11 Ocak 2025

Deniz Türkali: İslami duaların hepsini Sabetayist anneannemden öğrendim

“Bana sorarsanız korku gerçekten dünyanın en ağır şeyi. Ben kötü söz kullanmam, küfür edemem, beddua edemem benim yapımda yok. En büyük bedduam korkun artsın, daha çok korktur”

Deniz Türkali | Yedi Yahudi Çocuk oyunundan

İngiliz yazar Caryl Churchill tarafından 2009 yılında yazılmış kısa bir tiyatro oyunu olan Yedi Yahudi Çocuk, İsrail-Filistin çatışmasına yeni bir tartışma başlatmayı hedefleyerek kaleme alındı.

Toplamda yedi kısa bölümden oluşan eser, farklı nesillerden Yahudi ailelerinin çocuklarına Filistin ve İsrail hakkındaki gerçekleri anlatma biçimlerini ele alırken. her bölüm farklı tarihsel bağlamlarda geçiyor.

Yahudi kimliğinin, travmanın ve siyasal söylemlerin çocuklara nasıl aktarıldığının sorgulandığı eser, minimal yapısı, kısa, öz ve etkileyici diliyle seyircileri güçlü bi ahlaki yüzleşmeyle baş başa bırakıyor.

Yedi Yahudi Çocuk, ilk sahnelendiği dönemde yoğun tartışmalara ve tepkilere neden olmuştu. Bazı çevreler oyunu, İsrail'in politikalarını eleştirdiği için takdir ederken, diğerleri antisemitik olarak değerlendirmişti.

Caryl Churchill ise oyunun ücretsiz sahnelenmesi karşılığında telif haklarından feragat etmiş ve elde edilen tüm bağışların Filistin yardım kuruluşlarına aktarılmasını istemiştir.

Yönetmen koltuğunda usta tiyatrocu Prof. Dr. Metin Balay’ın oturduğu oyunun başrolünde, unutulmaz yapımlarla gönlümüzde taht kuran oyuncu Deniz Türkali yer alıyor.

Türkali, Yedi Yahudi Çocuk oyununun uyarlama sürecini, sansür ve otosansüre dair tehlikeleri ve Sabetayist geçmişinin oyuna etkilerini T24’e anlattı.

- Yedi Yahudi Çocuk oyununu uyarlama fikri nasıl ortaya çıktı, biraz anlatır mısınız?

Bu oyun bana geçen sene Metin Balay tarafından geldi, ben oyunu okudum ve uçtum. Metin Bey’i, işlerini biliyordum tabii ama hiç tanışmamıştık. Tanıştık ve tanışır tanışmaz aramızda çok iyi bir bil birliği kurduk. Benzer dertlerimiz var, benzer sorunlara yüzde yüz olmasa bile ortak bir yerden bir yerden bakıyoruz.

Metin Beyle çalışmak çok rahat bir şey. Oyuncusunu motive ediyor ve kışkırtıyor sonra karışmıyor. Onu yap, bunu yap diye tek bir komut vermedi. Çok güzel çalıştık.

Ama ben mahvoldum, çok zorlandım çünkü çok zor bir oyun. Ezberlemesi bile zor, o 15 dakika oyuyor insanı. Siz nasıl hissettiniz bilmiyorum ama…

- Bence çok tadındaydı. Oyun biraz daha uzasa acaba sıkılır mıydım diye düşündüm.

Çünkü çok sıkışık, yoğun bir şey. Ben de aynı fikirdeyim.

Bir gazeteci oyunla ilgili yazısında “Bir sürü filmden, kitaptan öğrenemeyeceğiniz kadar çok şeyi ya da hissedemeyeceğiniz kadar çok duyguyu Caryl Churchill 15 dakikaya sığdırmış” diye yazmış. Metin, bence de müthiş bir ustalık.

Metin Balay

- Caryl Churchill ilk sahnelendiğinde sanat camiasını kasıp kavuran bu oyundan telif de almıyor diye duydum. Bu konuyu da biraz açar mısınız?

Evet, Caryl Churchill telif istemiyor. Ne oynadığımız sahneler, ne biz, hiç kimse para almıyor ve seyirci de para vermiyor. Sadece Churchill şunu istiyor: Kim isterse oyunu izlemenin kaşılığında Medical Aid for Palestinians (Filistinliler için Tıbbi Yardım) kurumuna -5 euro, 5 dolar neyse- bağışta bulunulmasını istiyor. Bildiğim kadarıyla baya büyük bağışta bulunanlar da oldu.

- Yedi Yahudi Çocuk, Holokost'tan günümüz İsrail-Filistin çatışmasına kadar uzanan geniş bir zaman dilimini kapsıyor. Bu kadar farklı zamanlarda yaşanan olayların benzer temaları ve yapıları olması, insanlık hakkında size ne hissettiriyor?

Çok kötü hissettiriyor, gerçekten çok kötü hissettiriyor.

Kolayca umutsuzluğa kapılınabilir bir dönemde yaşıyoruz. Ama kişi olarak ben hiçbir zaman umutsuzluğa kapılan biri değilim. Umutsuz olanlara da kızarım. Çünkü insanın kendi yaratabileceği bir şeydir umut. Umutsuzluğa kendinizi kaptırdığınız zaman, siz de o kötü sonu hazırlayanlardan biri olursunuz. Biraz sert söylüyorum ama bana öyle geliyor.

Eğer hiç ışık yoksa o ışığın kendisi siz olmak zorundasınız, eğer o ışığı istiyorsanız diye hep söylerim. İnsanlık hakkında çok fazla bir şey söylemek istemiyorum, tuhaf bir tür olduğumuz kesin.

Yedi Yahudi Çocuk oyunundan

- Oyunun dili, kısa, öz ve etkileyici cümlelerden oluşuyor. Dilin, şiddeti meşrulaştırmada veya eleştirmede oynadığı role dair neler söylemek istersiniz?

Çok fazla derdi var zaten oyunun ama oyunun derdi de biraz bu. Evet, dil her şey. Dolayısıyla o dili nasıl kullandığımız, nerede kullandığımız çok önemli. Bence dilde çok ciddi bir sorun var. Kendi dilimde, Türkçe'de. Ama sanıyorum ki bu sadece Türkçe'ye özgü bir şey değil. Gerçek anlamda bir muhalef bir dil kuramamamız.

Dikkat edin hep iktidar dilleriyle konuşuyoruz. Muhalefeti de o iktidar diliyle yapıyoruz. Politika içinde partiler arası dilden söz etmiyorum. Biz muhalif kimlikleri olan insanlar gerçekten zorlanıyoruz konuşurken.

Şimdi politik doğruculuk diye bir şey var. Evet, önemli olduğunu da düşünüyorum ama her önemli şey gibi bazen bu işin de suyu çıkıyor. Fakat bundan kaçınmamak ve buna dikkat etmek gerektiğini düşünüyorum.

Şöyle bir tehlike var. Faşizan bir tavrı da kendisi getirebiliyor. Tam iktidar dili kurmayalım derken birden başka bir şeye dönüşme ihtimali oluyor. Her zaman değil ama böyle bir tehlike hep var. Dolayısıyla dilde -sizin sorduğunuz gibi- o şiddeti yeniden üretebiliyor.

- Oyun, farklı karakterlerin çocuklarına geçmişi, geleceği, şimdiyi nasıl anlatacakları konusunda yaşadıkları iç çatışmaları anlatıyor. Bu durum, bireysel ve toplumsal düzeyde suçluluk, sorumluluk ve vicdan kavramlarını nasıl sorguluyor?

Birçok karakter var. Öte yandan tek bir kişinin iç çatışması da var. Bu oyun biliyorsunuz hep yedi ayrı kişi tarafından oynanmış, bildiğim kadarıyla tek kişi oynayan bir tek benim. Bu tabii çok hoş bir şey.

Çünkü çok kişi oynadığında o dağınıklık sanki her bir karakter farklı biriymiş, başka şey düşünüyormuş, başka yerden bakıyormuş gibi oluyor. Tek kişinin çelişkisi olarak yansıttığımız zaman bence daha zengin, daha önemli, daha vurgulu bir durum ortaya çıkıyor ki olması gereken de o gibi geliyor bana.

Çünkü öbürü kolay biliyor musunuz? Herkes aynı fikirde ne güzel sma biz de bir türlü bir fikre sahip olamıyoruz ki. Bir küçük kız çocuğuna ne denebilir konusunda kimsenin kafası net değil. Sizin net mi sanmıyorum, benim de değil.

Yedi Yahudi Çocuk oyunundan

- Peki, “o küçük kıza” siz ne söylemek istersiniz?

Bilmiyorum, hakikaten bilmiyorum. Yani zaten çocuğa ne söylenmesi gerektiğini soruyor karakter ya da karakterler. Orada benim en canımı acıtan cümle, “onu korkutmayın” cümlesi. Çünkü bana sorarsanız korku gerçekten dünyanın en ağır şeyi. Ben kötü söz kullanmam, küfür edemem, beddua edemem benim yapımda yok. En büyük bedduam korkun artsın, daha çok korktur.

Bazen tutuyor biliyor musunuz? O dinamiklerin korkusu, o korkuyu görüyor olmak gerçekten bana iyi geliyor. Edebileceğim en büyük bedduadır. Dolayısıyla o çocuğa söylenen “onu korkutmayın” cümlesi, oynarken her seferinde benim yüreğimi dağılıyor.

- Yedi Yahudi Çocuk, 2009 yılında ilk sahnelediğinde tartışmalara neden olmuş bir oyun. Sanatın, siyasi meselelere dair farkındalık yaratmada ve toplumsal değişimi tetiklemekte ne kadar etkili olduğunu düşünüyorsunuz?

Sanat çok güçlü bir şey aslında. Dolayısıyla farkındalık yaratmak, insanları sarsmak konusunu çok bilemiyorum. Tabii ki çok önemli ama burada zaman zaman estetik yanını unutabiliyoruz. Bazen tercihen.

Vietnam'daki gerilla tiyatroları savaş anında oluyor. Şimdi bunun gücünü tahmin edebiliyoruz, anlayabiliyoruz değil mi? Evet bir işe yarıyor. Bazı durumlarda farkındalık yaratmadan öte bir şey bence. Daha da güçlü bir şey. Çünkü sanat yani estetik ve politik estetik ya da her politikanın estetize edilmiş hali, hepsi iç içe. Dolayısıyla çok önemli buluyorum, çok önemli görüyorum.

Çünkü her şey politik dolayısıyla her türlü tiyatro politik. Politik olmayan bir tiyatro ben hiç görmedim, olamaz da zaten ama dediğim gibi neyin estetize edilmiş, neyin estetize edilmeye çalışılmış olmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

- Oyunun farklı karakterlerini canlandırırken, kendi kişisel deneyimlerinizden nasıl yararlanıyorsunuz? Özellikle, Sabetayist Yahudi bir geçmişe sahip olmak, karakterlere yaklaşımınızı nasıl etkiliyor?

Hayır, açıkça etkilemiyor. Yahudi geçmişim yok ama anne tarafım olduğu gibi Sabetayist. Size komik bir şey söyleyeyim; ben Alman kültür ve edebiyatına her zaman uzak kaldım. Yani beni çekmedi. Halbuki ne kadar ayıp.

Goethe, Brecht, Wagner, Bruno Ganz, Heiner Müller… Bunların büyüklüğünü şimdi nasıl reddedebiliriz?

Ama Alman diline, Almanca’ya bir dilim varmıyor. Ben asla ırkçı olmamaya çalışan biriyim. Öyle de bakmamaya çalışıyorum. Değerleri reddetmenin imkânı yok. Bir de ben klostrofobiğim, metroya falan bilemiyorum.

Dolayısıyla bazen düşünüyorum. Belki de ben II. Dünya Savaşı’nda bir Yahudiydim ya da bir eşcinseldim ama Yahudi olmam daha kuvvetle muhtemel. Eğer varsa öbür hayatımda, gaz odasında bulunduğum ya da tam ölmemişken hendeklere gömüldüğüm olmuş mudur diye çok düşünmüşümdür.

Ama bu oyunu oynarken itiraf ediyorum, hayır. Zaten malzeme bu. Sahneye koyduğum, sahnede görünen ya da perde görünen de sizdeki malzemeler. Kadın olmak evet. Kız çocukluğundan geliyor olmak, evet. Onlar etkiliyor insanı.

Daha önceki bir konuşmamızda size söylemiştim galiba. İslami duaların hepsini Sabetayist anneannemden öğrendim. Zaten anneannem, büyükbabam hep gizli veya baskı altında oldukları için belki de gerçekten vazgeçtiler Sabetayist olmaktan ve Müslüman oldular. Hiçbir gün onlardan aksi bir şey duymadım, her zaman o dualar edildi.

Fakat ilginçtir masallar vardı. Başka bir kültürde duymadığım masallar. Ben küçükken çok masal dinledim. Çok masal okudum, hâlâ çok severim.

Yedi Yahudi Çocuk oyunundan

- Günümüz konjonktüründe eleştirel veya politik tiyatro yapıldığında sansür ve otosansüre dair neler söylersiniz?

Hangi yazara söyleseniz reddediyor. Genç çocuklara bazen hayatın böyle bir alanı ilginizi çekmiyor mu diyorum. “İlgimizi çeken yanından bakıyoruz, onu yazıyoruz” diyorlar. Ama o öbür yan, göz ardı edilecek bir yan değil. Ben otosansürün biraz genetiğe geçtiğini düşünüyorum.

12 Eylül’ün feci bir mirası. Geçen gün bir arkadaşla “12 Eylül’ün yaraları sarıldı mı?” Diye konuştuk. Ne sarılması, hâlâ deli gibi kanıyor.

Oyunculukta otosansür çok yok ama otosansür hikâyesi oyun yazarlığında, senaryo yazarken yani yazı dilinde daha da çok belli oluyor..

Sansür, hep var zaten. (Gülüşmeler)

- Her oyundan sonra seyirciyle söyleşiler yapıyorsunuz. Merak ettiğim oyunu izlemeye nasıl bir kitle geliyor ve tepkileri nasıl?

Tiyatro seyircisi gençleşti ama soruları ilk orta yaşlılar sormaya başlıyor. Gençlerin çok fazla sorusu olmuyor, olsa da kadınlardan geliyor.. Yani soruların çoğu genç ya da orta yaşlı kadınlardan geliyor. Oyuna ilk başladığımızda birazcık umutsuzluğa kapıldım. İlgisini çekmiyor insanların niye çekmiyor, bu da ilgisini çekmezse ne çeker diye düşündüm. Başta soruları da çok sıradan bulmuştum.

Fakat, oyun ilerledikçe daha iyi oldu. En son oyunu Tuzla’da oynadım. Söyleşi sırasında çok uzun zamandan beri duymadığım bir şey duydum.

70'li yıllarda işçi sınıfıyla, işçilerle çok iç içeydik biz. Ben zaten İlerici Kadınlar Derneği’nde (İKD) örgütlüydüm. İşçilerle grevlere gidiyorduk vs. Gazetecilik yaptığım yıllarda da grevlere sık sık gidiyordum. 70’li yılları biliyorsunuz bir açıdan şahane yıllardı. Fark ettim ki işçilerle o kadar uzun zamandır politika konuşmamışım.

Tuzla’daki oyuna grevde olan bir maden işçisi, eşiyle gelmiş. Özellikle muhalif dil oluşturmak, oluşturamamak vs. konuşurken dedi ki “Ben grevden geliyorum. Bizim dedi grev yaptığımız şirketin sahibi, ortakları; İtalyan, Fransız, İngiliz, Alman ve bizim grevimize yasak koyuyorlar. Yaptığımızın milli gelire karşı olduğunu söylüyorlar. Rica ederim, bunların temsil ettiği hangi milli gelire sekte vuruyoruz. Siz bu dilden söz ederken unutmayın bir de muhalif olan işçi sınıfının dili var” dedi.

Ardından başka bir zat çıktı ve ona karşı “Henüz daha Türkiye’de işçi sınıfı oluşmamış, modern birey..." bilmem ne falan gibi dinlemekten artık sıkıldığım çok eskimiş, çok arkaik bir dille cevap vermeye çalıştı.

Neyse sonunda işçi arkadaşa “Dediğinize katılıyorum. Muhalif dil, çeşitli muhalif dinamiklerden farklı farklı şekillerde gelecektir diye düşünüyorum. İktidar dili tek olabilir ama muhalif diller farklı farklı olmalı. Oyunda da mazlumun bir anda nasıl zalim olduğunu ve dilin bir anda nasıl değiştiğini görüyoruz” dedim.

Caryl Churchill kimdir?

Caryl Churchill, çağdaş tiyatronun en yenilikçi ve etkili yazarlarından biri olarak kabul edilen bir İngiliz oyun yazarıdır. 3 Eylül 1938'de Londra'da doğan Churchill, toplumsal cinsiyet, güç ilişkileri, kapitalizm ve çevresel sorunlar gibi evrensel konuları cesur bir biçimde sahneye taşır. Eserlerinde geleneksel tiyatro kalıplarını kırarak deneysel anlatım biçimlerini benimsemiş, feminist tiyatronun öncülerinden biri olmuştur. Churchill’in oyunları, kadınların toplumdaki rollerini sorgular, baskıcı sistemleri eleştirir ve seyircisini düşünmeye sevk eden etkileyici bir dramatik yapı sunar.

Caryl Churchill

Churchill’in en bilinen eserlerinden "Top Girls", kariyer, toplumsal cinsiyet ve kadınların farklı dönemlerdeki deneyimlerini irdeleyen bir feminist başyapıttır. "Cloud Nine" ise kolonyalizm ve cinsiyet kimliklerini sorgularken, "A Number" genetik klonlama ve kimlik temalarını işler. Onun oyunları, yalnızca sahne estetiğiyle değil, ele aldığı derin toplumsal eleştirilerle de izleyicinin aklında iz bırakır. Yenilikçi yapısıyla modern tiyatroya yön veren Churchill, yazdığı her eserle tiyatro dünyasında unutulmaz bir yer edinmiştir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Komşular rahatsız olacak derken, opera yarışmasında birinci oldu; Güneş Uluçay Türkiye'de opera sanatçısı olmayı anlattı

“Opera sanatçısı olmak kolay bir şey değil. Çünkü sanılanın aksine sahnede çıkıp sadece şarkı söylemiyoruz. Opera sanatçısı olmak için çok yönlü olmak gerekiyor. Biz çok fazla eğitim alıyoruz. müzik eğitimimizin yanı sıra diksiyon, fonetik, oyunculuk eğitimi alıyoruz”

145 yıldır eskimeyen Nora ve kadına kendi tiyatrosunu kurduran erkeklik

“Kendini bulmak için ‘kutsal’ aile yapısını terk etmeyi göze alan bir kadındır Nora. Bunu şu zamanda bile kaç kadın için söyleyebiliriz ve 145 yıl önce yazılmış bir metinden bahsediyoruz”

Bu çağın kafa karışıklığına 19. yüzyıldan derinlikli bir bakış: Martı mıyım?

“Martı’nın yaşadığımız çağın kafa karışıklığını, derinlikli, enteresan karakterlerle ortaya koyuşu, oyunu sahneleme isteğimi artırdı. Ama elbette bugünün anlatım biçimleri ile 19. yüzyıldaki anlatım biçimleri farklı. Çehov’un çoğu mektubunda değindiği, biçimsel arayışa yaptığı vurgu; benim de bugünde seyirciyle nasıl ilişki kurulmalı, ona nasıl ulaşmalı sorularımla birleşince bu tip bir uyarlama ortaya çıkmış oldu”

"
"