24 Eylül 2013
Onun son kuartetlerinden birini dinliyorum şimdi. İnsanın içine doğru kapılar açan bir müzik bu. Bilmediğim yollara çıkarıyor beni, uykuya yatırdığımı bile unuttuğum hevesleri kamaştırıyor.
Minnacık bedenlerimize nasıl sığıyor bu sonsuzluk duygusu, hiç anlamıyorum bazen. Hayat, bir ucundan dişlediğimiz şu küçücük diliminde bile ihtimallerin sınırsız olduğuna nasıl inandırıyor bizi?
Zifiri sessizlikten doğmuş bir müzik bu. Tam on yedi yıldır sağır olan bir adamın bestesi.
Ne haykırdığını işitmeksizin haykıran, her haykırdığında bütün sıçrama ve düşüşleriyle, zirveleri ve kuytularıyla hayatı yeni baştan kuran bir adam düşünün.
İçimizdeki sonsuzluğu bu sayede gözüne kestiriyor belki de, kimbilir.
Kulakları dünyaya büsbütün kapanmasaydı, ses artık sadece kendi içinden çekip çıkarabileceği bir şeye dönüşmemiş olsaydı, Beethoven son dönem bestelerinde bu denli derinlere inmeyecekti belki; zamandan bu denli azade bir müzik bırakmayacaktı bize.
Yaron Zilberman’ın Türkiye’de Son Konser olarak gösterilse de, asıl ismi A Late Quartet yani “Son Kuartetlerden Biri” olan filmi, ilk kuartetin ilk mısralarıyla açılır.
Buradaki “son kuartet,” 1827’de elli yedi yaşındayken göçüp giden Ludwig von Beethoven’ın hayatının son iki yılında bestelediği altı kuartetten biri, tam adıyla, Opus 131, Do Diyez Minör Yaylı Çalgılar Dörtlüsü’dür.
“İlk kuartetin ilk mısraları” dediğim ise, dev bir şairin kendi zirvesine tırmanırken attığı ilk adımlardı aslında.
1888’de Amerika’nın St. Louis şehrinde doğup 1965’te Londra’da kendine memleket olarak seçtiği Britanya’nın bir vatandaşı olarak ölen T.S. Eliot, başyapıtı saydığı, 1948’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasında büyük rol oynayan uzun şiiri Four Quartets’i (Dört Kuartet) oluşturan ve başlangıçta her biri ayrı kitap olarak basılan dört şiirinin ilkine bu mısralarla yürümüştü:
Şimdiki zaman ve geçmiş zaman
Belki ikisi de mevcuttur gelecek zamanda,
Ve gelecek zaman geçmiş zamanın içindedir.
Eğer bütün bir zaman mevcutsa ebediyen,
Geri alınamaz demektir bütün bir zaman.
Olabilecek olan şey bir soyutlamadır,
Sadece nazariyelerin âleminde
Sürekli bir ihtimal olarak kalan.
Olabilecek olan ve olmuş olan şey
Tek noktayı işaret eder, o da daima şimdiki zaman.
Zilberman’ın filminde, kariyerinin sonuna yaklaşan usta bir çellist genç öğrencilerine bu mısraları okuduktan sonra, “Beethoven’ın son kuartetleri hakkında Eliot böyle yazmıştı” der.
Dört Kuartet’i, Beethoven’ın son kuartetleriyle bağdaştıran başkaları da oldu geçmişte. Şairin kendisi ise, bestecinin artık işitmezken yazdığı müzikten yola çıktığını hiç söylememiştir.
Zamanın, daha doğrusu, yüzünü nihayetinde Tanrı’ya döndürmesine vesile olan bir zamansızlık arayışının şairiydi Eliot. Beethoven’ın müziğiyle de burada buluştuğunu sanıyorum.
Dört Kuartet’in son kitabında, bir başka bestecinin, Guillaume de Machault’nun on dördüncü asırda yazdığı “Ma Fin est Mon Commencement” adlı şarkısından ilhamla söylediği gibi, “Başlangıcımdadır sonum” ve “Sonumdadır başlangıcım” diyebilmekteydi iş.
Şair, her an, her yöne doğru ilerleyerek, her bir noktasına tekrar tekrar varabileceğimiz bir daire çizmesini istiyordu belki de hayatın. Daima şimdiki zaman olan bir varoluşun peşindeydi. Ya da, daha büyük ihtimalle, bunun sırrına erdiğine inanıyordu.
H.G. Wells, 1895’te The Time Machine (Zaman Makinesi) adlı romanında, böyle bir dairede sonsuz bir gezintiye pekala çıkabileceğimizin fantezisini kurmamış mıydı zaten?
O sırada sadece on altı yaşındaydı Albert Einstein ve Zürih’teki Politeknik’in giriş sınavlarında başarısızlığa uğramakla meşguldü. Altmış yıl sonra, 1955’te, bütün zihinsel üretimini akreple yelkovanın oyunundan öte bir şey olmadığına inandığı zamanın göreceliliği üzerine inşa ettiği bir ömrün sonuna yaklaşırken, karısını yitiren bir arkadaşını şu sözlerle avutacaktı:
“Bizim gibi fizik bilimine inanan insanlar, geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek arasındaki ilişkinin inatla ısrar eden bir yanılsamadan ibaret olduğunu bilirler.”
Lise son sınıfta, saçlarını kısacık kestiren, incecik dudaklarına hayatla inatlaşırcasına her gün sürdüğü bordo ruj dışında renkten mahrum, epeyce ihtiyar ve epeyce huysuz bir kalkülüs hocamız vardı. Hiç gülmezdi.
Çok mutsuz ve çok zeki olduğunu düşünürdüm onun. Zeka, mutlu olmanın yolunu da keşfeder elbet diye düşünmezdim o zamanlar. Zekanın, mutluluğun bir kandırmaca olduğunu insana öğrettiğini sanırdım daha ziyade. Eh, on altı yaşında olmak da kolay bir şey değildi.
Çok mutsuz ve çok zeki hocamız tebessüm etti bir gün.
Çilli parmaklarıyla, her dokunuşta ayrı gıcırdayan yeşil tahtaya her zamankinden biraz daha uzun bir formül yazmıştı. Yıllar sonra üniversitede, ekonometrinin son sınavını da nihayet verdiğimi öğrendiğim günden itibaren artık bir daha asla görmeyeceğimden emin olduğum bütün o formüller gibi, o formülü de unutuvermişim. Hocanın tebessümü ve o tebessüme eşlik eden cümle aklımda oysa.
“İyi bakın,” demişti. “Şu anda baktığınız şey, saf müziktir aslında. Ölümlü bir ruhun ölümsüz bir formül üretebilmesi ne kadar güzel.”
Dindar değildi belli ve nasıl da emindi kendinden.
Minneapolis’te bir okuldu orası. Beni çok seven ve çok sevdikleri için de Hazreti İsa’yı “kurtarıcım” olarak kabul etmemi dileyen Amerikalı bir ailenin yanında yaşıyordum. Kurtuluşun tek yolu vardı zahir ve onlar o yolu bulmuşlardı bir kez.
Ölümün “son” değil, “başlangıç” olduğuna inanıyorlardı.
Bordo rujlu matematikçiyle anlaşamayacakları kesindi.
Apayrı yerlerden gelip aynı ebediyet inancında buluştuklarını ise, ancak belli belirsiz seziyordum ben. Kılavuzları, ister irrasyonel bir fonksiyonun nasıl alınacağı hepten belli integrali olsun, isterse bir havarinin kutsal şahitliği, zamandan azade bir yolda yürüyor gibiydiler.
O yola çıkamıyordum ben. Azdım, eksiktim sanki.
Dâhiler, kendilerini başka insanlarla eşit sayarlar mı dersiniz? Gerçeğin bilgisine vâkıf bir insan demokrat olabilir mi?
“Tanrı, bazılarının kulağına fısıldar, benim kulağıma ise haykırıyor” diyen Beethoven, mesela, “Tanrı’nın lisanı” diye tarif ettiği bestelerini dinlemekle yetinen biz biçarelerle eşitlenmeye razı mıdır?
Ya gerçek bir âlim? Ya gerçek bir mümin?
Dinin ya da ilmin varoluşun sırrına doğru ilerlediğinden emin bir yolcusu, o yola çıkamayan cühelaya kendi eşiti gözüyle bakabilir mi?
Bir dindarın ya da bir matematikçinin demokratça davrandığına defalarca tanık olmuş olanlarımız için anlamını yitirmesi tecrübeyle sabittir bu sorunun; “Tabii, bakar; niye bakmasın” deyip geçeriz.
Ama cevabını o kadar kolay elevermeyen bir başka soru kafamda dönüp durur benim:
Nasıl?
Nasıl oluyor da, ilmin ya da dinin doğrularını “hakikat” sayan bir insan, o hakikate uzak olanlarımızla eşit olduğunu kabullenebiliyor? Kendi formüllerinin ölümsüzlüğünden emin bir dindar ya da bir matematikçi, demokratça davranmayı nasıl becerebiliyor?
Demokrat zihniyet, doğrularımızın tek değil çoğul, mutlak değil göreli ve hatta geçici olduğunu öngörmez mi zira? Bunu yaparken, insan aklının sınırlarını da sürekli hatırlatmaz mı bize?
Mutlakın varlığına ahdedenler, yanılma ihtimaline nasıl açarlar yüreklerini? “Bilenler” ya da “bildiğine inananlar,” son tahlilde, “bilinemezci” olan bir duruşu nasıl benimserler?
1955 New York doğumlu, Amerikalı teorik fizikçi Lee Smolin’in son kitabı, bu soruların çevresinde yeni turlar attırdı bana. Uzun ve iddialı bir adı var kitabın: Time Reborn: From the Crisis of Physics to the Future of the Universe (Yeniden Doğan Zaman: Fiziğin Krizinden Evrenin Geleceğine).
Smolin, Cincinnati’de liseden atılmasından on iki yıl kadar sonra, 1979’da, henüz yirmi dört yaşındayken Harvard’dan teorik fizik doktorasını almış ve kendi alanında çok tanınmış bir bilimci. Teorik fiziğin en önemli araştırma merkezlerinden birinin, Ontario, Kanada’daki Perimeter Institute’un kurucusu. “Halka Kuantum Yerçekimi” diye bilinen kuramın mucitleri arasında sayılıyor. Ve benim üzerine epeyce okumama rağmen hâlâ pek anlamadığım, dolayısıyla da anlatamayacağım bir biçimde, “Sicim Kuramı” ile “Halka Kuantum Yerçekimi”nin birbiriyle bağdaştırılabileceğini göstermeye çalışıyor.
Ancak Smolin’in fizik üzerine, özellikle de Leibniz’den yola çıkarak fizik kuramlarının tarihi, dolayısıyla gerçekliği algılama biçimlerimizin evrimi üzerine yazdıkları, benim gibi teorik fizik bilgisi kıt olanların da kavrayabileceği kadar sarih.
Aynı zamanda, bir asi Smolin.
Bir önceki kitabı The Trouble with Physics (Fiziğin Sıkıntısı), kitabın kapağının da hemen akla getirdiği üzere fizik biliminin yaygın yöntemlerini tersyüz etmek pahasına, fizikçilere “konsensüs yerine kavga” öneriyordu. Smolin’e göre, paradigmalardan yola çıkıp, bu paradigmalarda görüşbirliği sağlanarak ilerlemek yerine, birbirine rakip çalışmalar yürütülmesini, bu çalışmalarda çatışan sonuçlar elde edilmesini ve aynı konuda çoğulcu, hatta çelişik yaklaşımlarla ilerlenmesini özendiren bir fizik ortamına ihtiyaç var.
Yeni kitabı Time Reborn’da, bir bakıma, bu ihtiyacı karşılamak için kolları sıvamış Smolin. Kendi deyişiyle, fizik biliminin nicedir kapı dışarı ettiği bir şey olan “şimdi” kavramını yeniden içeri almaya çağırıyor meslektaşlarını. Bununla da yetinmeyip, “şimdi”yi fiziğin ve hatta bütün beşeri düşünce sisteminin ortasına yerleştirmemizi öneriyor.
Zamanı yeniden doğurma çağrısı bu. “Saatlere güven tazelemenin vakti geldi” diyor Smolin. Zamandan azadelik hissinin daima bir yanılsama, zamanın ise aslî olduğunu anlatıyor.
“Bildiğimiz ya da tecrübe ettiğimiz hiçbir şey, zamanın gerçekliği kadar tabiatın özüne yakın değildir” diyerek Einstein’a kafa tutuyor. Fiziği, değişmez matematiksel eşitliklerin sultasından kurtarmaya, vaktiyle Edmund Husserl’in “tabiatın matematizasyonu” dediği şeyden silkinmesini sağlamaya çalışıyor.
Bütün bunların, formüllerinden gayet emin matematikçilerle, kuramlarına âşık fizikçiler tarafından pek hoş karşılanmadığı kesin.
Öte yandan, Time Reborn’un “şimdi”ye yaptığı güzellemenin, demokrat zihniyeti kavramayı ve içselleştirmeyi kolaylaştıran bir yönü de var bence. Zamanın içinde yaşayabilmekle başlıyor zira iş. Ve bu, o kadar da kolay değil aslında.
Zamanın gerçekliğini, çocuğumuzun hızla küçülen giysileri ya da aynadaki yüzümüzün derinleşen çizgileriyle belki her gün farkediyoruz çoğumuz ama yine de aşkımızın “ebedi” olmasını dilemekten alıkoymuyoruz kendimizi. Teorik fizikten anlamışız anlamamışız, dindar ya da dinsizmişiz pek fark etmiyor; her şey gibi gerçeğin de geçici olduğunu söyleme cesaretini nedense pek bulamıyoruz içimizde.
Newton’dan Einstein’a, sicim kuramcılarından kuantumculara kadar birbirlerine karşı teoriler geliştirmiş fizikçilerin ortak bir doğruları varsa eğer, o da evrenin bazı mutlak, zamansız kurallara göre işlediği konusunda görüşbirliği içinde olmaları. Time Reborn, işte asıl bu konsensüse çengel atıyor.
Şöyle düşünmemizi öneriyor mesela: Enerjinin, kütleyle ışık hızının karesinin çarpımına şu an için eşit olması, her zaman eşit olacağı anlamına gelmez. Matematikte, bir üçgenin iç açılarının toplamı daima 180 derecedir, ama tabiatın üçgenleri bu kurala hemen hiçbir zaman uymaz.
“Neye hayran olup neyi yüceltirsek – Tanrı, matematiğin doğruları, tabiat kanunları – ona zamanı aşan bir varoluş atfediyoruz” diyor Smolin.
Matematiğin, tabiatta aslında var olmayan rakamlarla, eğrilerle kurduğu formüllerin, metafizik bir aşkınlık fantezisini de içinde barındırdırmasını “tehlikeli” bulan Smolin’e göre, matematiğin aksine, her şart altında aynı kalan, idealize edilmiş davranış ve ilişkilerle değil, değişime açık – adı üstünde – “fiziksel” olgu ve tezahürlerle uğraşan fizik biliminin kendini bu metafizik tehlikeden koruması gerekiyor. Sunduğu seçenek basit: “Ya özü itibariyle matematikseldir dünya ya da zamanın içinde yaşar.”
İyi de matematikten boşanabilir mi fizik? Hem zamanın içinde yaşamak ne demek?
İster daha iyi bir ebeveyn, daha iyi bir eş veya daha iyi bir yurttaş olmak ya da bir toplumun optimal örgütlenmesi olsun meselemiz, bu konuda tarafımızdan keşfedilmeyi bekleyen değişmez bir doğrunun varlığına inandığımızda, zamanın dışına düşüyoruz. Mesela, iktisadın ya da siyasetin doğru teorisinin on dokuzuncu asırda yazıldığına inananlar, Smolin’e göre, zamanın dışında yaşıyorlar. Bir fikrin, o icat etmeden önce de varolduğunu varsayan bir bilimci de, keza, zamanın dışında düşünüyor.
Oysa işlerini, yeni keşfedilen fenomenleri tarif etmek için yeni fikirler ve onları ifade edecek yeni matematiksel yapılar geliştirmek diye anlayan bilimciler zamanın içindeler. Siyasetin amacını, toplum evrildikçe ortaya çıkan yeni sorunlara yeni çözümler getirmek olarak anlayan siyasetçiler de öyle.
Tabiatın kanunlarının da zamanla değişebileceğini, fiziğin evrim geçirmeye açık bir bilim olması gerektiğini anlatırken Smolin’in işini kolaylaştıran şey, aslında yine bilimin kendi tarihi.
Öyle ya, pürüzsüz gibi görünen maddenin atomlardan, bölünmez gibi görünen atomun protonlardan, nötronlardan ve elektronlardan ve nihayet, son nokta gibi görünen protonlarla, nötronların kuarklardan oluştuğunu biliyoruz artık. Bu “artık” kelimesinin yerine “şimdilik” kelimesini koyduğumuzda ise, iş çözülüyor zaten.
Şu anda “doğru” görünen bu bilginin zaman içinde hem maddeye ilişkin beşeri algı geliştikçe ama hem de maddenin kendisi zamanla değiştikçe, aynı kalmayacağını teslim etmekle başlıyor iş.
Yarıçapı 46 milyar ışık yılı olan evrenimizin gidip göremediğimiz her bir köşesindeki ve bu evrenin ötesinde, varlığını gözlemlemeyi bile henüz beceremediğimiz muhtemel evrenlerdeki farklı şartların nasıl farklı bir madde yapısına imkan verebileceği konusuna girmiyorum bile. Smolin’in, hayatı mümkün kılan bir evrende yaşamamızı, “kozmolojik doğal seleksiyon” dediği bir nevi fiziksel evrim teorisiyle açıkladığını da not etmekle yetineceğim.
Time Reborn, Newton’ın zamandan azade kıldığı kanunları gibi, Laplace’ın evrenin şimdiki halini, “geçmişinin sonucu ve geleceğinin sebebi” gibi görmesine de itiraz eden bir kitap. Wells’in zaman makinesini de, Einstein’ın hıza ve konuma göre uzayda farklı zaman dilimleri olduğunu göstermekle böyle bir makineyi muhtemel kılmasını da, zamanı “esas,” uzayı “sonuç” sayan bir yaklaşımla, yüzünü bir yanıyla yine Leibniz’e dönerek reddediyor Smolin. Bir bakıma, fizik biliminin gelişimini anlatırken, “zaman” konusundaki fikirlerimizin kısa tarihini de, bilimsel terminolojiye biraz ilgisi olan herkesin takip edebileceği bir üslupla sunuyor bize.
Time Reborn’un iddiası ve etkisi bununla sınırlı değil ama. Smolin’in çabası, 1947 doğumlu Brezilyalı filozof Roberto Mangabeira Unger’in devletin, piyasanın ve toplumun demokratik örgütlenmesi üzerine “deneylere ve revizyona tabi” bir düzen arayışıyla örtüşüyor. Kitabın birkaç yerinde Unger’le ortak çalışmalarına atıf yapıyor yazar; fizik gibi, demokrasinin de zaman içinde değişimi esas alan, bunun getirdiği çoğulculuğu teşvik eden bir “açık gelecek” tasavvuruyla ilerleyebileceğine inanıyor.
Smolin’i okurken, matematiğin “saf müzik” hali olan formülün ölümsüzlüğüne inanan huysuz hocamın, çoğulculuğa kapıyı kapatıp kapatmadığını epey düşündüm ben. Hazreti İsa’nın “kurtarıcı” olduğuna samimiyetle inanan bir ailenin, bu inancın da bir tarihi, dolayısıyla bir başlangıcı, bir evrimi olduğunu hatırlaması, zaman içinde yeni dönüşümler geçireceğini kabul etmesi, dolayısıyla şu anda “kalıcı ve tek doğru” görünen şeyin geçiciliğine küçücük de olsa bir kapı aralaması kolay mı diye sordum kendime.
Politik bakışımızın, dinsel inancımızın, kimliğimizin, varoluşumuza ilişkin ilahi ya da fiziksel açıklamalarımızın “zamanımıza özgü” olduğunu söyleyebilmek hangimiz için, ne kadar mümkün?
Zor belki. Ama Smolin, “zaman içinde” düşünmenin, demokrat zihniyete giden yolda ne kadar büyük bir adım olduğunu da hatırlatıyor insana.
Peki ya, bir ezgide, bir mısrada yakaladığımız mükemmeliyet? Beethoven’ın son kuartetlerini dinlerken içimde kabaran sonsuzluk duygusu?
Bu duyguyu seviyorum ben. Smolin’e rağmen, sevmeye de devam edeceğim sanırım.
En azından, “şimdilik.”
---------------
* Four Quartets’i T.S. Eliot’ın kendi sesinden dinlemek için:
http://www.youtube.com/watch?v=Ga8tQrG4ZSw
** Lee Smolin’in Time Reborn’daki yaklaşımını anlattığı panel tartışmasını dinlemek için:
http://podbay.fm/show/303639958/e/1369318487
Kiev’deki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (OSCE) toplantısının yamacında yapılan sohbetleri de dinledim bugün. Türkiye bahsi ne zaman açılsa, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a aynı sıfat yakıştırılıyordu…
Ahmet Altan’ın her karakteri sıcacık soluyan, her sayfası kuvvetli bir nabızla dalgalanan yeni romanını bitirdiğinizde...
İnsan, yokluğunu fark etmediklerini de özler. İçimizdeki boşluğun hacmini bilmeyiz
© Tüm hakları saklıdır.