01 Nisan 2013

Sıradan bir 'tanrı'nın olağanüstü kitabı: Son Oyun

Ahmet Altan’ın her karakteri sıcacık soluyan, her sayfası kuvvetli bir nabızla dalgalanan yeni romanını bitirdiğinizde...

 

'Ahmet Altan’ın her karakteri sıcacık soluyan, her sayfası kuvvetli bir nabızla dalgalanan yeni romanını bitirdiğinizde, nasıl ve niçin yaşadığınızı kendinize yeniden soracak, hayatın anlamını sorgularken fena halde sarsılacak, sonunda edebiyatın kudretine daha çok inanacak, muhtemelen bu kudrete şaşıracaksınız...'

 

\

 

Yasemin Çongar

 

Belki de bir işaret bekliyordum. O soruyu yeniden sorduracak bir işaret. Beni burada tutacak kadar sağlam bir cevap verebilmeyi de istiyordum elbette. Ama önce, çıplak bir merakla sorabilmem lazımdı. Alışkanlığın huzurlu rehavetini üzerimden atabilmem gerekiyordu bunun için, emniyetli ilişkilerin sundurmasına sığınmaktan vazgeçip, tenimle bile sarmayacağım çırılçıplak bir merakla, sonunda sarsılmayı, sendelemeyi, hatta çekip gitmeyi göze alarak sormam gerekiyordu.

Ahmet Altan’ın yeni romanıyla geldi o işaret!

2 nisandan itibaren artık okuruna emanet olan Son Oyun’u bitirdiğimde, Albert Camus’nün “felsefenin asıl meselesi” saydığı o ölüm-kalım sorusuyla başbaşa kaldım ben ve cevaba varan yolda tahminimden daha fazla sarsıldım.

 

İki meslektaş arasında monolog

 

Asla planlamadığı kadar uzun süren, her ânı suçluluk duygusuyla ağırlaşmış bir moladan sonra, nihayet “esas işi” olan romanlarına dönen bir yazar, evvelemirde kimin hikâyesini anlatır? Son Oyun’un birinci tekil şahısta konuşan isimsiz başkahramanının bir “yazar” olması şaşırtıcı sayılabilir mi?

Yazarlığın bütün hastalıklarından mustarip bir romancı bu. Yeni kitabına bir türlü başlayamadığı günlerde çıkıyor karşımıza, “dünyanın sanki o yokmuş gibi davranmasına” içerliyor, “kırgın bir münzevilikten” kendini bir türlü kurtaramıyor. Ama aynı zamanda her gerçek romancı gibi, yaratmanın ve yok etmenin kudretini, kibrini, iktidarını gayet iyi biliyor. Zaaflarını itiraf eden her cümlesinin içinde kükremeye hazır bir aslan bekliyor sanki. “Zavallı bir romancıyım ben” diyor mesela, “insanların arasında peygamber olduğunu bir türlü kanıtlayamadan dolaşan bir peygamberim…” Başka bir yerde, “sonsuz bir yenilgiyi kabul etmekle, dağınık ordularını toparlayıp ‘bütün dünyaya göstereceğim’ diyen bir komutan gibi son bir maceraya girişmek arasında gidip geldiğini” öğreniyoruz. “Muhtemel bir zaferin hayali” ile “kesin bir yenilginin hüznü” arasında durması, “Tanrı’nın söylemeye vakit bulamadığı şeyleri söylemeyi” üstüne vazife saymasını engellemiyor.

Aynı zamanda bir katil o. Her yazar gibi masasının başından hiç ayrılmadan, zerre kadar suçluluk duymaksızın katliamlar gerçekleştirebildiği için değil sadece; “Tanrı’nın yazdığı roman”ın ona reva görülmüş kısmında, gerçekten bir cinayet işlediği, bir insanı öldürdüğü için de katil.

Son Oyun, gerçekliğinden artık asla emin olamayacağı bir kuşkuya kapılarak bir anlık çaresizlikle cinayet işleyen yazarın, kaçmak yerine, sokağın ortasında, bir okaliptüs ağacının altındaki banka oturup, bir yandan hep birlikte uyuyan kasabanın rüyalarını seyrederken, bir yandan da onu buraya, bu banka getiren tesadüfleri tek tek hatırlayarak, tesadüflerden biraz fazlaca medet uman Tanrı’yla kâh dertleşip kâh hesaplaştığı uzun bir gecenin hikâyesi.

“Maktûl kim,” sonuna kadar bilmiyoruz. Gece ilerledikçe, o cinayetin işlenmesine kimin nasıl karar verdiğini, hayatlarımızın gerçek sahibinin kim olduğunu da pek bilmediğimizi sezmeye başlıyoruz. Kaderimizi değiştireceğini sonradan anladığımız o kısacık anlarda nasıl davrandığımızı belirleyen şey kadar, bizi o âna ulaştıran şey de, birbirine bambaşka şekillerde bağlanması pekâlâ mümkün olan tesadüflerin rastgele bir zinciriyse eğer, halkaları yanyana getiren gücün hiç mi vebâli yok bizim günahlarımızda? Yazarın Tanrı’yla konuşmasının içinde şelalenen sorulardan biri de bu.

Biz o konuşmayı, ömrünün sonuna geldiğini bilen bir kulun yaradana yakarışından ziyade, iki yaratıcı, iki yazar, “insanları öldüren iki dost” arasında geçen bir monolog gibi izliyoruz. Ahmet Altan’ın yazarı, Tanrı’sını bir meslektaş gibi eleştirirken, dünyevî hayata da bizatihî bir roman muamelesi yapıyor. Yer yer fazla savruk, fazla vahşi buluyor bu romanı; “sen de amma çok yazıyorsun, Alexandre Dumas gibi bir yazı ekibi lazım sana” demeye getiriyor bir esnada; “olayların sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi bir romancı demem ben” diye kestirip atıyor; sona doğru, artık kaçınılmaz görünen ölümünü düşünürken kendi biricikliğini de hatırlıyor ister istemez, “Bensiz canın sıkılmayacak mı” diye soruyor Tanrı’ya, “Bir tane daha bulamayacaksın benden, ne kadar yazarsan yaz, bir tane daha benden yazamayacaksın.”

Altan’ın yazarına göre, kâinatta kim bilir daha nice roman yazmış olan Tanrı’nın kitapları arasında bizim bildiğimiz yegânesi bu yaşadığımız hayat. Hepimiz “iyiliklerin hep sözde kaldığı, kötülüğün ise sahicilik kazandığı” bu romanın kahramanlarıyız. Hepimiz bu sorunlu romanın kurbanlarıyız.

Zira “çok acımasız” bir yazarımız var bizim, “acılarımızla eğlenerek oynayan” bir yazar… Hiçbirimizi “mutlak” yaratmamışken, her şeyi “mutlak” yapmamızı bekliyor; “biraz” kelimesi lûgatında yok onun, oysa bizi özgürleştirip, romanını bir başyapıt yapabilirdi bu kelimeyle. Yapmıyor. Sorumluluğu bize yüklerken, gücü hep kendi elinde tutuyor, biz gün gelip bu gücün sınırına dayandığımızda ise çareyi öbür tarafa, “ikinci kitaba” bırakmaktan yüksünmüyor hiç. Bankta sabahı beklerken, Tanrı’nın sınırlarında durduğunu hisseden yazar, “Bana, bu kitabın içinde bir çözüm lazım” diye sesleniyor meslektaşına ama nafile. Sonunda, varlığından bir türlü emin olamadığı ahiret hikâyesi için, “Umarım ‘öteki cildi’ yazmışsındır… Umarım o bundan daha iyi bir kitaptır” demekten başka bir şey gelmiyor elinden.

 

Kasabadaki yabancının gözüyle…

 

Kadri az bilinen erken dönem sosyologlardan Georg Simmel’in (1858-1918) çok basit bir “yabancı” tarifi vardır; “Yabancı bugün gelip, yarın kalandır” der. “Yabancı” hiçbir zaman tamamen yabancı değildir velhâsıl; geldiği yerde kalır, oranın insanlarıyla ilişki kurar, hayatına katılır ama herkes onun “başka bir yerden” geldiğini bilir, birbirlerine ne kadar yakınlaşsalar da, “yerliler” ile “yabancı” arasında her zaman bu bilginin koruduğu bir mesafe kalır.

Ahmet Altan’ın yazarı, tam da Simmel’in tarifine uygun bir yabancı. Romanını yazmak için bir dağ köyü ararken, yol kenarında bir “Satılık deniz” tabelası görüyor. Biraz bu imkânsız tabelanın mizahına, biraz da rastgele oturduğu dükkândaki köftelerin lezzetine kapılarak kasabada kalıyor. Esrarlı cigaraların her saat herkesin elinde tüttüğünü; katillerin cinayet işlemeye sarı minibüslerle gelip, sonra çoğunlukla serbest kaldığını; iktidar ilişkileri gibi ahalinin aklî dengesinin de, bir tepede olduğuna inanılan varlığı meçhul hazinenin hiç kimsenin eline geçmemesine bağlı olduğunu kavrıyor çok geçmeden; kasabanın mûkim yabancısı oluyor.  

Son gecesinde, onu o geceye taşıyan ilişkileri ve olayları, yalnızlığından vazgeçemediği için nice aşklar yitirmiş bir yazarın kolay örselenmeyen tekilliğiyle anlatıyor bize. Ama bir yandan da, kasabalılarla işveren, müşteri, arkadaş, sevgili, âşık, sırdaş, hatta imam rızasıyla karı-koca ilişkisine girmiş biri o; “içerden” bir yabancı. Üstelik, sadece konuşarak, dertleşerek değil, sahte kimliklerle gezindiği internet üzerinden kasabalılarla yazışarak da tanıyor onları;  “gerçek” hayatta asla göstermedikleri yüzlerini, kimseye söylemedikleri sırlarını, kendilerine bile itiraf etmedikleri günahlarını bir “dikizci” gibi ânı ânına takip ediyor, “görünmez olanı da görmeye” başlıyor zamanla. “Sanal” âlemin “gerçek” hayattan çok daha renkli olduğunu anlaması uzun sürmüyor, “cehenneme bilet almak gibi” bir keşif bu, kasabalıların olduklarıyla olmak istedikleri arasındaki uçuruma dikiyor gözlerini. Hikâyesini, o uçurumu da bilerek anlatıyor bize.

 

İki 'aşk üçgeni'nin ortasında

 

Yarattığı yazarı, kasabada edinmeye başladığı yeni okurların ağzından “Kadınları çok iyi anlatıyorsunuz… Kadınlarla ilgili o kadar çok şeyi nereden biliyorsunuz” misali, merakı övgüsüne ağır basan iltifatlarla sevindirirken, aslında kendi romancılığı hakkındaki kestirmeci hükümlerle de inceden alay ediyor Ahmet Altan.

Son Oyun, Altan’ın dokuzuncu (*) romanı. Bugüne kadarki romanlarında, dilin zarafeti, üslubun sıcaklığı, anlatımın akıcılığı ile birlikte bir başka değişmeyen özellik de -- evet -- kadınları ama aynı zamanda da erkekleri, en mahrem ilişkilerinin içinden anlayıp, anlatma çabasıydı bence. Titiz planlardan, cerbezeli oyunlardan, postmodern edebiyatın kes-yapıştır zanaatinden ve pastişlerinden hep uzak durarak, her şeyden ziyade dile, tasvire ve duyguya yüklenerek yazdı Altan. E. M. Cioran’ın kendi kitaplarını övmek için kullandığı o çok güzel tarifle, “mâmul” romanlar yazmadı hiç.

Son Oyun, farklı bir roman. Mâmul bir roman olduğu için değil ama… Kadınları ve erkekleri, aşkı, şehveti, şefkati, kıskanmayı ve kıskanamamayı, sadakati, ihaneti, bağlanmayı ve vazgeçmeyi anlatmadığı için de değil. Aksine bu kez, bu konulara diğer romanlarındakinden belki daha tasarruflu ama çok daha bütünlüklü, yine çok sıcak ama sanki daha derinlikli bakıyor Altan.

Romanın dört yüz sayfaya nasıl sığdığına akıl erdirmesi zor olan bin bir katmanı var ve bu, derinlik duygusunu besliyor. Hayatı parçalarına ayırmadan kavrıyor Son Oyun; iktidar hırsının giderek cehenneme dönüştürdüğü bir doğa cennetinde, tam anlamıyla kendi küçük evrenini kuran Altan’ın, ilk bakışta son derece basit görünen bir hikâyenin içinden, bütün bir varoluşu sorguladığına tanık oluyoruz.

Varoluş bahsine döneceğim. Fakat önce kitabın merkezine yerleşen iki “aşk üçgeni” üzerine birkaç satır...

Mahsus, tadını çıkararak kullanıyorum bu gacır gucur klişeyi, çünkü Altan’ın iç içe kurduğu ilişkilerin seyri, “aşk üçgeni” sözünün ima ettiği kalabalığı bildik kalıplar içinde anlamayı imkânsızlaştırıyor. Yazar, arasına giriverdiği küllenmemiş bir ahir zaman aşkını en baştan kabullenirken üçgenin geometrisini  değiştiriyor biraz; gizli rakibi olduğu erkeğin arkadaşı da oluyor. İkinci üçgende, birbirinden alabildiğine farklı iki kadınla sevişiyor, zamanla bu sevişmelere alışıyor, iki kadına da farklı nedenlerle bağlanmaya başlıyor.

Bir yanda, deliliğin sınırında gezinen, kasabanın belediye başkanına âşık bir kadınla, daha ziyade internette kurulmuş ama her yerden daha gerçek görünen bir “evin” içinde ilerlettiği, “adı olan şeylerin iyi yanlarının biraraya gelmesiyle ortaya çıkmış adsız bir ilişkisi” var. Şefkat mi daha ağır basıyor bu ilişkide şehvet mi tam karar veremeseniz bile, ilişkinin gücünün, yaşananlardan ziyade hayal edilenlerde olduğunu biliyorsunuz. “Bir hayalin içinde yaşıyorduk” diyor yazar, “hayalin gerçekleşmesini önleyebilecek en büyük tehlikenin, zamanından evvel gerçeğin hayale değmesi olduğunu seziyorduk.”

Diğer yanda, kasabanın en zengin adamlarından birinin yaşını almış, neyi, ne zaman, nereye kadar istediğini çok iyi bilen muktedir karısıyla “şekerleme” kelimesinin telaffuzunun bile şahlandırmaya yettiği gayet şehevî bir beraberlik sürdürüyor yazarımız; hayale yer olmayan, fena halde “gerçek,” şaşırtıcı biçimde güçlü bir ilişki. Bu gücün nelere kadir olduğunu, okurun “ilk sefer” heyecanına saygı gereği anlatmıyorum.

 

Yanlış bir tohumu sulamak…

 

Bundan tam yüz sene önce dünyaya gelen Camus, yirmi dokuz yaşındayken yayımlanan Sisifos Efsanesi adlı denemesine, hayatın yaşamaya değer olup olmadığı sorusunun felsefenin temel meselesi olduğunu yazarak başlamıştı.

Son Oyun, buraya kadar anlatmaya çalıştığım bütün özellikleriyle birlikte, ama bütün bu özelliklerin de ötesine geçen bir biçimde, bu temel meselenin romanı bence. Ahmet Altan, lezzeti ve katmanlarıyla Camus’yü misliyle aşarak yazsa da, Sisifos’un siftah sorusuyla örtüşen, okurda bıraktığı nihai etki itibariyle de, Camus’nün bir başka eserini, Sisifos’un kardeş kitabı Yabancı’yı hatırlatan bir roman yazmış.

Hayatın bir anlamı var mı? İnsan niçin yaşar? Bu hayat yaşamaya değer mi gerçekten? Niye tercih etmiyorum ölümü?

Son Oyun’da, ne yazarı Tanrı’yla konuştururken ne de Kuantum Teorisi’ni kasabanın şen orospusu Sümbül’ün tombul bacakları arasında çökerten bir parodiye dönüştürdüğü “hem var hem yok” bir hazinenin bütün kasabayı esir almasını anlatırken, bu soruların hiçbirini sormuyor Altan. Ama “bir hiçlikten koca bir kısırdöngü yaratabilen” insanların arasında, “gerçek bir nedeni olmayan gerçek bir savaşı” gün gün izlettiği yazarın ağzından, hayatın “saçmalığını” sık sık hatırlatıyor bize.

Onu “katil” yapan tesadüfleri düşünürken, “Küçücük anlar var hepimizin hayatında” diyor yazar, “bir tohum gibi, o ânın içinde ne olduğunu bilmiyoruz ama o anlardan bir tanesini alıp suluyoruz, tek bir an büyüyüp koca bir hayata dönüyor ve o ânın içinde nasıl bir hayat olduğunu daha sonra öğreniyoruz, Tanrı’nın tesadüfleri diyoruz…” Ve soruyor: “Yanlış bir tohumu suladım. Bu seni eğlendiriyor mu Tanrım?” İster istemez, çevrenize serpilmiş tohumlardan hangilerini suladığınızı düşünüyorsunuz siz de; sulamadıklarınız, çimlenmesine izin vermeyip öldürdüğünüz anlar, ıskaladığınız muhtemel hayatlar takılıyor aklınıza. Tek bir tohumun içine nasıl sığdık biz? “Arzularımıza çok küçük gelen bu hayatın” içine nasıl sığıştık? Buradan çıkış yok mu?

Satırlarında bütün karakterlerinin nefesi hissedilen, anlattığı ilişkiler her sayfada kuvvetli bir nabızla dalgalanan bir roman Son Oyun. Ama bitirdiğinizde, kitabın aslında sizi anlattığını hissediyorsunuz. Hayatınızı, bir romanın içinden sorgulayıp, fena halde sarsıldığınız vakit edebiyatın gücüne olan inancınız artıyor. “Filozof olmak istiyorsan romanlar yaz” diyen Camus’ye hak veriyorsunuz.

 

(*) Yazının ilk halinde, Son Oyun’dan Ahmet Altan’ın “onuncu” romanı olarak söz etmiştim. Bu hatanın farkına varmamı sağlayan Alper Tunga’nın aşağıdaki yorumlar arasında okuyabileceğiniz nazik uyarısı oldu; kendisine çok teşekkür ediyorum.
 

Yazarın Diğer Yazıları

Kiev’den notlar: Avrupalılaşmak ile güdülmek arasında…

Kiev’deki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (OSCE) toplantısının yamacında yapılan sohbetleri de dinledim bugün. Türkiye bahsi ne zaman açılsa, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a aynı sıfat yakıştırılıyordu…

Müminlerle âlimlerin demokratlığı ve matematikten boşanan fizik

Teorik fizikten anlamışız anlamamışız, dindar ya da dinsizmişiz pek fark etmiyor; her şey gibi gerçeğin de geçici olduğunu söyleme cesaretini nedense pek bulamıyoruz içimizde.

Her sadakat bir ihanet, her karar bir delilikse…

İnsan, yokluğunu fark etmediklerini de özler. İçimizdeki boşluğun hacmini bilmeyiz