03 Aralık 2023

Üç başlıkta Arjantin seçimleri

Arjantin'de toplumsal hareketler kan kaybetmiş olabilir ama örgütlü mücadele geleneği hâlâ çok güçlü. Arjantin'in sorunlarının çözümü ve ülkenin geleceğinin tohumları, toplumsal hareketlerin deneyimlerinde yatıyor

Arjantin'de başkan seçilen Javier Milei'nin adını önümüzdeki dönemde sıkça duyacağız gibi görünüyor. Özellikle de merkez bankasını kapatmak ve ülkenin para birimini dolara çevirmek gibi gerçekçi olmayan vaatlerinin ardından ne yapacağı şimdiden merak konusu.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki Milei gibi aşırı sağcı, hatta kelimenin tam anlamıyla "faşist" denebilecek bir liderin seçim zaferi, sadece enflasyonla ya da ülkedeki ekonomik krizle açıklanamaz.

Arjantinliler zaten 1990'ların sonları ve 2000'lerin başlarından beri bir ekonomik krizden diğerine savruluyor, yüksek enflasyon koşullarıyla mücadele ediyorlar. Bu mücadele, ülke çapında toplumsal hareketlerin gelişmesine yol açmış ve 2003'te solcuları iktidara taşımıştı.

Arjantin gibi toplumsal hareketlerin çok güçlü olduğu bir ülkede, bugün, aşırı sağcı bir liderin seçim kazanabilmesi, en temelinde toplumsal hareketlerin kan kaybetmiş olduğunun göstergesi.

Dolayısıyla Milei'yi iktidara getiren temel bir dinamik olarak toplumsal hareketlerdeki gerileyişe dikkat çekmek gerekiyor. Bu gerileyiş hem uluslararası konjonktürden hem iktidardaki sol hükümetlerin politikalarından hem de genel olarak siyasetin alanının daralmasından ve uzun süren ekonomik krizin yol açtığı çaresizlik hissinin iyice yerleşmesinden kaynaklanıyor. Bu üç faktörü genel hatlarıyla ele almakta fayda var.  


Javier Milei

Yeni sağın ve otoriter popülizmin yükselişi

Öncelikle, Milei'yi iktidara getiren dinamiklerin Arjantin'e özgü olmadığını görmek gerek. 1980'lerden bu yana neoliberal politikalarla birlikte yeni sağ ideoloji, küresel ölçekte yükseliyor. Bunun yanı sıra, 11 Eylül saldırıları, 2008'deki küresel ekonomik kriz ve 2015'teki göç krizi, 21. yüzyılda aşırı sağın ana akım haline gelmesinde önemli rol oynadı.

1980'lerde İngiltere'de Margaret Thatcher'ın uyguladığı "otoriter popülizm" olarak tanımlanan strateji, bugün ABD'de Donald Trump ve Brezilya'da Jair Bolsonaro gibi aşırı sağcı liderlerin politikalarında da karşımıza çıkıyor.

"Otoriter popülizm" kavramı sayesinde sağın yükselişini, sadece kapitalist ekonominin dönüşümü ile değil, bu dönüşümün toplum üzerindeki sosyo-psikolojik etkileri ile de ilişkilendirebiliyoruz.

Buna göre, kapitalist birikim sisteminin krize girdiği zamanlarda insanlar geleceğe olan inançlarını kaybediyor ve kendilerini çaresiz hissediyor. Böyle dönemlerde ekonomik krizden ve onunla ilişkili tüm sorunlardan sorumlu olan bir "ortak düşman" belirlemek, insanları bir nebze rahatlatabiliyor. Zira "düşman" ortadan kalktığında sorunlar da kendiliğinden çözülecek zannediliyor.

Otoriter popülist liderler, belirli bir "ortak düşman" üzerinden kin ve nefret duyguları uyandırarak toplumdaki kaygı, stres ve paniği mobilize ediyorlar. İnsanlara verdikleri mesaj şu:

"Sorunlarınızın çözümü çok kolay. Bugüne kadar kim ne yaptıysa yanlış yaptı. Bütün siyasetçiler, kurumlar, hatta bütün kurulu düzen değişmeli. Ben, sizden biriyim, ben iktidara geldiğimde siz iktidara gelmiş olacaksınız ve Tanrı da bizimle olacak. Benim otoritem altında sorgusuz sualsiz birleşirseniz düşmanımızı ortadan kaldırırız ve eski güzel günler geri döner."

1950'lere kadar dünyanın en müreffeh ülkelerinden biri olan Arjantin'in "güzel günleri" çok eskilerde kaldı. Bugün Arjantin'in boğuştuğu sosyo-ekonomik sorunların tek bir hükümet döneminde, tek bir reçete ile bir çırpıda çözülebilmesi mümkün değil.

Oysa Milei gibi liderler sorunların çözümünü çok basitmiş gibi gösteriyor: Para birimi değersiz mi at gitsin, merkez bankası işlevsiz mi kaldır gitsin. Bu kadar yüksekten atıp tutarak ağız kalabalığı ile sorumsuz laflar eden birinin "ekonomist" olduğuna inanmak gerçekten çok zor. Ancak "alternatif bir ideoloji" (anarko-kapitalizm?!) çerçevesinde "radikal bir program" olarak sunulduğunda palavralar insanın kafasını karıştırabiliyor. 

Otoriter popülist liderlerin en büyük maharetlerinden biri, doğru ile yanlış kategorilerini önemsizleştirmeleri, mevcut kurumlarla birlikte mevcut bilgilere (örneğin iklim değişikliği) de saldırmaları, komplo teorileri yayarak gerçeklikle kurgu arasındaki farkı belirsizleştirmeleri. 

Bu koşullarda Milei'nin seçim kampanyası boyunca elinden düşürmediği elektrikli testeresi, sihirli değnek işlevi görüyor.

Tıpkı Bolsonaro ve Trump gibi Milei de kendisini bir Mesih olarak sunuyor, kendini Musa ile karşılaştırarak, Arjantinlileri "çöküşten" kurtaracağını söylüyor.

Ne var ki bu tarz liderler, iktidara geldiklerinde kriz çözmekten ziyade kriz yaratıyorlar. Muhalefetteyken birilerini suçlamak ve nefret yaymak kolay. İktidarda ise artık nefret söylemlerinden ve tehditlerden başka bir şey sunmanız gerek.

Unutmayalım ki ne Bolsonaro ne de Trump tekrar seçilebildi. Ancak iktidarlarını kaybetmiş olsalar da bir yere gitmiş değiller. Otoriter popülist strateji, muhalefette daha çok işe yaradığı için bu liderler muhalefetteyken yeniden yükselebiliyorlar. Brezilya'da seçimlere daha çok var ama ABD'de Trump'ın yeniden seçilmesi olasılık dahilinde. Otoriter liderlerin yükselişini engellemenin yolu ise güçlü toplumsal hareketler inşa etmekten geçiyor.

Sol-Peronizm'in zayıflaması

Toplumsal hareketlerin tarihsel olarak her zaman çok güçlü olduğu Arjantin'de, ülke siyasetini anlayabilmek için 1940'larda popülist bir hareket olarak ortaya çıkan Peronizm'in tarihsel ve güncel çelişkilerini anlamak gerekiyor.

Peronizm'in tabanını, 1929'daki Büyük Bunalım'ın ardından Arjantin'in kırsal bölgelerinden başkent Buenos Aires gibi büyük kentlere göç eden vasıfsız ve örgütsüz işçiler oluşturmuştu. Ordunun içinden gelen Juan Perón'un liderliğinde bu yeni işçi sınıfının müesses nizam karşıtı bir hareket olarak mobilize olması ve geleneksel oligarşiye meydan okuyarak hegemonyasını kurması, Arjantin tarihini geri dönülmez bir şekilde değiştirdi.  

Korporatist örgütlenmeye dayalı Peronizm, klasik popülizmin en tipik örneğiydi. Bunun anlamı, Peronizm'in "halk"ı inşa eden, yani halkın kim olduğuna karar veren, "biz" ve "onlar" ayrımına dayalı antagonist bir söylemi esas alması ve "bölünmez bir topluluk" olarak "halk"ı büyük sendikalar aracılığıyla devlet kademelerine entegre etmeye dayanmasıydı. Böylelikle işçi sınıfı radikalleşmeden kontrol altında tutulacak ve devlet farklı sınıflar arasında arabuluculuk yapabilecekti. Bu unsurlar, Peronizm'i ulusal kimlik inşası için elverişli bir resmi ideoloji haline getirdi.

Peronizm, Arjantin'de her zaman sol-sosyalist gruplar arasındaki politik tartışmanın ve gerilimlerin merkezinde oldu.[1] Zira dışlanan yoksul kesimler oligarşiye karşı örgütlü bir toplumsal güç oluşturarak demokratik haklar kazanmış ancak Peronizm'in, iktidarını kurumsallaştırdıkça otoriterleşmesi, zamanla işçi sınıfı hareketi içinde bölünmelere neden olmuştu. Peronizm'i sosyalistler için bir imkân olarak görenlerle görmeyenler ayrıştılar.

Bunun da ötesinde Peronizm, sağ-sol ayrımını aşarak Arjantin siyasetinin temel eksenini oluşturdu. Peronistlerin içinde her zaman sağcılar da vardı solcular da. Sağ-Peronist bir devlet başkanı iktidara geldiğinde belediye başkanları ve valiler gibi üst düzey yöneticiler başta olmak üzere Peronist siyasetçiler sağa kayıyor, sol-Peronist bir iktidar ise tersine yol açıyordu. 

1990'lar boyunca sıkı bir neoliberal gündem uygulayan Carlos Menem iktidarında Peronizm büyük ölçüde sağa kaydı. 2003'ten bu yana ise Néstor Kirchner ve Cristina Fernández de Kirchner hükümetleri, Peronizm'in tavanıyla birlikte tabanını da sola çekti.

Néstor Kirchner ve Cristina Fernández de Kirchner

Peronizm'e muhalefet ise 1990'dan bu yana anti-Peronistlerin merkez-sağ ya da merkez-sol partilerle kurduğu ittifaklar etrafında şekillendi. Örneğin, Peronizm sağa kaydığında anti-Peronistler, merkez solla birleşerek 1999 başkanlık seçimlerini kazandılar.

2015 seçimlerinde ise Kirchner'e karşı gelişen anti-Peronist muhalefet, Cambiemos (Değişelim) koalisyonu altında Mauricio Macri'nin merkez sağ partisiyle ittifak kurarak kazandı.

Kirchner hükümetlerinin kendilerini iktidara taşıyan toplumsal muhalefeti tatmin edecek bir alternatif üretememeleri, 2015'te Sol-Peronizm'e ilk yenilgisini getirmişti. Kirchnerizm'in 12 yıllık iktidarında radikal siyasi ve ekonomik reformlar yapıldı ancak 2001'deki krize ve halk ayaklanmasına neden olan yapısal temellerin değişmesi çok zordu. Elektrik, gaz, su ve telekomünikasyon gibi kilit sektörleri kamulaştırmak isteyen Cristina Fernández de Kirchner, uluslararası finans çevrelerini karşısına almaktan çekinmemişti.

2012'de kredi derecelendirme kuruluşlarının ülkenin notunu kırmasının ardından yoğun bir spekülatif finans saldırısı başladı. New York'ta bir mahkeme, Arjantin'in yapılandırılmış olan borçlarını geri ödeyebilmek için temerrüde düşmüş olan tahvillerin sahiplerine 1,3 milyar dolar ödemesi gerektiğine hükmetmiş, ancak Kirchner, iflasın eşiğindeki ülkenin tahvillerini ucuza toplamak isteyen "akbaba" yatırımcılara ödemeyi reddetmişti. 2001'deki ekonomik krizden sonra bir kez daha temerrüde düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalan ülkede döviz işlemleri denetlenmeye başladı ve ithalat önemli ölçüde kısıldı.

Bununla beraber soya fiyatlarındaki düşüş ve çiftçilerin ürünü stoklamayı tercih etmesi nedeniyle, 2015'te dış ticaret hacmi yüzde 25 azalarak son beş yılın en düşük düzeyine geriledi. Yüksek enflasyon, borç sıkıntısı karşısında ülke rezervlerinin yetersizliği ve büyüme hızının düşmesi, Kirchner hükümetinin hareket alanını kısıtlıyor, 2001'deki halk ayaklanmasından bu yana ilk defa Peronizm dışında bir siyasi ihtimalden söz ediliyordu.

Aslında toplumsal hareket içinde bölünmeler, daha Néstor Kirchner'in iktidardaki ilk yılının sonunda, işsiz işçiler hareketinin (Piquetero) içindeki sosyalistlerin ana muhalefet olarak ortaya çıkmasıyla başlamıştı. 2007'den itibaren Arjantin'in yeni Evita'sı Cristina Fernández de Kirchner'in karizmasının etkisiyle sol-Peronist hareket hızla mobilize olsa da orta sınıfların giderek büyüyen tepkisi, 2012'den itibaren gelişen, tencere ve tava çalarak yapılan kitlesel eylemlerle (cacerolazo) kendini gösteriyor, siyasal ve toplumsal kutuplaşma yoğunlaşıyordu. 

Latin Amerika'da solcuların iktidarda olduğu birçok ülkede olduğu gibi Arjantin'de de sol iktidar, bir yandan toplumsal hareketler için alan açarken diğer yandan da toplumsal hareketlerin ayrışmasına neden olmuştu. Hükümete karşı nasıl bir pozisyon alınacağı ana tartışma konusuydu. CTA (Arjantin İşçileri Merkezi Federasyonu) ve Piquetero hareketi içerisindeki bazı gruplarla beraber, Evita İşsiz İşçiler Hareketi (MTD), mahalle örgütlenmelerine dayanan Barrios de Pie Hareketi ve Plazo de Mayo Anneleri gibi insan hakları örgütleri, Kirchner iktidarına yakınlaşarak güçlü bir cephe oluşturdular. Bu cephe zamanla, sadece bir hükümet olarak değil aynı zamanda bir siyasi hareket olarak şekillenen Kirchnerizm'in tabanına dönüştü.

Kirchner'in Adaletçi Parti'sine (Partido Justicialista, PJ) entegre olan toplumsal hareketler, devlet kaynaklarından yaralandılar, üye sayıları arttı ve giderek güçlendiler. Bu sayede onlar ayrıcalık kazanırken, hükümet de istikrara kavuşuyordu. Ancak her biri kendi gündemini belirleme kapasitesine sahip, kamu yönetiminin düzenlenmesine etki edecek programları ve politika önerileri olan bu hareketler, ulusal ve bölgesel siyasette kendilerine yer bulamadı. Toplumsal adaletle ilgili taleplerinin yerine getirilmesinde önemli adımlar atıldıysa da (darbe sürecinde askeri rejim mensuplarının insan hakları ihlallerinden yargılanması gibi), karar alma süreçlerine hiçbir zaman dahil olamadılar. Bu yüzden hükümetin üzerinde baskı unsuru oluşturabilecek siyasi ve idari güçten yoksundular.

Kirchnerizm'in tabanı haline gelen toplumsal hareketlerin liderleri bugüne kadar iktidardan pay almak için farklı stratejiler geliştirdiler ama parti yönetimi onlarla siyasi gücünü paylaşmak istemedi. Bu süreçte herhangi bir siyasi partiye eklemlenmeden kendilerine özerk bir alan açmaya çalışan toplumsal hareketler ise (CTA ve Piquetero içindeki sosyalistlerle birlikte Troçkist akımların etkin olduğu öğrenci hareketi) karar alma süreçlerinden dışlanmakla kalmadılar, hükümete yakın hareketlere sunulan olanaklardan yoksun oldukları için daha zor koşullarda mücadele etmek zorunda kaldılar.

Kirchnerizm'in tabanını esas olarak işçi sınıfı oluşturuyordu, bununla birlikte orta sınıf içinde konjonktürel olarak değişen dengeler de son derece önemliydi. Söz gelimi 2001 krizinde bankadaki birikimlerine el konan ve işini kaybeden orta sınıf içindeki sol kesimler, Piquetero hareketine katılarak sistem karşıtı bir pozisyon almıştı. Ancak Kirchner iktidarı boyunca orta sınıfın temel sorunu enflasyon ve vergiler haline geldi. Ekonomik krizle birlikte sol-popülist politikalara duyulan tepki arttı ve orta sınıfın yavaş yavaş sağa kayması Macri'nin zaferini getirdi.

Ne var ki 2015-2019 yılları arasında devlet başkanlığı yapan Macri, uyguladığı neoliberal politikalarla Arjantin ekonomisini başka bir çıkmazın içine soktu. Macri, 2018'de IMF tarihinin açtığı en yüksek krediyi içeren 57 milyar dolarlık stand-by anlaşmasını imzaladı ve bu kapsamda fondan 44 milyar dolar kullanıldı. Bunun en basit anlamı, sosyal haklarda kesintiye neden olacak kemer sıkma politikalarının uygulanmasıydı.  

2019, dünya genelinde toplumsal hareketlerin yükseldiği bir yıldı. Latin Amerika'da, Şili'den Kolombiya'ya, Ekvador'dan Honduras'a uzanan protesto dalgası, "ikinci pembe dalga" olarak anılan, solcuların yeniden iktidara geldiği bir süreci tetikledi. Arjantin'de de toplumsal muhalefet bir kez daha sol-Peronistleri iktidara taşıdı. 2019'da Alberto Fernández devlet başkanı, bir adım geri çekilen Cristina Fernández de Kirchner ise başkan yardımcısı seçildi.

Kirchnerizm iktidara dönmüştü, fakat sancılarla dolu bir süreç başlıyordu. Önce Covid-19 Pandemisi, ardından Ukrayna Savaşı'nın etkisiyle gelişen tedarik krizi ve enerji, gıda ve emtia piyasalarının olumsuz etkilenmesiyle gelen enflasyonist baskı, hâlihazırda enflasyon ve borç altında ezilen ülkeye ağır bir darbe vurdu. Üstüne üstlük yolsuzluk iddialarının ardı arkası kesilmiyordu. Aralık 2020'de Cristina Fernández de Kirchner, yargılandığı yolsuzluk davasında, 6 yıl hapis ile kamu görevinden men cezasına çarptırıldı.

Bu koşullarda sol-Peronizm'in yeniden iktidara gelmesi zor görünüyordu. Her ne kadar mevcut durumda Macri'nin neoliberal politikalarının büyük payı olsa da fatura büyük ihtimalle Fernández hükümetine kesilecekti. 

Sol-Peronizm'in 2023 seçimlerindeki ikinci yenilgisi, tarihçi Horacio Tarcus'un dediği gibi, "Sadece Kirchnerizm, Unión por la Patria (Vatan için Birlik) ya da genel olarak Peronizm için bir yenilgi değil. Her şeyden önce sol için bir yenilgi. Sol için, değerleri, gelenekleri, kazandığı haklar ve güvenilirliği için siyasi, sosyal ve kültürel bir yenilgi."

Milei'nin zaferinde, eski başkan Macri'nin ikinci turdaki desteği belirleyici oldu. 22 Ekim'deki ilk turda sol-Peronistlerin adayı olan Ekonomi Bakanı Sergio Massa yüzde 36 oyla Milei'ye 6 puan fark atmıştı.

Milei'yi yüzde 23 oy ile merkez sağ Juntos por el Cambio ittifakının adayı Patricia Bullrich izledi. Macri'nin de yer aldığı bu ittifakın sloganı, "Kirchnerizm ya da özgürlük"tü. Macri, 72 saat geçmeden ikinci turda Milei'yi destekleyeceklerini açıkladı. Milei de ikinci turda kast karşıtı sloganını Kirchnerizm karşıtlığına çevirdi.  

Mauricio Macri ve Patricia Bullrich

Kısacası, her zaman olduğu gibi anti-Peronistler, Kirchnerizm'e karşı sağ cephede birlemişti. Yeni olan, bu cephenin başında aşırı sağcı, faşist bir liderin olmasaydı.

Milei'nin ikinci turda aldığı yüzde 55 oy, askeri rejimin sona erdiği ve demokratikleşme sürecinin başladığı 1983 yılından bu yana başkanlık seçimlerinde alınan oyların en yükseğiydi. Buna rağmen Milei, Arjantin tarihinin en güçsüz başkanlarından biri olabilir. Zira ne kongrede desteği var ne de yerleşik bir parti yapısı. Ayrıca Milei'nin kongrede Macri'nin desteğine ihtiyaç duyması ve önemli bakanlıkların Macri'nin eline geçecek olması, seçimin esas galibinin Macri olduğunu düşündürüyor. 

Örneğin Macri döneminde Maliye Bakanı ve Merkez Bankası Başkanı olarak görev yapmış olan Luis Caputo, Milei'nin Ekonomi Bakanı olacak. Oysa Milei, Caputo'yu geçmişte çok sert bir şekilde eleştirmiş, pesonun devalüasyonunu önlemek için 15 milyar dolardan fazla Merkez Bankası rezervini çarçur etmekle suçlamıştı. Belli ki Milei, savaş açmaya ant içtiği siyasi elitlerin bir kısmıyla el ele yürüyecek.

1983'ten bu yana Arjantin devlet başkanlarının oy oranları

Ekonomik kriz koşullarında umut inşa etmenin ve örgütlenmenin zorlaşması 

Arjantin tarihinde ilk kez, hiçbir yönetim deneyimi olmayan birinin başkan olması, mevcut siyasetçilere olan güvenin aşındığının göstergelerinden biri.

İnsanlar, ekonominin gidişatından dolayı mevcut hükümete öfkelenebilir ve değişiklik isteyebilirler. Peki, öfke, bıkkınlık ve değişim talebi, Milei gibi deneyimsiz, dengesiz, ne yapacağı belli olmayan ve "deli" (El loco) imajı çizmeye çalışan radikal birine kendiliğinden kapıları açabilir mi?

Burada sanki "tepki oyları"ndan daha fazlası var gibi görünüyor: Bir vazgeçiş, koyuveriş… Örgütlü mücadele, tam da bunun önüne geçmek için var. Milei'nin işçi sınıfı mahallerinden dahi oy alabilmesi toplumsal hareketlerin örgütlenme kapasitesinde gerileme olduğunu gösteriyor. Bitmek bilmeyen ekonomik krizin toplumsal etkisini işte burada görüyoruz.

Yüzde 140'a varan enflasyon oranıyla baş etmek kolay değil; paranız sürekli değer kaybediyor, alım gücü eriyor, üstelik ücretler ve emekli maaşları da düşüyor. Nüfusun yüzde 40'ı yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Özellikle gençlerde "kaybedecek bir şeyim yok" hissi iyice yerleşiyor. Birikim yapmanın hiçbir anlamı olmadığı için kafeler, barlar sürekli dolup taşıyor. Yarınları düşünmek anlamsızlaşıyor. Bütün bunlar siyasete ilgiyi azaltan ve anti-demokratik liderlere alan açan unsurlar.

Oysa Arjantin toplumu politik bir toplumdur. Gençler her zaman siyasetle ilgilidir, seçime katılım oranları Latin Amerika ortalamasının üstündedir. Dünyada örneği bulunmayan bir seçim sistemi olan PASO adlı "açık, eşzamanlı ve zorunlu ön seçimler"de adaylar belirlenir. Bu da ağustostan kasıma uzanan uzun soluklu bir seçim süreci anlamına gelir.

Bu yıl 13 Ağustos'ta gerçekleşen PASO seçimlerinde 35 milyon kayıtlı seçmenden yaklaşık 25 milyonu sandığa gitmişti. Katılım oranı yüzde 69'du. Oysa 2019'daki PASO seçimlerinde katılım yüzde 76'ydı. Yüzde 7'lik bir düşüş söz konusuydu. Ayrıca bu, 2011'den yana en düşük katılım oranıydı.

22 Ekim'deki genel seçimlerde ise yüzde 77 olan katılım oranı, ikinci turda yüzde 76'ya düştü. 2015 ve 2019'daki genel seçimlerde bu oranının yüzde 80 olduğu düşünülürse sayısal olarak fazla bir düşüş görünmüyor. Yine de Milei gibi demokrasinin bizzat kendisine yönelik bir tehdidin, daha çok Arjantinli seçmeni sandığa götürmesi beklenebilirdi.

Milei'nin destekçilerinin çoğunluğu, ilk ya da ikinci defa oy kullanan gençlerden oluşuyor. Arjantin'de oy kullanma yaşının 16 olması, TikTok ve Youtube üzerinden kampanya yaparak doğrudan genç seçmene ulaşan Milei için büyük bir avantaj oldu.

Kampanyası boyunca "cennetin güçleri"ne (las fuerzas del cielo) atıfta bulunan Milei, bu ifadeyi Eski Ahit'in Makkabiler kitabındaki 19. Ayetten aldığını söylemişti: "Bir savaşta zafer, asker sayısına değil, gökten/cennetten gelen güçlere bağlıdır." Sosyal medyada bu ifadeyi bir kimlik olarak benimseyen gençler, "biz cennetin gücüyüz" demeye başladılar.

Milei'nin bir diğer başarısı, "La casta tiene miedo" (Kast korkuyor) sloganı üzerine kurduğu kast karşıtı söylemi ve devleti küçültme iddiasıyla ülke siyasetinin bütününe duyulan tepkiyi mobilize edebilmesiydi.

Oysa bu tepki, 2001'deki halk ayaklanmasında "Qué se vayan todos!" (Hepsi defolup gitsin!) sloganıyla karşılık bulmuştu. Politikacılara ve siyasal sisteme yönelik tepkiyi dile getirmenin ötesinde, bu isyan, yeni ve katılımcı bir demokrasi potansiyeline işaret ediyordu. İşgal eylemleriyle gelişen ve öz örgütlenme süreçlerine dayanan toplumsal hareketler, sol için geniş bir alan açmıştı.

Bugün ise aynı isyanın ruhundan beslenen Milei, faşizme alan açmaya çalışıyor. Milei, Arjantin'de 1976-83 yılları arasında 30 bin insanı katleden askeri dikta rejimini övmekten çekinmiyor. Milei'nin başkan yardımcısı olan ultra-muhafazakâr avukat ve aktivist Victoria Villarruel'in de ondan geri kalır yanı yok. Villarruel, askeri cunta döneminde insanlığa karşı suçlar işlemekle yargılanan askerleri "siyasi mahkumlar" olarak gören ve bu askerlerin serbest bırakılmalarını isteyen bir derneğin yürüyüşüne katılmış, ayrıca bu suçtan tutuklanan eski teğmen Juan Daniel Amelong'u savunmuştu.

Milei'nin gündeminin de faşist askeri cuntalarınkinden pek de farkı yok: Protesto hakkı kaldırılmalı, eğitim ve sağlık sistemleri tamamen özelleştirilmeli, hatta ilgili bakanlıklar da kapatılmalı, elbette Kadın Bakanlığı'na da gerek yok, kürtaj hakkı kaldırılmalı, toplumsal cinsiyet kotası da kaldırılmalı, silah taşımak kolaylaştırılmalı, serbest piyasa hiçbir sınır tanımamalı, öyle ki çocuklar bile alınıp satılabilmeli.

Arjantin'de toplumsal hareketler kan kaybetmiş olabilir ama örgütlü mücadele geleneği hâlâ çok güçlü. Arjantin'in sorunlarının çözümü ve ülkenin geleceğinin tohumları, toplumsal hareketlerin deneyimlerinde yatıyor.

Üstelik faşizme karşı direniş, tüm baskılara rağmen toplumsal mücadeleyi yeniden canlandıracaktır. Şimdiden ülkenin en büyük sendikası CGT (Genel Emek Konfederasyonu) ile yakın ittifak içindeki toplumsal hareketler, Milei'nin kitlesel işten çıkarmalara kalkması ve işçilerin haklarını elinden alması durumunda direnişin ana odağını oluşturacak bir kutup inşa etmeye başladı bile.

Milei'nin işi hiç de kolay olmayacak.


[1] Detaylı bilgi için bkz. Kâzım Ateş, "Teoriyle Pratik Arasında Latin Amerika'da Popülizm", Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür, der. E. Akgemci ve K. Ateş, İletişim, İstanbul, 2020, s.155-172.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yasaklı bitkiden “süper gıda”ya: Amarantın direniş yolculuğu

Günümüz Meksika’sında amarant hem açlıkla hem de obeziteyle mücadelede öne çıkıyor. Hem “dünyayı besleyebilecek bir bitki” hem de sağlıklı diyetlerin vazgeçilmezi…

Sömürgeciler: Ateş Toprakları'na özgü buz gibi bir western

Her ne kadar "dönem filmi" olsalar da bu filmlerin anlattığı hikâyelerin güncelliğini koruduğu aşikâr. Sömürgecilik dönemi geride kalmış olabilir fakat sömürgeciler hâlâ iş başındalar

Terra Nostra: Tekinsiz bir destan

Terra Nostra, sonsuz ve tuhaf bir düş gibidir. Durmadan dirilen kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yeniden ve yeniden ortaya çıkar. Zaman, ilerleyen bir şey değildir; dağılıp parçalanmıştır. Gelecek diye bir şey yoktur, geçmiş sürekli tekrarlanıp durur: