Günler, hatta haftalardır İstanbul’u saran ”Rönesans adamı ”Umberto Eco furyasının biz de bir kenarından tuttuk. Zamanımızın büyük yazarının İtalyan Kültür Merkezi’nde tarih profesörü Cemal Kafadar ile yaptığı sohbete katılan seyirciler arasındaydık.
Umberto Eco aksilikle şakacılığı üslubunda iyi harmanlayan biri. Onbinlerce sayfaya, Ortaçağ uzmanlığına ve 81 yaşına yakışır derin konuların ortasında birdenbire sohbetin dümenini kırdığı anlar hakikaten unutulmaz cinsten. Postmoderniteye dair soruyu “Bu kelimenin ne demek olduğunu bilmiyorum” diye savuşturdu; kendi başı üzerine yemin ederken lafın arasına “Aynen Berlusconi gibi... Gerçi o çocuklarının başı üzerine yemin ediyor” sözlerini de sıkıştırdı.
Zaten başından belliydi. Umberto Eco seyirciyle sohbetine yasak soruları açıklamakla başladı: Yazma sürecinizi anlatır mısınız? Romanınızın adı neden “Gülün Adı”? Ola ki soran olursa vereceği cevapları da sıralamaktan da imtina etmedi: Soldan sağa yazıyorum... Çünkü “Pinokyo’nun Burnu”nu daha önce başkası almıştı...
Sanatın işlevselliğiyle ilgili bir soruyu “Ben Kızılhaç mıyım? Her şeyi de ben mi çözeceğim” diye kestirip attı. Tarihin nesnelliğini değerlendirmek yerine İtalyan Kültür Merkezi’ne bir sonraki söyleşi için Hegel’i davet etmesini salık verdi. İtalyanca kahvaltı kelimesine dair akademik bir sorunun cevabına “Kesinlikle biliyorum” diye başladı, “bu konuda hiçbir şey bilmiyorum,” diye devam etti. “Ortadoğu toplumlarına sempati besler misiniz” sorusuna Edward Said’i anımsatan bir cevapla sert çıktı: “Hangi Ortadoğu toplumu? Bu ‘zürafaları sever misiniz’ gibi bir soru oldu. Sevimli bulmak, sempati beslemek gibi bir tanımlamayı insanlar için kullanmam.”
Yazım süreci yasaklı sorular arasındaydı ama eserlerinin başka dillere tercüme edilme süreci değil. Böylece Eco’nun kitap metinlerini, kimi zaman “aman buralara dikkat” kimi zaman “bu kelimeyi kullanın” tadında parantezlerle, notlarla ilettiğini öğrendik. “Allahtan İtalyanca biliyorlar da anlaşabiliyoruz” dediği çevirmenlerle kılı kırk yaran bir süreç sonrası basılıyormuş kitapları. Özetle, “Çevirmenlerle işbirliği esastır” diyor üstat.
Eco bu esnada başarısının sırrını da paylaştı: “Aynen pahalı lokantalardaki gibi... İnsanlar garsonların kötü davranışlarına maruz kaldıkça memnun oluyorlar, kendilerini önemli hissediyorlar. Ben de okuyucuya kitabın başından itibaren hakaret ediyorum. Kalanlar beğeniyor, gidenlerle zaten işim yok.”
Günün sürprizi ise tezini Eco üzerine yazan bir katılımcının sorusuyla ortaya çıktı: ”Otobiyografi planınız var mı?” Evet, yazar 81 yıllık hayatını kaleme alıyordu. Fakat sıkıntı içinde itiraf etti: 81 yaşındaydı ve aslında hiçbir fikri yüzde 100 benimseyemiyordu; düşüncelerini tek bir vizyonda toparlayamamıştı. İşte bu yüzden tüm dileğinin ölüp de bu çileden kurtulmak olduğunu söyledi. Bu hikâyeyi ortaokuldaki felsefe hocası üzerinden anlattı: “Hocamın bir lafı vardı, ‘Her insan tek bir fikirle doğar, hayatı boyunca o fikir üzerinden hareket eder ve ölür.’ Ben de bu düşünceye kesinlikle katılıyorum. Fakat benim sorunum o fikri hâlâ bulamamış olmam!”
Sohbetin sonunda, organizatörlerin tüm engelleme çabalarına rağmen sahnenin önünde kitap imzalatmak isteyenlerden oluşan uzun bir kuyruk oluştu. Eco otomatiğe bağlamış sakin sakin kitaplarını imzalıyordu. Ben de kitabımı uzattım ve bir soru sormaya başladım ki... “Daha fazla soru yok! Yeter artık!” demekle yetinmedi, “Seni ısırırım”ı patlattı. Ben de gelişine vurdum: “Ben de sizi.” Kafasını kaldırıp suratıma bu sefer gerçekten baktı ve güldü. Umberto Eco iyi biri.
*Bu yazı 11 Nisan 2013 tarihinde kaleme alınmıştır.