19 Kasım 2023

"Güney'in filozofu" Enrique Dussel'in ardından

Dussel'in mirası, sömürgeciliğin özellikle felsefi, psikolojik, kültürel ve pedagojik alanlarda nasıl devam ettiğinin anlaşılmasında, Güney'in siyasi teorisinin özgürleşmesinde ve dekolonizasyon mücadelesinin gelişmesinde yol göstermeye devam edecek

Özgürleşme felsefesinin kurucularından ve Latin Amerika Marksizmi'nin en önemli düşünürlerinden Arjantin doğumlu Meksikalı filozof, tarihçi ve akademisyen Enrique Dussel, 5 Kasım'da hayatını kaybetti. Latin Amerika'nın son büyük filozofu olarak anılan Dussel, 88 yıllık ömrüne 50'den fazla kitap, 400'den fazla makale sığdırdı, Meksika'dan ABD'ye Almanya'dan Fransa'ya kadar birçok üniversitede binlerce öğrenci yetiştirdi ve dekolonyal düşüncenin gelişmesinde önemli rol oynadı.  

Dussel'in mirası, sömürgeciliğin özellikle felsefi, psikolojik, kültürel ve pedagojik alanlarda nasıl devam ettiğinin anlaşılmasında, Güney'in siyasi teorisinin özgürleşmesinde ve dekolonizasyon (sömürgesizleştirme) mücadelesinin gelişmesinde yol göstermeye devam edecek.

Dekolonyal düşüncenin önemi

Dussel'in katkısını incelemeden önce dekolonyal düşüncenin, postkolonyal düşünceden farklı bir coğrafyaya ve farklı bir zaman dilimine odaklandığını hatırlamakta yarar var.

"Güney teorileri" olarak bilinen ve Avrupa-merkezcilik eleştirisini merkeze alan bu iki gelenekten Postkolonyalizm, Edward Said, Gayatri Spivak ve Homi K. Bhabha gibi Orta Doğulu ve Güney Asyalı düşünürlerin, Dekolonyalizm ise Walter D. Mignolo, Anibal Quijano, Enrique Dussel ve María Lugones gibi Latin Amerikalı düşünürlerin çalışmaları sonucunda ortaya çıktı.

Genellikle 19. ve 20. yüzyıllara odaklanan Postkolonyalizm, Avrupa düşüncesindeki evrensellik iddiasına meydan okudu ve Batı'nın "öteki" üzerinde tahakküm kuran ve uluslararası siyasette kuvvet kullanmayı meşrulaştıran oryantalist araçlarını teşhir etti.

Dekolonyalizm ise Kristof Kolomb'un bugün "Latin Amerika" dediğimiz topraklara ayak bastığı 1492 tarihini merkeze aldı ve modernitenin doğuşunu, Avrupa'nın kendini gerçekleştirmesini ve günümüzdeki dünya düzeninin şekillenmesini beş yüzyıllık bir sömürü süreci olarak inceledi. Buna göre, modernite ve sömürgecilik, birbirinden ayrılamayacak kadar iç içe geçmişti.

Latin Amerika'da dekolonyal düşünce, akademiden önce toplumsal hareketlerde, özellikle de feminist harekette ve yerli hareketlerinde kendini gösterdi. Zira sömürgeci pratiklerden en çok zarar görenler en başından beri kadınlar ve yerlilerdi.  

İspanyol sömürgeciliğinin en temel mekanizmalarından biri yerlileri Hıristiyanlaştırmaktı, böylelikle yerlilerin topraklarına el koymak ve onları Krallığın yönetimine tabii kılmak mümkün olacaktı. Yerlilerin dinleri, toprakla ve doğayla kurulan çok sıkı bir spritüel bağa dayanıyordu ve doğal kaynakların yağmalanması ve sömürülmesi için bu bağın koparılması gerekiyordu. Bitkilerden ilaç yapan ve şifa dağıtan yerli kadınlar (curanderas), bu yüzden Avrupa'daki gibi cadı avlarına maruz kaldılar.

Kadınlara yönelik cadı avları ve yerlilere yönelik soykırım, sadece belirli bir grubun varlığını ortadan kaldırmayı değil o grubun içselleştirdiği, yaşamın bütününe dağılmış olan, nesilden nesile aktarılan bilgiyi de yok etmeyi amaçladığından sistematik bir bilgi kırımını (episteme-kırım/epistemicidio) da içeriyordu.

Ancak kadınlar ve yerliler, sömürgeciliğe meydan okuyan bilgi ve deneyimlerini, yüzyıllarca süren baskı ve zulme rağmen bugünlere taşımayı başardılar. Bugün Latin Amerika genelinde yerli halklar, köylüler ve aktivist kadınların geliştirdikleri ekofeminizm ve Buen Vivir (İyi Yaşamak) gibi perspektifler, insanın kendisiyle, yaşadığı toplulukla ve doğayla uyumuna dayalı, yaşamın ve direnişin nasıl örgütlenebileceğine dair yol gösteren, dünyayı (ve daha genel anlamda kozmosu) anlamaya yönelik alternatif yollar sunuyor. Dolayısıyla, dekolonyal düşüncenin kavramlarının çoğunun yerel pratiklerde ve toplumsal hareketlerde ortaya çıktığını söyleyebiliriz.

Buna göre, alternatif bakış açılarının savunulması, toplumsal adalet mücadelesinin önemli bir parçasını oluşturuyor. Siyasi mücadelenin akademiye taşınmasıyla epistemolojik mücadele, yani bilgiye ulaşma yöntemlerini ve bilginin kaynağını araştıran mücadele de Güney'deki özgürleşme projesinin vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş durumda.  

Özgürleşme/Kurtuluş (Liberación) felsefesinin mimarlarından biri olan Dussel'in "Özgürleşme felsefesini ben bulmadım, onunla yolda karşılaştım" demesi, bu açıdan boşuna değil.

1492: "Fethediyorum o halde varım"

Dussel'e göre, sömürgecilik ve Amerika'nın fethi, modernitenin inşasında merkezi bir yere sahipti. Modernleşme ve medenileşme, "öteki" ile karşılaşan Avrupa'nın onun "ilkelliğine" dair bir mit oluşturmasıyla başlıyor ve bu mit zamanla, "öteki"ni kurban eden şiddetin üstünü örtüyordu.

1492, Dussel'e göre, Batı merkezli anlatılarda dile getirildiği gibi iki dünyanın karşılaşması değildi. Burada söz konusu olan iki dünyanın karşılaşmasından çok birinin diğerini işgali ve sömürgeleştirilmesi olduğundan "keşfetme"den (descubrimiento) ziyade "örtme ve gizleme"den (encubrimiento) söz edilmeliydi.[1]

Avrupalıların "öteki" imajı altında yerlilerin dünyası keşfedilmemiş, tam tersine örtülmüş, üstü kapatılmış, yok sayılmıştı. Bu yüzden Kristof Kolomb'un bu topraklara ayak basması "keşif" olarak nitelendirilemezdi.

Dussel'in en önemli katkılarından biri, Descartes'ın 1637 tarihli "düşünüyorum, o halde varım" (cogito ergo sum) önermesini, Avrupalı "ego"nun modern öznelliğinin inşasında bir dönüm noktası olarak ele almasıydı.[2] Bu inşa süreci, 1492'den 1637'ye uzanıyor ve Descartes'ın önermesi, şiddeti meşrulaştıran modernlik mitini yeniden canlandırıyordu.

Dussel, dünyaya her zaman aşağıdakilerin/ezilenlerin gözüyle baktı. Böyle bir bakış açısı, "düşünen özne" (ego cogito) ile birlikte "düşünülen nesne"nin (cogitatum) de nasıl inşa edildiğini anlamayı gerektiriyordu.  

Buna göre, ilk aktif, modern özne, 1521'de İspanya adına Aztek İmparatorluğu'nu işgal eden Hernán Cortés gibi fatihlerdi (conquistador). O halde özne tarafından düşünülen de sadece "düşünülen" değil aynı zamanda "düşünen" idi -ki Descartes ve Husserl bunu göz ardı etmişti.[3]

Düşünülen nesneden önce, belirgin bir öznelliği olan "öteki" vardı. "Öteki", düşünen özne tarafından ele geçirilmiş, onunla bütünleştirilmişti. Batılı öznellik, kendini "öteki" üzerinde kurduğu tahakküm ilişkisiyle var ediyordu.

Dussel, işte bu yüzden "düşünüyorum"un (ego cogito) değil "fethediyorum"un (ego conquiro) fenomenolojisi ile ilgileniyordu.[4]

Trans-modernite kavramı

Dussel'in önemli katkılarından biri de bir özgürleşme projesi olarak geliştirdiği trans-modernite (trans-modernidad) kavramıydı. Modernite mitinin tarihsel kökenlerini inceleyen Dussel'e göre, modernite, hepimizin kabul edebileceği rasyonel bir özgürleşme fikri içerse de aynı zamanda mutlaka karşı çıkmamız gereken, şiddeti meşrulaştıran irrasyonel bir mite dayanıyordu.

İrrasyonel bir mit olarak modernite, kolonyal dünyada yaşayanların, modernleşme süreci uğruna feda edilmesini gerektiriyor ve sömürgecilerin yol açtığı insani ve ekolojik yıkımı "ilerleme" argümanıyla meşrulaştırıyordu. Modernite aşılmadan, sömürgecilik de aşılamayacaktı.   

Postmodernistler, modern aklın eleştirisini aklın kendisine yönelterek akıldan başka değerlere vurgu yapmışlardı. Dussel ise modern aklı, "öteki"ne yönelik irrasyonel mitin üstünü örttüğü için eleştiriyordu. Ona göre, modernitenin aşılması gereği, buradan kaynaklanıyordu.[5] Modernitenin ötekileştirdikleri ancak bu şekilde özgürleşebilirdi.

Özgürleşme hareketi, irrasyonel miti yıkacak rasyonel bir hareket ve kapitalizmi ve moderniteyi aşacak trans-modern bir hareket olmalıydı. Toplumsal ve ekolojik adaletin sağlanması ve "öteki"nin aklının kabul edilmesi, post-modern değil trans-modern bir dünyada mümkün olacaktı.[6]

Bugün, Güney ülkelerinde sömürgeciliğin sürdürülmesinin en temel yollarından biri, Dussel'in "kalkınma yanılsaması" olarak tanımladığı doğal kaynak sömürüsüne dayalı ekstraktivist projeler. Dev barajlar ve madenler gibi mega-projelerle geniş ölçekli kaynak çıkarmaya dayanan yüksek kâr odaklı ekstraktivist politikalar, "kalkınma" adı altında yaşam alanlarını ve ekosistemleri yok ediyor. Ekstraktivizme ve doğa sömürüsüne direnmek de toplumsal hareketlerin ve Dussel gibi düşünürlerin geliştirdiği, insan-doğa ilişkisine dair alternatif perspektifler sunan dekolonyal düşünceden geçiyor.

Ömrünün sonuna kadar özgürleştirici bilgi üretmekten ve Güney'in özgürleşmesinden yana aktif olarak tavır alan Dussel'in son eseri, 2021'de yayımladığı Özgürleşme Felsefesi: Bir Antoloji (Filosofía de la Liberación: Una Antología) idi.  

Dussel, 992 sayfalık kitabı için "1 kilo felsefe" diyordu. Onun ardında bıraktığı kilolarca felsefe, Güney'in ve tüm ötekilerin sesi olmaya devam edecek.


[1] Enrique Dussel, 1492: El Encubrimiento del Otro: Hacia el Origen del Mito de la Modernidad, Madrid, Nuevo Utopia, 1992, s. 53.

[2] A.g.e., s. 11.

[3] A.g.e., s. 85.

[4] A.g.e., s. 40-48.

[5] A.g.e., s. 7.

[6] A.g.e., s. 176.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya'da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yasaklı bitkiden “süper gıda”ya: Amarantın direniş yolculuğu

Günümüz Meksika’sında amarant hem açlıkla hem de obeziteyle mücadelede öne çıkıyor. Hem “dünyayı besleyebilecek bir bitki” hem de sağlıklı diyetlerin vazgeçilmezi…

Sömürgeciler: Ateş Toprakları'na özgü buz gibi bir western

Her ne kadar "dönem filmi" olsalar da bu filmlerin anlattığı hikâyelerin güncelliğini koruduğu aşikâr. Sömürgecilik dönemi geride kalmış olabilir fakat sömürgeciler hâlâ iş başındalar

Terra Nostra: Tekinsiz bir destan

Terra Nostra, sonsuz ve tuhaf bir düş gibidir. Durmadan dirilen kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yeniden ve yeniden ortaya çıkar. Zaman, ilerleyen bir şey değildir; dağılıp parçalanmıştır. Gelecek diye bir şey yoktur, geçmiş sürekli tekrarlanıp durur: