeplerden gidip göremiyorum. Yabancı oyunları görmeye çalışıyorum, çünkü onlar yılda bir defa geliyorlar ve şu hesabı yapıyorum; yurtdışına bir turne şansım olsa, 30 Euro bir bilete versem çarptığımda aynı paraya geliyor, abi izleyeyim ya durumu oluyor. Öyle hesaplayıp ne olursa olsun, işte kredi kartına taksitlendirerek bir şey yaparak gidip izliyorum. Mesleğim gereği onları gidip izleyebiliyorum.
- Peki madem şunu sorayım, sizce alternatif tiyatrolara seyircinin ayağını alıştırabilmek için ne yapılabilir? Sosyal medya kullanımı olsun, reklam olsun bu konularda eksik kaldığınızı düşünüyor musunuz?
Benim bu konuda bir fikrim var. Bağımsız tiyatrolar influence edilmeli. Yani influencerlara; nasıl ki bir restoranı keşfettim diyorsa, “Bir tiyatro keşfettim, bir sokağın içinde ikinci katta acayip bir oyun seyrettim” dedirtebilmemiz gerekiyor. Keşke öyle arkadaşlarımız olsa da bunu yapsalar.
Bizim en büyük avantajımız fısıltı gazetesi, hâlâ o devam ediyor. Alternatif olmayan tiyatrolarda standart iş, süper iş oluyor, bizdeki standart iş görülmüyor. Görünebilmek için hep standart üstü olman, üzerine düşünmen, çok çalışman, farklı fikirler bulman gerekiyor. Onlar çok ciddi ajanslarla çalışıyorlar ve ciddi paralar veriyorlar. Bizim tiyatroya da bir ajans destek olmak istedi ama para dönmeyince, yani dönemeyince ajans da tatmin olmuyor ve bunu yapmak istemiyor. Bence bunu sanatseverlerin dert etmesi gerekiyor. Çünkü alternatif tiyatrolar biz dert ettiğimiz için, her şeyi görmek isteyen bir grup seyirci de var işte, onlar da dert ettiği için dönüyor.
- Geçtiğimiz yıl kurulan tiyatro topluluğu tiyatro•da'nın ilk oyunu Neredeyse Eşittir oldu. Avrupa'da da fazlasıyla beğenilen bir metin. İçinde yaşadığımız kapitalist düzene eleştiriler getiren bu eserin uyarlanma sürecinden biraz bahseder misiniz?
tiyatro•da’yı bizim ondokuzotuz atölyesine katılan, orada tanışan bir grup kurdu. Bu ekiple pandemide Zoom üstünden hatta YouTube’da yayınlanan online oyunlar yaptık. Bir de ilk başlayanlar onlar, bir duygusal bağ da oldu ve “Hocam biz oyun yapmak istiyoruz” dediler. Ben de “Tamam, yapalım” dedim. Beraber metni aradık, ara ara vakit ayırdık birbirimize ve bunun için çalıştık. Ben kuramsal tiyatro bilgimden de onlara ders vermeye çalıştım. Beraberce bulduğumuz bir oyun oldu. Sonra “Bir grup olun ve bunu devam ettirin. Çünkü ben sürekli bunu yürütemem, yürütücüsü olamam, en azından başlangıç noktası da ben bir profesyonel olarak bütün desteğimi vereceğim” diyerek girdim meseleye. İçinde emekli bir reklamcı, Galatasaray Lisesi’nden, Boğaziçi'nden mezun olduğu için hep hayatında tiyatro olmuş arkadaşlar var; psikolog, psikiyatrist, bir bankanın sigorta bölümünde çalışan var. Tiyatroya gönül vermiş ve bunun üstüne okumayı, düşünmeyi seven bir ekip oldukları için onlarla iletişim gayet rahat oldu. Sonrasında onlar da “Tiyatroda tanıştık, tiyatroda buluştuk, başka işler yapıyoruz ama tiyatro•da yapıyoruz” diye bir isim buldular ve Neredeyse Eşittir oyununun ikinci sezonundayız.
Jonas Hassen Khemiri adlı çok iyi bir yazarın oyunu, Türkiye'de başka oyunları da sahnelendi. Bu oyunu ise ilk defa sahneleyen biziz. O yüzden bir yandan da böyle bir yazarı seyirciyle buluşturabildiğimiz için çok gurur duyuyorum. Yazar oyunu yazalı yaklaşık 10 yıl olmuş ama her oyuna gelen “ne kadar güncel bir metin” diyor. Ekonomi meselesi, kapitalizmin bizi yemesi meselesi o kadar uzun zamandır devam ediyor ki eskimeyecek bir oyun bence.
- Tek Kullanımlık Hikâye’den bahsedelim istiyorum. İklim krizine değindiğiniz müthiş bir kumbaracı50 oyunu olmuş. Oyunla ilgili neler söylemek istersiniz?
Sakıp Sabancı Müzesi’nin Fıstıklı Terası’nda ya da kendi sahnelerinde her yaz düzenlediği bir festivali var. O zamanki küratör Emre Koyuncuoğlu'ydu ve böyle bir proje sundu. Sabancı Vakfı'nın prodüksiyon desteğiyle çıktı. Küçük bir destekle bize vesile oldular, o anlamda çok da güzel oldu. Bizim Volkan Çıkıntıoğlu ile çalışma fırsatımız oldu. Volkan Çıkıntıoğlu yazarımız oldu, Gülhan Kadim’in yönetmenliğinde çok eğlenceli bir süreçti bizim için. Çok bize ait bir oyun oldu. Çünkü kuşak olarak yazar, oyuncular, yönetmen birbirinden yakın ve aynı şeylerden keyif alan insanlar olunca oyunun hazırlanma süreci de devam etme süreci de çok keyifli oldu.
Bir de bizim memlekette iklim kriziyle alakalı bir oyun yapmak çok yeni. Avrupa'da 2010’lu yıllardan itibaren başlayan bir sürü iş var. Hatta sahnede kendi elektriğini üreten oyuncular var ve ışığı o sayede yapıyorlar. Mesela oyun boyunca pedal çeviren 2 oyuncunun olduğu bir oyun var.
- Festivallerde prömiyerini yapan oyunların çoğu sonradan sahnelenmiyor. Sizin oyununuz iki sezondur oynanıyor. Bu da bir başarı değil midir?
Valla o festivalden kalan tek biziz. Festivallerin öyle bir etkisi oluyor. Özellikle sipariş olan oyunlarda. Açıkçası biz de korkuyorduk. Yani iklim krizi ile ilgili ne anlatacağız hissiyatı vardı. Ama yazarımız Volkan’ın olayı güzel bir noktadan yakalaması bizi rahatlattı. Hikâyede iklim krizi ön planda, sürekli seyircinin aklına girecek sözcükler geçiyor ama orada bir insan hikâyesi izliyoruz. İki kardeş ve bir arkadaşın hikayesini izlediğimiz için seyirci çok bağrına bastı. Mesela ben bir arkadaşıma “Oyundan aklında ne kaldı?” diye sorduğumda, “Üç kişinin o ilişkisi daha çok aklımda kaldı” dedi.
- Ocak 2024'te Venedik Taciri uyarlaması olan Tacir oyununu izleyeceğiz. Şu anda ne aşamadasınız biraz da ondan bahsedebilir misiniz?
Şu anda daha yeni provalara başladık. Venedik Taciri, Shakespeare'in en meşhur oyunlarından ve bir de Al Pacino da oynadığı için ekstra akıllarda kalan bir hikâye. Biz metni din ekseninden çıkararak yani Yahudi, Hristiyan veya ırktan ziyade öteki olması üstünden okuyoruz. Bir ırkı ya da bir dini mağdur göstermek yerine, mülteci sorununun olduğu dünyada biraz da oradan görmek istedik.
Oyunda ki Shylock karakteri, oyunun orijinalinde bir Yahudi. Ama bizim kendi coğrafyamızda 2007’de Hrant Dink’ten 1915’lere, Sivas, Çorum, Kahramanmaraş’daki durumlarda olduğu gibi birçok azınlık, öteki neler neler yaşamış. Metni bir yere sıkıştırmak yerine daha evrensel bir yerden okuduk. Afgan da Suriyeli de Ukraynalı da öteki ve dünyanın her yerinde durum böyle. Irkçılığın ve faşizmin giderek yükseldiği dünyada bizi korkutan şeyler olduğu için böyle bir okuma yapıyoruz.
- Günümüz konjonktüründe içinde bulunduğumuz toplumu eleştiren veya politik tiyatro yapıldığında sansür ve otosansüre dair neler söylersiniz?
Çok da göz önünde olamadığımız için “Aman dur bunu yapmayalım” gibi bir durum olmuyor. Yani kendi baktığımız yerden, kendi doğrularımız üzerinden bir şeyler yapmaya çalışıyoruz.
Mesela ben Venedik Taciri’ni orijinal şekliyle uyarlayıp sahnelemek istemem. O metnin bugüne, bugünün seyircisine ne dediğine bakmaya çalışıyoruz. Shakespeare de o dönemin seyircisine yazmış. O yüzden her oyun neredeyse yeniden yazılır ve sahnelendiği zaman o metin tamamlanır. Shakespeare'in Venedik Taciri oyunu İsmail Sağır’ın yorumuyla, sahneleme metniyle şu anda tamamlandı gibi bir durum var.
Biz meseleye kendi doğrularımız üzerinden bakmaya çalışıyoruz. Aman şunun yarasına basayım, aman göze parmak olsun gibi bir yerden değil, tam tersi bunu sanatsal kaygıyla anlatmaya çalışıyoruz. Tiyatro ne kadar provokatif bir sanat olsa da göze parmak durumu olduğu zaman rahatsız edici bir şey. O yüzden bence İran Sineması bu kadar büyük bir sinema. Bizde de bir anlatım yolunu bulma derdi var. Aman ha bunu duymasınlar, bu da olmasın, aman şurayı da göstermeyelim gibi bir durum yok. Şu anda İsrail Filistin Savaşı’nın olduğu bir dönemde Venedik Taciri’ni sahneleyecek olmamız durumun başka bir yerinden baktığımızı gösteriyor. Yoksa “Aman yapmayalım” derdik.
- Devletin kültür-sanatla mesafesi, kültür-sanata desteği nasıl olmalı? Devlet Tiyatrosu modeli mi yoksa devletin desteklediği tiyatro modeli mi daha iyi olur?
Mesela belediyeler bana “Gel İsmail şu oyununu oyna, sana şu kadar para veriyorum. Seyirciye de ücretsiz bilet” diyor. Bu belediyenin halka hizmeti gibi bir durum oluyor. Bu destek meselesi o anlamda biraz problemli.
Tiyatro bedava olmaması gereken bir şey ya da belli bir fiyatın üstünde olması gereken bir sanat. Çünkü canlı yapılıyor, gişesinden sahne arkasına kadar bir sürü çalışan insan var. Devletin bunu yüzde 100 karşılamaması gerekiyor, bunun bir dengesi olması gerekiyor ki seyircide alışkanlık olsun. Böyle olmadığı zaman iş “Siz de çok pahalısınız”a dönüyor. Ben taş mı yiyeyim, bilet satın almak da bir alışkanlık olmalı.
Eskiden ücretli dijital platformları düşünebiliyor muyduk? Her şeyi bedava izleyen bir nesilken her şeye para vermeye başladık. YouTube’a bile para veriliyor artık. Seyircinin öncelikle buna alışması lazım. Kadıköy, Beyoğlu en iyi ihtimal Haliç’in diğer tarafında Semaver Kumpanya var. Beylikdüzü’ne git tiyatronun ücretli olduğunu bilmeyen bir sürü insan var. Bunu belediyenin yaptığı bir etkinlik olarak görüyorlar. Bu bence yanlış ve problemli bir durum.
Bunu dışında ödenekli tiyatro, bu memleket için olmazsa olmaz. Bütün dünyanın her yerinde var. Devlet Tiyatrosu, bir devlet kurumu olduğu için ve devlet kurumunda da ister istemez memuriyet olduğu için bazı problemler oluşuyor. Ben mesela senede 3 tane oyun yönetebilirim ama devlet tiyatrosunda hiç bir yönetmen 3 tane oyun yönetmiyor. Yönetenler var ama çok az. Performansa dayalı bir model uygulanmalı, geçinebileceği kadar belli bir maaş ve onun dışında ne kadar aktifsen o kadar prim olursa eğer o memur zihniyeti kırılabilir.
Muhsin Ertuğrul'un Devlet Tiyatrosu, Cumhuriyet’ten de eski olan Şehir Tiyatrosu bir gelenek olmuş. Bu geleneği hemen değiştirmek çok kolay değil ama hibrit bir şeyler de yapılabilir. Özel tiyatrolara koltuk başına bir hesap yapılıp destek verilebilir.
Paravan şirket kurup birkaç tane oyun yapmış gibi gösterip devletten yardım toplayanlar var. Tiyatroyla alakası olmayan ama tiyatro desteği alanlar var. Devlet para veriyorsa o oyun kaç kere oynanmış, sahnesi var mı diye denetlemeli. Sahnesi olan tiyatroyla sahnesi olmayan tiyatroya yani gezici tiyatroya da aynı destek verilmemeli.
Tiyatrocu Sami Berat Marçalı: Sansür illa yapacaklar ya da yapmakla korkutacaklar ve size otosansür yaptıracaklar. Siz ne istiyorsunuz? Ona karar vermek lazım. Sansüre boyun eğip geniş kitlelere mi ulaşmak ya da varlığınızı kabul edip elindeki kitlenin büyümesini mi ummak? Biz ikincisini tercih ettik, en bağımsız halimizle sahadayız. Bize bu iyi geliyor
"Dizilere bağımlı olmamak ve sanatçı kalabilmek için rehberlik yapıyorum. Bu, alışkanlıkların dışına çıkmak ve yeni insanlarla tanışmak için de imkân tanıyor"
"Cumhuriyet kurulunca 'bu bütün Türkiye’nin sanatı olsun' diyerek Karagöz’e Türk Gölge Tiyatrosu diyorlar ve bütün Türkiye’nin sanatı oluyor. Halkevleri Atatürk Devrimlerini Karagöz'le anlatmaya çalışıyor. Halkevlerinde yeni Karagözcüler yetiştiriliyor, didaktik oyunlar yazılıyor. Karagöz vals yapıyor, piyango çekilişleri var… Karagöz’e verilen en büyük zararlardan biri bu"
© Tüm hakları saklıdır.