27 Şubat 1933 gecesi, Almanya parlamento binası (Reichstag) yandı. Nazi liderliği, yangının komünistler tarafından çıkarıldığını iddia ederek bunun bir ayaklanmanın başlangıcı olduğunu öne sürecekti. Bu olay, henüz bir ay önce Şansölye olarak atanan Hitler’e olağanüstü yetkiler talep etmek için muazzam bir fırsat sunuyordu. Hitler, Cumhurbaşkanı Paul von Hindenburg’u Almanya’nın kaosun eşiğinde olduğuna ikna ederek hızlı ve kararlı bir müdahale gerektiğini savundu. Ertesi gün, 28 Şubat 1933’te, Hindenburg Reichstag Yangını Kararnamesi’ni (Halkı ve Devleti Koruma Kararnamesi) imzaladı. Bu kararname, Weimar Anayasası’ndaki temel hak ve özgürlükleri askıya alıyordu.
Bu olağanüstü hal kararnamesiyle Hitler, komünist milletvekillerini tutuklatarak parlamento oylamalarına katılmalarını engelledi. Birkaç hafta sonra, 23 Mart 1933’te, Nazi kontrolündeki Reichstag, Yetki Kanunu’nu (Ermächtigungsgesetz) kabul etti. Bu yasa, Hitler’e ülkeyi parlamento onayı olmadan kararnameyle yönetme yetkisi vererek Almanya’nın bir diktatörlüğe dönüşme sürecinin temel taşı oldu.
Nazi Almanyası ve faşist rejimlerin yükselişi, Cansu Çamlıbel’in Netanyahu üzerine yazdığı nefis yazısında referans verdiği iktidarın kendini bir iradeye indirgeme ("L'État, c'est moi/ Devlet benim) anlayışının sadece demokrasiyi yok etmekle kalmadığını, aynı zamanda büyük insanlık suçlarının ve yıkıcı savaşların kapısını araladığını gösterdi. Tam da bu yüzden, İkinci Dünya Savaşı sonrası anayasal sistemler, yürütmeyi yasama ve yargının karşısında sınırlandırmayı en temel ilke saydı. Eğer demokrasinin biçimsel özü sandıkta atılan oy ise, kurumsal özü de iktidarın dizginlenmesiydi.
Yeni otoriterlik
İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan demokratik denetim mekanizmaları bugün ciddi bir tehdit altında. Günümüzde de otoriter liderler, yasama sürecini devre dışı bırakıp gücü merkezileştirmenin bir aracı olarak “kararnameyle yönetimi” kullanıyor. Yeni otoriterlik, demokrasiyi açıkça ortadan kaldırmak yerine, hukuku kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirerek denetim mekanizmalarını içeriden aşındırıyor. Yasama sürecinin getirdiği tartışma ve denetim süreçlerini aşmak isteyen liderler, yürütme emirleriyle hızlı ve kapsamlı kararlar alarak denetimsiz bir yönetim kuruyor. Krizleri gerekçe göstererek yürütme yetkisini genişletmeleri, yasamanın etkisiz hale getirilmesini ve bağımsız yargının zayıflatılmasını kolaylaştırıyor.
Vladimir Putin, yürütme emirleriyle ülkenin siyasi sistemini bireysel kontrolüne alarak bürokrasiyi kendisine bağımlı hale getirdi ve yargıyı etkisizleştirdi. Macaristan'da "kararname ile yönetim" Viktor Orbán liderliğindeki Fidesz hükümetinin sıklıkla başvurduğu bir yönetim biçimi haline geldi. Hugo Chávez ve halefi Nicolás Maduro, Venezuela’da yasamayı tamamen devre dışı bırakarak ülkeyi kararnamelerle yönetmeye başladı. Türkiye’de, 2017’deki sistem değişikliğiyle Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisini genişleterek parlamenter denetimi zayıflattı. Tunus Cumhurbaşkanı Kays Said, 2021'de anayasanın bazı bölümlerini askıya alarak kararnameyle yönetme yetkisini üstlendi ve yasama sürecini devre dışı bıraktı. Kararname ile yönetim, L'État, c'est moi/ Devlet benim diyen liderlerin demokrasiyi aşındırmasının en etkili yollarından biri haline geldi.
Amerikan sisteminde başkanlık kararnameleri
Donald Trump, yemin ettiği günden beri fırtına gibi kararname imzalayarak Biden dönemi politikalarını silmeye, yürütme yetkisini genişletmeye ve Amerika’yı kendi siyasi vizyonuna göre yeniden şekillendirmeye girişti.
Başkanlık kararnameleri (executive orders), Amerikan siyasi sisteminin köklü araçlarından biri. Hukuki bağlayıcılığı olan bu direktifler, Kongre onayına tabi değil; ancak anayasal yetkilere ve mevcut yasal çerçeveye dayanmak zorunda. Yeni yasalar yaratamasalar da yürürlükteki yasaların yorumlanmasını ve uygulanışını dönüştürme gücüne sahipler. Kanun gücüne sahip olmalarına rağmen, Kongre tarafından çıkarılan yasalarla hükümsüz kılınabilir ya da mahkemeler tarafından anayasaya aykırı bulunarak iptal edilebilirler.
Yürütme gücünün sınırlarını zorlayan, ancak aynı zamanda hukukun denetimine tabi olan bu kritik enstrümanlar bütün Amerikan başkanları tarafından kullanılmış. Bu yetkiyi en çok kullanan başkan ise dönemin ruhuna uygun bir biçimde başkanlık yapan Franklin D. Roosevelt (1933-1945). Roosevelt, Büyük Buhran ve İkinci Dünya Savaşı gibi krizler nedeniyle 3.721 başkanlık kararnamesi imzalayarak Amerikan devletini baştan aşağı yeniden şekillendirdi. FDR’in başkanlık dönemi yürütme yetkisinin önemli ölçüde genişlediği bir dönem olacak ve sonraki başkanlar için emsal teşkil edecekti. (ABD başkanlarının bugüne kadar imzaladığı tüm kararnamelere buradan ulaşabilirsiniz.)
![](https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2025/02/1738689250145-ekran-goruntusu-2025-02-04-201137.png)
Bu genişleyen yürütme yetkileri çerçevesinde hem Cumhuriyetçi ve hem de Demokrat başkanlar pek çok kararnameye imza attılar.Ancak Demokratlar imzaladıkları kararnamelerle sivil haklar, çevre ve sağlık politikalarının güçlendirilmesine öncelik verirken, Cumhuriyetçi başkanların kararnameleri ekonomik deregülasyon ve ulusal güvenlik konularına yoğunlaşmaktaydı.
İlk başkanlık döneminde 220 başkanlık kararnamesi imzalayarak son 45 yılda kendi döneminde en fazla kararname imzalayan başkan olan Trump, bu yetkisini diğer Cumhuriyetçi başkanlar gibi göç politikaları ve uluslararası ilişkiler konusunda kullandı. Ancak Müslüman ülkelere yönelik seyahat yasakları, sınır güvenliği için ulusal acil durum ilan edilmesi ve Paris İklim Anlaşması’ndan çekilme gibi hamleler, Kongre’ye danışılmadan ve geniş kapsamlı yasama süreçlerine girilmeden yürürlüğe konacak ve büyün tartışmalara yol açacaktı.
İkinci döneminin ilk haftalarında ise doğumla vatandaşlık hakkının kaldırılması, federal bürokrasinin yeniden yapılandırılması, trans bireylerin ordudan çıkarılması ve yeni tarifeler gibi 49 kararname çıkararak bu yetkiyi en hızlı kullanmaya başlayan başkan oldu.
![](https://media-cdn.t24.com.tr/media/library/2025/02/1738689289260-ekran-goruntusu-2025-02-04-201206.png)
Trump kararnamelerinin farkı ne?
Trump’ın kararnamelerini önceki başkanların uygulamalarından ayıran en büyük fark yalnızca sayısı değil, aynı zamanda yasama sürecini tamamen devre dışı bırakma eğilimi. Reagan ve Bush gibi liderler bile imzaladıkları kararnameleri genellikle mevcut yasaların uygulanmasını yönlendirmek veya yasama sürecini hızlandırmak amacıyla kullanırken, Kongre ile iş birliği içinde hareket ediyorlardı.
Trump ise kararnameleri, Kongre’yi tamamen devre dışı bırakmanın bir aracı olarak kullanıyor. Yasama sürecinin yavaşlığını ve siyasi tıkanıklıkları gerekçe göstererek göç, ulusal güvenlik, ekonomi ve sosyal politikalar gibi geniş ve çok tartışmalı bir yelpazede tek taraflı kararlar alıyor. Üstelik bunu Cumhuriyetçi Parti Kongrenin iki kanadını da kontrol etmesine ve yasama onayı alma ihtimali yüksek olmasına rağmen yapıyor.
Ayrıca Trump anayasayı yok sayan kararlar almaktan çekinmiyor. Örneğin, doğumla vatandaşlık hakkını kaldırma girişimi, Anayasa’nın 14. maddesine açıkça aykırı olmasına rağmen, Trump yönetimi bu konuda karar almaktan çekinmedi.
Bu yeni durum, Amerikan yönetim sisteminde başkanlık yetkilerinin sınırlarını yeniden tartışmaya açtı. Trump’ın kararnamelerle yönetme eğilimi, geleneksel denge ve denetim mekanizmalarını aşındırarak yürütme gücünü merkezileştirme çabası. Tam da bu haliyle modern otoriter rejimlerin kullandığı yöntemle aynı: mevcut yasaları hiçe sayarak yürütme yetkisini genişletmek ve yasama organını işlevsiz hale getirmek.
Yargının rolü: Trump’ın kararnameleri Anayasa Mahkemesi’nden geçer mi?
Yürütmenin çıkardığı kararanameler başkana geniş yetkiler sunsa da, bu yetkinin sınırlarını yalnızca Kongre değil, mahkemeler de belirliyor. Yüksek Mahkeme, bu kararları anayasaya aykırı bulduğu takdirde iptal edebilir. Ancak burada kritik nokta, Mahkeme’nin mevcut bileşimi ve ideolojik eğilimi. Trump’ın atadığı üç yargıç—Neil Gorsuch, Brett Kavanaugh ve Amy Coney Barrett—Mahkeme’de muhafazakâr bir çoğunluğun oluşmasını sağladı ve yürütme yetkisinin sınırlarını yorumlama biçiminde önemli değişikliklere yol açtı.
Bu yeni bileşim, Trump’ın en tartışmalı kararnamelerinin bile Mahkeme’den onay alma ihtimalini artırıyor. Özellikle doğumla vatandaşlık hakkının kaldırılması gibi anayasal açıdan büyük bir meydan okuma, Mahkeme’nin muhafazakâr kanadı tarafından farklı bir yorumla meşrulaştırılabilir. Benzer şekilde, trans bireylerin orduda görev yapmasını yasaklayan emir bireysel haklarla ilgili önceki kararlarla çelişse de, mevcut yargı dengesi nedeniyle onaylanabilir.
Daha da önemlisi, Trump ve destekçileri, Mahkeme yürütmenin bu tasarruflarını iptal ederse, yargının “ulusal değerlere” bağlılığını sorgulayarak kurumsal meşruiyetini hedef alabilir. Bu, hukukun üstünlüğünü zayıflatabilecek ve yürütme-yargı dengesi üzerinde yeni bir kriz yaratabilecek bir senaryo.
Bir başka mesele de mahkemelerin ne kadar hızlı hareket edebileceği. Trump’ın kararnameleri anında uygulanırken, hukuki mücadeleler ise yıllar sürebiliyor. Örneğin, 2017’de Müslüman ülkelere yönelik seyahat yasağı aylarca süren davalara konu olmuş ve nihayetinde Yüksek Mahkeme’ye taşınmıştı.
Amerikan demokrasisi için yeni bir dönem mi?
Trump dönemi, kararnameyle yönetimin kalıcı bir yönetim biçimine dönüşebileceğinin sinyallerini verdi. Eğer bu eğilim devam ederse, yürütme organı yalnızca hükümet politikalarını belirleyen bir mekanizma olmaktan çıkıp, yasama yetkisini de fiilen üstlenen bir güce dönüşebilir. Bu durum, demokratik sistemin temel taşlarından biri olan güçler ayrılığını aşındırarak, yürütme erkini sınırlandıran mekanizmaları etkisiz hale getirebilir.
Trump’ın başkanlık kararnameleri yalnızca bir yönetim biçimi değişikliği değil, aynı zamanda Amerika’nın temel değerlerini dönüştürme potansiyeline de sahip. Bu kararlar, vatandaşlıktan uluslararası yardıma, göç politikalarından yargı bağımsızlığına kadar ülkenin temel dokusunu yeniden şekillendiriyor. Öyle hızlı ve kapsamlı uygulanıyor ki, siyasi kurumlar ve kamuoyu bu hız karşısında adeta felç olmuş durumda.
Zaten günümüz otoriter rejimlerinin en belirgin özelliklerinden biri de bu: Şaşkınlık yaratarak, tepki vermeyi imkânsız hale getirmek ve yönetimi bu belirsizlik içinde kalıcı kılmak.
Tanıdık geldi mi?
Evren Balta kimdir?
Evren Balta, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (Mülkiye) Uluslararası İlişkiler Bölümü’nü bitirdi. ODTÜ’de ‘sosyoloji’, Columbia Üniversitesi’nde ‘uluslararası ilişkiler’ alanında yüksek lisans yaptı. Doktora çalışmasını ‘siyaset bilimi’ alanında New York City Üniversitesi’nde tamamladı. Karşılaştırmalı siyaset, siyasal şiddet, popülizm, güvenlik, dış politika, vatandaşlık ve ulusötesi siyaset alanlarında yoğunlaşan çalışmalar yaptı.
Derleme çalışmaları Türkiye’de Devlet, Ordu ve Güvenlik Siyaseti (İsmet Akça ile birlikte, Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2010); Küresel Siyasete Giriş (İletişim Yayınları, 2014), Kuşku ile Komşuluk: Türkiye ve Rusya İlişkilerinde Değişen Dinamikler (Gencer Özcan ve Burç Beşgül ile birlikte, İletişim Yayınları, 2017) adlarıyla yayımlandı.
Küresel Güvenlik Kompleksi (İletişim Yayınları, 2012), Tedirginlik Çağı: Şiddet, Siyaset ve Aidiyet Üzerine (İletişim Yayınları, 2019), The American Passport in Turkey: National Citizenship in the Age of Transnationalism (Özlem Altan-Olcay ile birliktee, UPenn, 2020) adlı kitapları yayımlandı.
Türkiye’de Amerikan Pasaportu / Ulusötesi Çağda Aidiyet ve Vatandaşlık (Koç Üniversitesi Yayınları, 2024) adıyla Türkçe’ye çevrilen ortak çalışması, 2021 yılında Amerika Sosyoloji Derneği’nin en iyi kitap ödüllerinden birine değer görüldü.
Araştırmaları Fulbright, Mellon Vakfı, Social Science Research Council, American Association for University Women ve TÜBİTAK tarafından desteklendi.
Özyeğin Üniversitesi’ne katılmadan Avusturya ve ABD’de akademik çalışmalar yaptı, Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi’nde ‘kıdemli araştırmacı’, TÜSİAD bünyesinde oluşturulan Küresel Siyaset Forumu’nda ‘akademik koordinatör’ olarak görev üstlendi, New York City Üniversitesi The Graduate Center’dan ‘seçkin mezun’ ödülü aldı.
Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanlığı görevini yürütürken, 2024/2025 akademik yılı için “kıdemli araştırmacı” olarak Harvard Üniversitesi Weatherhead Uluslararası İlişkiler Merkezi’nde çalışmaya başladı.
|