17 Eylül 2023

El Conde: Bir darbe kaç kuşağı öldürür?

Diktatör ölse bile ondan kurtulmak başlı başına demokratikleşme sağlar mı? Hesaplaşma olmadan kurulacak yeni düzen, onun mirasını korumaktan başka ne işe yarar?

Şili'de 1973'te sosyalist Salvador Allende hükümetine karşı düzenlenen askerî darbenin üzerinden tam 50 yıl geçti.

11 Eylül 1973 günü, hava kuvvetleri tarafından bombalanan Başkanlık Sarayı La Moneda, teslim olmayı reddeden Allende'ye mezar olmuş, aynı gün darbeye direnen en az 2 bin kişi öldürülmüştü. 

BM İnsan Hakları Komisyonu ve Uluslararası Af Örgütü'ne göre, sadece 1973 yılının sonunda siyasi nedenlerle tutuklananların sayısı 250 bindi.

1990'da kurulan Şili Ulusal Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu, 17 yıl süren diktatörlük dönemi boyunca 3428 kişinin öldürüldüğünü ya da kaybolduğunu, Valech Komisyonu ise 30 binden fazla kişinin işkenceye uğradığını belgelendirdi. Darbeden sonra ülkesini terk etmek zorunda kalan Şililerin sayısı ise en az 200 bindi.

Diktatör Augusto Pinochet dönemindeki kayıp ve ölümlerin aydınlatılması için izlenen yasal süreçler, günümüzde hâlâ devam ediyor. Bugüne kadar işkence ve ölümlerden sorumlu birçok eski asker yargılandı. Pinochet ise hiç hüküm giymedi. 2006'da öldüğünde 91 yaşındaydı.

Askerî rejim sonrasında Şili'de ve birçok Latin Amerika ülkesinde "hatırlamak" demokrasiye geçiş sürecinin en önemli görevi olmuştu. Bunun için öncelikle tanıkların ve kurbanların ifadeleriyle devlet terörünün neden olduğu yıkımın tüm boyutlarıyla anlaşılması gerekiyordu. Yoksa "Nunca más!" (Bir daha asla!) sloganı hiçbir şey ifade etmeyecekti.

Neyin bir daha asla olmaması gerektiği tam olarak anlaşılmadan, hakikat şeklini alan resmi tarih anlatıları sorgulanmadan ve adalet mücadelesini gelecek nesillere taşıyacak bir toplumsal bellek oluşturulmadan açılan yaralar kanamaya devam edecekti. Ve belki de Pinochet hiç ölmeyecekti. Tıpkı Şilili yönetmen Pablo Larraín'in El Conde (Kont) filminde olduğu gibi.

Vampir olarak Pinochet

Kolektif hafıza inşasında sanatın, özellikle de edebiyat ve sinemanın önemli bir gücü olduğunu söyleyebiliriz. Bu güç elbette tüm sorunları açıklamaya ya da çözmeye yetmeyecektir. Sanatın gücü, dışlananlara, adı ve sesi olmayanlara söz hakkı tanımasından, üstümüze çöken karabasanlara uzaktan bakmamızı sağlamasından ve kâbustan uyanmanın mümkün olduğunu göstermesinden gelir.[1] Bu da az şey değildir.

Devlet terörünün insanları nasıl etkilediğini, şiddetin izlerinin hafızalarda nasıl yer ettiğini, geçmişte yaşanan acıların bugünleri nasıl şekillendirdiğini gösteren ve diktatörlüğün gölgesinde büyüyen nesillerin hikâyelerini anlatan eserler, Şili edebiyatında önemli yer tutuyor. Bunların arasından akla ilk gelenleri şöyle sıralayabiliriz:

  • Isabel Allende, Ruhlar Evi, çev. Nihal Yeğinobalı, Can Yayınları.
  • Roberto Bolaño, Uzak Yıldız, çev. Zerrin Yanıkkaya, Metis Yayınları.
  • Alejandro Zambra, Eve Dönmenin Yolları, çev. Çiğdem Öztürk, Notos Kitap.
  • Nona Fernández, Space Invaders, çev. Roza Hakmen, İthaki Yayınları.
  • Ariel Dorfman, Ölüm ve Kız, çev. Nesrin Kazankaya, Mitos Boyut Tiyatro Yayınları.
  • Álvaro Bisama, Ölü Yıldızlar, çev. Hazal Gül, İlksatır Yayınevi.
  • Miguel Bonnefoy, Miras, çev. Birsel Uzma, Türkiye İş Bankası Yayınları.

Bu listeye Kolombiyalı yazar Gabriel García Márquez'in sürgünde olan Şilili yönetmen Miguel Littín'in ülkesine gizlice geri dönüşünü anlattığı Şili'de Gizlice adlı romanı da eklenebilir. 

Sinemaya gelince, son yıllarda en çok öne çıkan isim, kuşkusuz Hollywood'a transfer olan Şilili yönetmen Pablo Larraín. "Pinochet üçlemesi" olarak anılan Tony Manero (2008), Post Mortem (2010) ve No (2012) filmlerinde Larraín, diktatörlük dönemini saran marazi ruh halini ete kemiğe büründürmüş ve anlattığı sıradan insan hikâyeleriyle sinemanın bellek inşasında etkin bir araç olarak nasıl kullanabileceğini göstermişti.

1976 doğumlu Larraín'in kendisi de rejimin çocuğuydu. Ancak ülkesinin acılarına tanıklık etmiş olsa da burjuva sınıfından bir aileye mensuptu ve hayat onun için daha kolaydı. Kendisinin de ifade ettiği gibi hiçbir zaman risk altında olmamıştı. Muhafazakâr olan babası, Pinochet'yi destekliyordu. Annesi, 2010'da seçilen, Pinochet döneminin ardından iktidara gelen ilk muhafazakâr, sağcı devlet başkanı olan Sebastián Piñera hükümetinde görev aldı.

Ailesinin sınıfsal ve politik konumundan dolayı Larraín, her zaman tartışmalı bir yönetmen oldu. Üstelik sadece kendi ülkesinde değil, Prenses Diana'nın hayatından üç günü anlattığı Spencer (2021) filmiyle tartışmalara yol açtığı İngiltere'de de…

Geçtiğimiz günlerde, 80. Venedik Film Festivali'nde En İyi Senaryo ödülüne layık görülen ve 15 Eylül'de Netflix'te gösterime giren El Conde (Kont) ile Larraín, ülkesinin kanlı geçmişine geri dönüyor ve Pinochet'yi karşımıza bir vampir olarak çıkarıyor. Hem de eski İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher ile birlikte… Toplumun kanını emen vampir diktatör hikâyesini "Demir Leydi"den âlâ kim anlatabilir ki?

El Conde (Kont) filminde vampir Pinochet

Filmde Pinochet'yi 250 yıl önce Fransa'da doğmuş bir vampir olarak izliyoruz. Hayranlık beslediği Marie Antoinette'in kellesini uçuran devrime tanıklık ettikten sonra, Pinochet, dünyadaki tüm devrimlere savaş açmaya karar veriyor. Haiti, Rusya ve Cezayir'deki devrimlere karşı savaştıktan sonra 1935'te "kralı olmayan ülke" Şili'ye geliyor. Bu sefer, sıradan bir asker değil kral olmak istiyor ve 1973'te Allende'ye bağlılık yemini ettikten bir gün sonra onu deviren darbenin başına geçiyor. 

Pinochet'yi ülkesinin kanını emen bir hortlak olarak resmetmek kolaycılık olabilirdi. Ancak Larraín bundan çok daha fazlasını yapıyor. Diktatörün gerçek yüzünü gösteren bu gotik kara komedi bize şu soruları da sorduruyor:

Faşist rejimlerin mimarları sadece tiranlar mıdır? Onlardan duyulan korku kadar onlara beslenen hayranlık, onlar gibi olma isteği sıradan hayatlara nasıl sirayet eder? (Kötü ama "havalı" bir yaratık olan vampir metaforu bu açıdan önemli)

Yıllarca hüküm sürmüş ve yaptıklarının hesabı kendisinden hiç sorulmamış bir diktatör karşısında adalet nasıl sağlanabilir? (Vampirin ölümsüzlüğü bu bakımdan manidar.)

Diktatör ölse bile ondan kurtulmak başlı başına demokratikleşme sağlar mı? Hesaplaşma olmadan kurulacak yeni düzen, onun mirasını korumaktan başka ne işe yarar? (Vampiri öldürmek isteyen kilise, ordu ve burjuvazinin sert bir şekilde hicvedilmesi boşuna değil. Şeytan çıkarmaya gelen rahibenin Pinochet'nin ruhundan geriye kalacak olanı saklamak istemesi masum sayılamaz.)

Rejimin kirli çamaşırları

Filmde vampir Pinochet'nin katil olarak anılmakla hiçbir derdi yok. Hatta binlerce devrimciyi öldürmekle gurur duyuyor. Kendisini eleştirenlerin "nankör" olduğunu düşünüyor, zira "komünizmi yenmek" kolay iş değil.

Ne var ki general, kendisine "hırsız" denildiği için biraz alınmış. "Sonuçta gücünü kullanarak zengin oldu, öylece gidip bir şeyler çalmadı, değil mi?" "Ne de olsa zafer kazanmış her komutanın yağmalama hakkı var." "Üstelik Pinochet, diğer hırsızlardan daha az çalmış, burjuvazininkinin yanında onun servetinin lafı bile olamaz."

Pinochet'yi öldürmeye gelen rahibe, muhasebeci kılığında, onun gizli servetini ortaya çıkarmak için gizli belgelere ulaşıyor:  

"Demek kahraman Şili ordusu Pinochet'nin para aklamasına yardım etmiş."

Kayıplar, işkenceler ve yolsuzlukları anlatmak için filmde kara mizahın etkili bir araç olarak kullanıldığını belirtmek gerek.

Dökülen kanlar, kapanmayan yaralar, "dostlar" ve "düşmanlar" olarak ikiye ayrılmış bir toplum…   Diktatörlükten geriye başka ne kaldı? Filmdeki şu cümle en iyi şekilde özetliyor geriye kalanı: 

"Cinayetlerin ötesinde Pinochet'nin en büyük eseri bizi açgözlü insanlara dönüştürmesiydi." 

Bugün, darbenin 50. yıldönümünde, öldürülenlerle zorla kaybedilenlerin anıldığı etkinlikte Devlet Başkanı Gabriel Boric şöyle söyledi:

"Hafıza ve hakikat olmadan parlak bir gelecek mümkün değil."

Bu vampir hikâyesinden bizim de ders almamız gereken çok şey var.

Allende, darbenin 50. yıldönümünde Başkanlık Sarayı La Moneda'da anılıyor (11 Eylül 2023, Santiago)

[1] Beatriz Sarlo, Geçmiş Zaman: Bellek Kültürü ve Özneye Dönüş Üzerine Bir Tartışma, çev. Peral Bayaz Charum ve Deniz Ekinci, İstanbul: Metis, s. 104.

Esra Akgemci kimdir?

Esra Akgemci, Lisans eğitimini Hacettepe İktisat (İngilizce), yüksek lisans ve doktora eğitimini Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde tamamladı. ABD, Meksika, Şili ve Brezilya’da lisansüstü araştırmalarda bulundu.

Kâzım Ateş ile birlikte Dünyanın Ters Köşesi Latin Amerika: Tarih, Toplum, Kültür (İletişim, 2020) adlı kitabı derledi. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktor öğretim üyesi. ODTÜ Latin ve Kuzey Amerika Çalışmaları programında yüksek lisans dersleri veriyor.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Yasaklı bitkiden “süper gıda”ya: Amarantın direniş yolculuğu

Günümüz Meksika’sında amarant hem açlıkla hem de obeziteyle mücadelede öne çıkıyor. Hem “dünyayı besleyebilecek bir bitki” hem de sağlıklı diyetlerin vazgeçilmezi…

Sömürgeciler: Ateş Toprakları'na özgü buz gibi bir western

Her ne kadar "dönem filmi" olsalar da bu filmlerin anlattığı hikâyelerin güncelliğini koruduğu aşikâr. Sömürgecilik dönemi geride kalmış olabilir fakat sömürgeciler hâlâ iş başındalar

Terra Nostra: Tekinsiz bir destan

Terra Nostra, sonsuz ve tuhaf bir düş gibidir. Durmadan dirilen kişiler, farklı zaman ve mekânlarda yeniden ve yeniden ortaya çıkar. Zaman, ilerleyen bir şey değildir; dağılıp parçalanmıştır. Gelecek diye bir şey yoktur, geçmiş sürekli tekrarlanıp durur: