27 Kasım 2022

İrrasyonel

Beynimizin işlevi, çevresel koşullara uygun davranışları üretmektir. Sanırım şu dönem yaptığımız ve duruma uyum sağlamış olmamız bu yüzdendir

Yağmur sonrası aniden karşımıza çıkan gökkuşağı... Bulutların arasından kıvrılarak pembeden altın rengine dönüşen pırıltılar...

Işık huzmeleri dediğimiz, Kapalıçarşı'nın küçücük penceresinden süzülerek ince iplikçikler gibi dağılarak kırmızı tuğlalar arasından süzülen...

Mardin Deyrulzafaran Manastırı Güneş Tapınağından uzun sütunlar arasından antik taşlara değerek yayılan ışıklar...

Dara harabeleri içinde dolaşırken, karanlıkta birden karşımıza çıkan ışık patlaması.

Işıklar veya gökyüzünde aniden beliren aydınlık patlamalarını gördüğümüzde ani bir karar veririz. Milisaniye içinde oluşan ve gelişen değişimlere bir anda isim veririz ve ''mavi bir pırıltıydı''gibi tanımlamalarla ifade bulur.

Bazılarımıza korku saçar, bazılarımıza endişe. Ama güzeldir. Bunu algılarız.

Sanki bu duyuların tanıklığı gibi bir anlamda oluşur ve deneyimlerimizle birleşerek aslında irrasyonel bir algı oluşturur. Gerçekle bağımızı kopartan bir anlam yükleriz.

Oysaki son depremde bazılarımız gerçekle bağını bu anlamda kopartmadı mı?

Duyularımız korkmamızı söylerken beynimiz farklı bir algıya kaydı ve deneyimlerimiz konuşmaya başladı. Çünkü büyük depremde oluşturulan, her mahallede muhtarlara teslim edilmiş olan, içinde acil durum su ve ilacı bulundurulup, zamanı geldiğinde değiştirilen, battaniyeli olan ''sarı'' deprem kabinlerine ne oldu?

Biz bu gerçekle bağımızı bir anda nasıl kopartabildik ve yeniden deprem olmadan önce bunları neden sorgulamadık?

Yine oldu deprem ve yine televizyon kanallarında bilim insanları ve çevrecilerle röportajlar, deneyim tekrarları, eski görseller yeniden gündeme geldi. Sanırım üç beş güne yine raflara kalkar ve unutulur. Bu irrasyonel durum, eylemlerden farklı olarak somut süreçlerin bir ürünüymüş gibi değil de, sanki yepyeni bir durum yaratılmış gibi algılarımız değişmedi mi?

İlle de çok daha şiddetli olması ve zihinsel olarak bizi tüketmesini mi bekliyoruz ve biz insanlık, pandemi ile birlikte ölümleri kanıksamış olmanın getirdiği bir duyarsızlıkla karışık irrasyonel bir düşünce mi geliştiriyoruz diye bazı endişelere kapılmış olabilirim.

İnsanlar bazen gerçeği bir kenara bırakma pahasına düşüncelerinin tutarlı olmasına çabalarlar. Hayata tutunmak gibi.

Sanki biz deprem gerçeğinden uzağa düştük. Olasılıkla, bu algısal gerçekle sürekli göz göze geliyoruz.

Rönesans ressamları, uzaktaki dağların hafifçe maviye doğru gittiğini görerek dağları hep öyle boyadılar. Sanatta o noktaya uzanana bir tarihçede bile tümüyle atlanan bir gerçekti bu ve üstelik veriler göz önünde olmasına rağmen.

Bu derece barizken her şey, neden ayrıntıları atlıyoruz ve kendi deneyimlerimizi gözlemekte bu derece başarısız olabiliyoruz?

Sorgulamadan, teslim olarak...

David Eagleman'ın yazılarından birisi bu konuya çok yakın. Şöyle anlatıyor:

"Sezgiler der ki, gözünüzü açtınız ve işte dünya karşınızda! Bütün muhteşem kızıl ve altın renkleri ile, köpekleri ve taksileri ile, vızır vızır işleyen kentleri ve bol çiçekli manzaraları ile. Görmek çaba gerektirmez, önemsiz birkaç ayrıntı dışında keskin ve tamdır. Gözlerinizle yüksek çözünülürlüklü bir dijital video kamera arasında önemli bir fark yok gibidir. Kulaklar kompakt birer mikrofon, parmak uçlarımız da dış dünyadaki nesnelerin üç boyutlu biçimleriniz keşfeden birer algılayıcıdır sanki. Ama yanıltıcıdır. Dünyayı algılamamız da benzer biçimde, zihinsel yaşamımız da ancak belirli bir alanı kapsayacak ve geri kalandan da dışlanacak biçimde kurulmuştur.

Bazı düşünceler vardır ki, onları düşünemezsiniz. Evrenimizdeki seksilyon sayıdaki yıldızı kavrayamadığımız gibi beş boyutlu küpü de gözünüzde canlandıramaz, bir kurbağanın cazibesine kapılamazsınız."

Beynimizin işlevi, çevresel koşullara uygun davranışları üretmektir. Sanırım şu dönem yaptığımız ve duruma uyum sağlamış olmamız bu yüzdendir.

Esmer Erdem

Esmer Erdem, sanat tarihçi bir anne ile ressam bir babanın kızı olarak Ankara'da doğdu.

Sanatsal projeler ve sanatsal üretim alanında yoğunlaştı.

Hayatında iz bırakan en önemli dönemi, “Urart Okulu” denilebilecek sistem ve Mehmet Kabaş'a borçlu olduğunu vurgular.

Müze replikaları ve özel tasarım ürünlerle markaların üretiminde çalıştı, uzun süre DÖSİMM (Kültür Bakanlığı Döner Sermaye İşletmesi Merkez Müdürlüğü) için heykel, takı ve sanatsal obje üretti; dünya turizm fuarlarında 300 parçalık Eski Hitit'den günümüze kadar gelen Anadolu Uygarlıkları Replika Koleksiyonu'nu sergiledi.

Armaggan mağazalarının kuruluş, markalaşma ve konsept sürecinin belirlenmesinde yer aldı, "luxury handcraft" akımının Türkiye'de başlatılmasının öncülerinden oldu. Tüm atölye ve tasarım-üretim ekibinin oluşumu, Hereke tezgâhlarında Osmanlı kumaşları dokumasına kadar giden kültürel süreci kurdu. Gaziantep Tasarım Mağazası ile ‘kutnu kumaş'ın kullanım alanlarını genişleterek dünyaya tanıtılmasında rol üstlendi.

Edirne Tasarım, Zeugma Müzesi koleksiyonu, Cumhurbaşkanlığı özel hediyeleri, Ankara CSO tasarım mağazası, Atatürk Kültür Merkezi tasarım mağazası ile birçok kurum ve kuruluşta statü hediyeleri üretimi gibi iş ve sanat projelerinde yer aldı.

Esmer Erdem Sanat Tasarım Üretim Şirketini kurdu, çalışmalarına İstanbul ve Bodrum'da sürdürüyor.

Yazarın Diğer Yazıları

Semboller ve renkler

Has yaratıcılık budur bence.. Renkler ve sembollerle oynayanların ilkesi ile yaşanacaklar.. Bir anlamda duyguları, duyarlılıkları, hazları, umutları öznel biçimde kurgulamak.. 

'Günlük!' diye başlayan yazılar..

Anılar gelir, aslında kendi kalakalmışlığına ağlarsın; varken hiç düşünmediğin olayları, birlikte geçirilen zamanları anımsarsın..

Özgürlük üzerine..

Acıdan, ayıplardan, baskılardan, hayata dayatılan engellerden ne zaman korkulmaz ve özgürleşilir?

"
"