Sanat tarihinden birçok yaşadıkları çağda çığır açan sanatçılar gelip geçmiştir. Ama sanatçıların etkisi yalnızca yarattıkları yapıtlar ile değil, yaşadıkları hayat ile birlikte de değerlendirilir bazen. Bunun en önemli örneği Hollandalı ressam Vincent Van Gogh’dur. Bence o tüm zamanların en büyük ressamıdır. Yalnızca olağanüstü, kendisine özgün yapıtlarıyla değil, yaşadığı tragedyanın büyüklüğüyle de öyledir.
Onun yapıtlarının roprödüksiyonlarına her yerde rastlamak olasıdır, Anadolu’da küçük bir mobilya mağazasında ya da Meksika’da küçük bir şehirdeki kafeteryada bunlara rastlayabiliriz. Belki de o günümüzde yapıtları en çok yayılmış ve insanlara ulaşmış bir ressamdır.
O bir hayatı değil bir kâbusu yaşadı
Ressamın hayatı yoksulluk ve problemler içinde geçen bir kâbus, bir tragedya olmuştur. Yaşadığı bu acımasız hayat belki de onun öldükten yıllar sonra dikkat çekmesine, değerinin anlaşılmasına da bir ölçüde neden olmuştur. Çünkü bu büyük sanatçının renkleri de trajik, çarpıcı ve kendine özgüdür: özellikle mavi, sarı ve diğer renkler. Hayat onu nasıl sert fırça vuruşlarıyla bunalttıysa, o da tuvale özgün fırça vuruşları yapar.
Yıllar önce Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi’ni, gezme şansına sahip olmuş ve onun orijinal tablolarındaki renklerin, nasıl roprödüksiyonlardan farklı olduğuna tanık olmuştum. Şizofreni, Dostoyevski gibi sara hastalığı ve alkolizm sorunları vardır. Ayrıca bütün bunlar yetmezmiş gibi sefillik derecesinde yoksuldur. Hayatı boyunca kardeşi Theo’nun yardımları ile yaşar, hatta boyalarını bile Paris’ten kardeşi gönderir. Sanatsal yeteneği, zamanın eleştirmenleri tarafından reddedilir. Onu bir tek arkadaşı Paul Gauguin anlamıştır.
Belki trajik bir şiirdir onun hayatı, kırılgan ve her satırından melankoli ve umutsuzluk dökülen bir şiir.
O bir hayatı degil, bir cezayı, bir tutsaklığı yaşamıştır. Ama tüm bunlara rağmen, naif ruhundan taşan duygularını tuvale ustalıkla aktarmayı başarmıştır.
Van Gogh: Hayatta bir baltaya sap olamadım
Şöyle der kardeşi Theo’ya yazdığı bir mektupta: “Hayatta bir baltaya sap olamadım ve kafam da hem şimdi, hem daha önceden de soyut işliyor. Yani başkaları benim için ne yapsa, ben düşünüp de dengeye sokamıyorum hayatımı.” (Theo’ya Mektuplar)
Son olarak Alman sanat tarihçilerinin Van Gogh’un kulağını kendisinin değil, Gauguin’in kılıçla kestiği yolunda bir iddiası var. Ancak bu önemli değildir, önemli olan kulağın kesilmiş olması ve bunun bir tabloda ölümsüzleştirilmesidir. İşte bu tragedya, Van Gogh’u olağanüstü yeteneğiyle birlikte dünyanın en popüler ressamı yapmıştır. Rivayete göre Van Gogh kesik kulağını, bir seks işçisine armağan eder. Bu haliyle belki de vermek istediği mesaj şudur: “Beni dinleyin, anlayın.” Onu hayatında, birkaç insandan başkası ne yazık ki anlamamıştır.
O renkleri ruhundan çıkarır ve tuvale şizofren vuruşlarla yansıtır. Boya kutusundan çıkan boya, tuvale aktarıldıktan sonra artık aynı boya değildir, o Van Gogh’a özgü bir renge dönüşmüştür. Duyguları içinden taşar ve tuvallerine bir ırmak gibi akar. Delilikle dahilik arasında, tutarsız davranışlar gösteren yalnız, melonkolik, uyumsuz ve umutsuz bir insandır o.
Ölüm ile yaşam arasında bir yerde
Derinden kırık bir kalbi vardır, birkaçı hariç tutulursa ilgi duyduğu ve sevdiği kadınlar tarafından reddedilmiştir. Sevgi dolu bir ilişkiyi istedigi gibi yaşayamamıştır. Kendi annesinden bile sevgi görmemiştir; annesi ile arasındaki ilişki mesafeli ve soğuktur.
Gerçekte onun hayatı ölüm ile yaşam arasında bir yerde geçmiştir.
Belki de bu yüzden daha otuz yedi yaşındayken tabancayla kendisini göğsünden vurarak intihar etmiştir.
Van Gogh, resim sanatının Dostoyevski’dir.
Ve onun en önemli yapıtı kesik kulağıdır.