26 Mart 2023

Sihirli mantarlar, şifalı bitkiler ve içimizdeki cadılar

Yüzyıllar boyunca kazıklarda yakılan, yalnızca kadınların bedenleri değildi. Nesiller boyunca analardan kızlara, komşulardan komşulara aktarılan, kadınların toplumsal güçlerinin temeli olan bilgi birikimi de ateşe atıldı. Ancak her şeye rağmen, Brenda Lozano'nun romanında da gördüğümüz gibi her kadının içinde biraz "cadılık" kaldı. Tüm karalamalara ve şeytanlaştırmalara inat, iyileştiren, dönüştüren, koruyan bir cadılık… Çünkü cadılığın özünde en başından beri şifacılık vardı

"Bütün kadınlar içimizde biraz cadılıkla doğarız, bu savunma içindir."

Meksikalı yazar Brenda Lozano'nun Notos Kitap'tan çıkan Cadılar romanında bir anne kızına böyle söylüyor. Romanın ana karakterlerinden Zoé'nin annesi o kadar güçlü sezgilere sahip ki 16 yaşındaki kızı tacize uğradığında, uzakta da olsa evladının tehlikede olduğunu hissedebiliyor. Bu bir çeşit cadılıksa Zoé'nin annesi de bir cadı. Günde ortalama on kadının öldürüldüğü ve kadınların yüzde 70'inin şiddetin belirli bir biçimine maruz kaldığı Meksika gibi bir ülkede bir anne kızını başka nasıl koruyabilir ki?    

Bugüne kadar milyonlarca kadının hayatına mâl olan cadı avları ve kadınlara karşı soykırıma varan saldırılar karşısında çoğu kadın cadılığı bir savunma mekanizması olarak kullandı. Aslında 15. yüzyıla kadar Batı'daki geleneksel cadı imajı, bugünkü anlamıyla "halk hekimi"ne denk düşüyor, cadılık çoğunlukla Şamanlık temelinde şifacılık, ilaçlar, tılsımlar ve şifalı otlarla ilişkilendiriliyordu.[1]

Ancak 15. yüzyılda Engizisyon üyeleri, cadıları şeytanla özdeşleştirdi ve cadılık kesin bir biçimde kadınlara atfedildi. Bundan sonraki dönemde cadılarla ilgili dehşetli hikâyeler yayılmaya başladı, 16. ve 17. yüzyıllarda cadı avları giderek yaygınlaştı. Özellikle yalnız kadınlar hedef tahtasındaydı. Cadı mahkemelerinde yargılanan kadınlar diri diri yakılıyordu.

Latin Amerika'da cadı avları

Cadıların tarihi, sadece kadınların değil, aynı zamanda sınıfların tarihiydi. Silvia Federici'ye göre, Avrupa ve Amerika'daki cadı avlarının arkasındaki temel dinamik, kadınların yeniden üretimdeki işlevleri üzerindeki denetimlerine son vermek ve daha baskıcı bir ataerkil rejimin gelişimi için zemin hazırlamaktı.[2]

Güney Amerika'nın And bölgesinde ve Meksika'da, 16. yüzyıldan itibaren İspanyol sömürgecilere karşı kadim geleneklerini sürdürmek ve kendi dinlerini muhafaza etmek için direnenlerin başında kadınlar geliyordu. Peru ve Meksika başta olmak üzere bölgedeki yerli kadınlar, tam da bu nedenle, dağlara, taşlara ve pınarlara tapınmakla, şifalı bitkiler kullanmakla ve balmumundan heykel yapmakla suçlandılar ve Avrupa'da olduğu gibi cadı avlarına maruz kaldılar.[3]

Şifa dağıtan yerli kadınların duaları ve ritüelleri, kilise öğretisinin yayılmasını ve yerlilerin Hıristiyanlaştırılmalarını zorlaştırıyordu. Bu yüzden İspanyol sömürgeciliğinin en temel kurumsal yapılarından olan Katolik Kilisesi için şifacı kadınlar en başından beri tehdit olarak görüldü.

Bunun da ötesinde sömürgecilik, en temelinde insan-doğa ilişkisini dönüştüren bir süreçti ve bu süreç, yerlilerin doğa ile olan ruhani akrabalığının kesilmesini gerektiriyordu. Ancak her şeye rağmen yerli dinlerinin ve kültürlerinin muhafaza edilmesi büyük oranda kadınların direnişi sayesinde mümkün oldu.

Yüzyıllar boyunca kazıklarda yakılan, yalnızca kadınların bedenleri değildi. Nesiller boyunca analardan kızlara, komşulardan komşulara aktarılan, kadınların toplumsal güçlerinin temeli olan bilgi birikimi de ateşe atıldı.[4] Ancak her şeye rağmen, Brenda Lozano'nun romanında da gördüğümüz gibi her kadının içinde biraz "cadılık" kaldı. Tüm karalamalara ve şeytanlaştırmalara inat, iyileştiren, dönüştüren, koruyan bir cadılık… Çünkü cadılığın özünde en başından beri şifacılık vardı.   

Cadılar romanında hikâyesini dinlediğimiz Feliciana karakteri de gerçek bir şifacıdan, hem de gelmiş geçmiş en büyük şifacılardan biri olan María Sabina'dan esinlenerek kurgulanmış. Okuma yazma bilmeyen, Meksika'nın güneyindeki dağlarda yoksulluk içinde yaşayan ve bugün Maztek dilinin en büyük şaman şairi olarak kabul edilen María Sabina'nın şiirleri, içindeki cadıyı keşfetmek ve şifa bulmak isteyen kadınlara seslenmeye devam ediyor.  

"Mantar dilinin şamanı": María Sabina

Doğayla uyumlu yaşamak, hem dini hem de felsefi açıdan Amerika'nın yerli halkları için her zaman en temel öğreti oldu. Bitkilerin dilinden anlamak da buna dâhildi. Şifalı otlar, yerlilerin hem ilacı hem de tılsımıydı.

Meksika'daki Maztek yerlilerince kutsal sayılan sihirli mantarlar da öteden beri hem sağlık hizmetinin bir parçası olarak işlev görülüyor hem de kutsama ayinlerinde kullanılıyordu. 1894-1985 yılları arasında, Meksika'nın Oaxaca kentindeki Huautla de Jiménez kasabasında yaşayan María Sabina Magdalena García'nın ailesi de Maztek şifasına vakıf bireylerden oluşuyordu. Bu bireyler genellikle erkekti çünkü cadılıkla suçlanan ve hedef gösterilen kadınlar zamanla şifacılık rollerinden dışlanmıştı. María Sabina, erkeklerin arasından sıyrılarak şamanlar dünyasında kadınlara yeniden bir kapı açacaktı.

Sihirli mantarların büyükannesi María Sabina

Maztek yerlileri, tanrıyı "Büyük Patron" olarak tasvir ediyor, sihirli mantarları da ona yaklaşmanın bir yolu olarak görüyordu. Mantar, onlar için "Tanrıların bedeni" idi. María Sabina, "çocuklar" diye hitap ettiği sihirli mantarları seremonilerinde hastaları iyileştirmek için kullandı. Okuma yazma bilmeden geliştirdiği ilahiler, seremonilerinin en önemli parçasıydı. "Hükümetin dili" dediği İspanyolca değil Maztek dilindeydi şiir ve ilahileri.

María Sabina, sadece bir şifacı (curandera) değil, aynı zamanda Bilge Kişi (chota chijne) idi.[5] Şifacılığa "Dil" ile başlamıştı, mantarlar onun aracılığıyla konuşuyordu. Dil, insanın derin sularında taşıdığı bir değerdi ve "çocuklar" onu Dil denen bilgeliğe götürüyordu. María Sabina'ya rehberlik eden Dil'di, ailesindeki şifacılardan öğrendikleri değil, kendi keşfettiği Dil oluşturdu onun esas gücünü.

Sihirli mantarın peşinde

Kendi halinde yaşayan María Sabina'nın hayatı, 1955'te Robert Gordon Wasson adında, mantarlara meraklı, Amerikalı bir bankacının Maztek bölgesine gelişiyle değişecekti. María Sabina'nın seremonisine katılan ve sihirli mantarı deneyen Wasson, yaşadığı eşsiz deneyimi, iki yıl sonra Life dergisine anlattığında müthiş bir sansasyona yol açtı.

María Sabina bir anda efsaneye dönüşmüş, küçük bir yerli kasabası olan Huautla de Jiménez dünyanın her yerinden gelen hippilerin akınına uğramıştı. Bob Dylan, John Lennon, George Harrison ve Mick Jagger gibi rockstar'ların da María Sabina'yı görmeye geldiği söyleniyordu.  

Bu süreç, María Sabina'nın tüm hayatını alt üst etti. Tüm kasaba ona düşman kesilmiş, polis onu yabancılara uyuşturucu satmakla suçlamıştı. Evi yakıldı, hapse atıldı, ailesi şiddete maruz kaldı.

María Sabina, Wasson'a ayin yaptığı için hayatı boyunca pişmanlık duydu. Dünya, sihirli mantarları onun sayesinde keşfetmişti ama insanların tek derdi halüsinasyon görmek ve eğlenmekti. Bilgelikle ilgilenmiyor, yerli kültürüne saygı duymuyorlardı. Oysa benliğin derinlerine nüfus edebilen sihirli mantarlar, doğayla insan arasında güçlü bir bağ kuruyor, kültürler ve asırlar arasında bir köprü oluşturuyordu.

María Sabina'yı ve sihirli mantarları dünyaya tanıtan Life dergisi, 1957.

Sihirli mantarların etken maddesi olan psilosibin üzerine yapılan bilimsel araştırmalar, Maztek kültüründeki kadim öğreti ile paralel nitelikte. Netflix'teki "Zihninizi Nasıl Değiştirirsiniz?" adlı belgeselin ikinci bölümünde bu araştırmalarla ilgili detaylı bilgi edinmek mümkün. Psilosibinin, özellikle ölüm korkusu ile yüzleşmekte kanser hastalarına yardımcı olduğu görülüyor.

Rehabilitasyon çalışmalarına katılmış olan hastalar, kendilerini doğa ile bütünleşik, devasa bir bilincin parçası olarak hissettiklerini, içlerinde doğa ile temasa hazır bir ruhun varlığını keşfettiklerini ve böylelikle her şeye yeniden farklı bir gözle bakabildiklerini aktarıyorlar.  

Bu da sihirli mantarların, yerlilerin kadim bitki öğretisi ve bilim insanlarının çalışmaları doğrultusunda kullanıldığında gerçeklikten kaçmaya yarayan bir uyuşturucu değil tam tersine gerçekliğin derinliklerine daldıran, göremediklerimizi gösteren bir ayna haline geldiğini gösteriyor.

Bu mantarlar, araştırmacılara göre, ilkel kökenlerimize dönmemiz ve toprakla yeniden bağ kurmamız için bir kapı açıyor.  

Cadıların dönüşü

Amerika'nın yerli halkları topraklarını tanıyordu, toprağın şifasına vakıflardı. Toprak ananın ruhunu, doğayla aramızdaki bağı her zaman derinden hissettiler. Sömürgeciler ise yerlilerin içindeki ruhu sökmek, kimliklerinin bir parçası olan ilaçlarını onlardan almak istiyordu. Erkek egemen bir düzen inşa edilirken şifa dağıtan bilge kadınların saygınlığı ve yetenekleri de "kötücül ve tehlikeli güçler" haline geldi.

Günümüzde, modernleşmeye rağmen cadı avlarının ortadan kalkmadığını, aksine bu zulmün farklı biçimlerde de olsa küresel bir olgu olarak devam ettiğini görüyoruz. Federici'ye göre, cadı avlarının bitmemiş olması, toprağın ve diğer doğal kaynakların hâlâ yağmalandığı, doğanın öğretisine saldırıların sürdüğü anlamına geliyor.

Bugün, içinde bulunduğumuz antroposen çağda iklim krizi gitgide derinleşirken, "şeytani büyü" olarak gösterilen ekolojik bilince her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu ortada. Her şeyden önce türümüzün hayatta kalması buna bağlı. Cadılar, işte bu nedenle hiçbir yere gitmediler, hâlâ burada, şifanın kaynağını göstermeye devam ediyorlar.

 Feminist slogan: "Yakamadığınız cadıların torunlarıyız" 

Edebiyatın cadılarından, İranlı şair Furuğ Ferruhzad ile bitirelim:

Yeniden merhaba diyeceğim güneşe
gövdemden akan ırmaklara
uzayıp giden düşüncelerime benzeyen bulutlara
bahçemde benimle birlikte
kurak mevsimlerden geçen
akkavakların badireli büyümesine
gece tarlalarının kokusunu
bana armağan getiren
karga sürülerine
yaşlanmış halim olan ve
aynada yaşayan anneme
yinelenen şehvetimin
yanıp tutuşan derinliklerini
yemyeşil tanelerle doldurduğu
yeryüzüne
yeniden merhaba diyeceğim 

geliyorum, geliyorum, geliyorum
yeraltı kokularının uzantısı saçlarımla
karanlığın kıvamlı tecrübesi gözlerimle
duvarın öte yanından kopardığım çalılarla
geliyorum, geliyorum, geliyorum
ve eşik aşkla doluyor
ve ben eşikte onlara, sevenlere
ve henüz orada
aşk dolu eşikte durmakta olan
küçük kıza
yeniden merhaba diyeceğim[6]


[1] Christopher Dell, Okült, Cadılık ve Büyü: Resimli Tarih, Çev. Begüm Kovulmaz ve Şeyda Öztürk, Yapı Kredi Yayınları, s. 212.

[2] Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim, Çev. Bilge Tanrısever vd., Otonom, 2020, s. 28.

[3] Silvia Federici, Caliban ve Cadı, s. 326.

[4] Silvia Federici, Cadılar, Cadı Avı ve Kadınlar, çev. Bilge Tanrısever, Otonom, 2019, s. 52.

[5] Taisia Kitaiskaia, Edebiyatın Cadıları, çev. Ayşegül Gürsel Duyan, Hep Kitap, 2019, s. 119.

[6] Furuğ, Yeryüzü Ayetleri, Çev. Makbule Aras, Can Yayınları, s. 78.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Yasaklı bitkiden “süper gıda”ya: Amarantın direniş yolculuğu

Günümüz Meksika’sında amarant hem açlıkla hem de obeziteyle mücadelede öne çıkıyor. Hem “dünyayı besleyebilecek bir bitki” hem de sağlıklı diyetlerin vazgeçilmezi…

Sömürgeciler: Ateş Toprakları'na özgü buz gibi bir western

Her ne kadar "dönem filmi" olsalar da bu filmlerin anlattığı hikâyelerin güncelliğini koruduğu aşikâr. Sömürgecilik dönemi geride kalmış olabilir fakat sömürgeciler hâlâ iş başındalar

Terra Nostra: Tekinsiz bir destan

Terra Nostra, sonsuz ve tuhaf bir düş gibidir. Durmadan dirilen kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yeniden ve yeniden ortaya çıkar. Zaman, ilerleyen bir şey değildir; dağılıp parçalanmıştır. Gelecek diye bir şey yoktur, geçmiş sürekli tekrarlanıp durur: