06 Şubat 2016
Başbakan Davutoğlu’nun, Cuma namazı öncesine sıkıştırdığı “Master Eylem Planı”, demokrasi, hukuk ve çözüm gereksinimleri açısından bir felaket habercisi gibi.
Karşımızda su götürmez açıklıkta bir ulusal sorun mevcut ve bu gerçeklik, öncekilerden ayrımla AKP iktidarınca kabullenilmişken, karşımıza çıkan “Plan”, tüm bunları unutmuş görünüyor.
Eski güvenlikçilerin açıklığıyla savunulamadığından, “Planın” sunumu, kendi başlıklarının anlatımını aşan bir zaman boyunca, Mardin'e yapılan güzellemelerle ve tabii emperyal bir İslamcı vizyonun göz bağlama söylemiyle geçti.
“İslam medeniyeti”, “Kut'ül Amare'nin yüzüncü yılı”, “Sykes-Picot Anlaşması”, “Haçlılar”, “Moğollar”, “Napolyon”, “sömürgeciler”, “Selahattin Eyyubi”, “Alpaslan”, “1071'in birleştirici ruhu”, “Allah milletimizi daim eylesin” lafları havada uçuştu; sorunu çözme niyeti olmayan, ama ezmeye de kâdir olmayan bir planın meşrulaştırılma kaygısının yansımaları karşısındaydık.
Mardin’e yapılan güzellemelerle uzayıp giden bu nutkun en temel sorunu, Mardin'in seçilmiş temsilcilerinin dışlandığı, dahası onlara karşı bir mizansenin yansıması olmasıydı.
Toplantıyı berhava eden bu temel paradoksun yanı sıra, Başbakanın bir türlü sorunun özüne dokunmayan hamaset dili, giderek seçilmiş çağrılılara bile yabancılaşacaktı.
Mardin'i Mardinlilerin seçilmiş iradesinden koparmaya, onlara karşı araçsallaştırmaya, devletin olanaklarını bu hedef için seferber etmeye yönelmiş bir halkla ilişkiler faaliyeti karşısındaydık. Bu kadar çok tarih, din, iman, düşmanlar, şehitler hep bunun yansımasıydı.
Güvenlik vurgulu uygulamaya geri dönüldüğünden beri sorunun yıkım ve ölümlerle kangrenleştiği bir gerçeklikte, hem Mardinlilerin şahsında bölgenin, hem de dünyanın bu toplantıdan beklentisi, sorun’un nasıl çözüleceğine dair yüreklere ve tabii hukuka dokunan açılımlardı. Oysa koskoca “Master” planından çıka çıka zaten 30 yıldır uygulanagelen güvenlikçi politikanın din ve tarih vurgulu versiyonu çıkmıştı.
* * *
“Birleştirici ruhu” fetihçilikte bulan kültürel kimliğiyle Başbakan, şehrin Ömer tarafından fethedilmesiyle “Medine'nin eşitlik ruhuna kavuştuğunu” söylüyordu. Oysa olgular Mardin’in her seferinde kendi çoğulculuğunu ve kadim renklerini biraz daha kaybederek bugünlere geldiğini gösteriyor.
Mardin'in şahsında bölge, Başbakandan, Kürt sorununun nasıl çözüleceğine dair yara sarıcı bir söz, daha da acili ölümlerin nasıl duracağına dair bir adım beklerken, o güvenlikçi aklın retorikleriyle konuşuyordu:
“Alparslan'ın Ordu'sunda bir Kürt olmak ile Selahattin Eyyubi’nin Ordu'sunda bir Türk olmak farksızdır!”
Oysa kendisinden beklenen, toplumu asker yazılma gündeminden çıkarıp barış düzlemine yükseltmesiydi; Kürtlerin (eğer gerçekten de kardeşseler Türk kardeşleriyle) eşit yurttaşlık hakkına nasıl kavuşturulacağıydı.
Eski devletin cevabı biliniyor: “Hepimiz Türk milletindeniz!” Yeni devletin eskisinden tek farkı “hepimiz Müslüman milletindeniz!”den mi ibaret kalacaktı?
Görülen o ki başkanlık umudu tüketilene kadar öyle kalacak. Aksi takdirde koskoca “master” planda Kürdün anadiliyle eğitim hakkına dair bir söz kurulmaz, sorunun adı bir kere olsun anılmaz mıydı?
Dahası yüzyılın başındaki İttihatçı refleksleri diriltiyor; bir yüzyıl sonrasında bile Arnavutluk bağımsızlığına atıfla “parçalayıcı ulusçuluk” eleştirisi yapıyor.
Yüz yıl sonra bile “parçalayıcı ulusçuluğun” panzehrinin ulusal hakların inkârı değil, çok uluslu medeniyet olduğu, eşit yurttaşlık hakkını gerçekleştirerek, ortak vatanda gönüllü birlikteliğin sağlanabileceği kabul edilmiyor. Muktedirlerin, bağımlı kimliklerin haklarını inkâr etmekle hem demokrasiyi imkânsızlaştırdığı, hem de onları ayrılıkçılığa mecbur bıraktıkları anlaşılmak istenmiyor.
* * *
Mardin konuşması, Kürtlere İdris-i Bitlisî'lik öneriyor; Sultan Selim'in ordusunda İdris-i Bitlisî olmaktan öte bir gelecek tanımayan bir egemenlik aklının tezahürü olarak şekilleniyordu.
Neresinden baksanız bakın sorunlu bir yaklaşım…
Kürtlerin İdris-i Bitlisî’liğe razı olması, Alevi inançlı Kürtleri ötekileştirmesi demek öncelikle. Üstelik Arap ve Acem Müslümanlar yanında Anadolu’nun Türkmen ve Kürt Alevilerine karşı saldırılarda sembolleşmiş Sultan Selim’e yapılan güzellemelerle, bırakalım Kürt ve Alevi sorununu çözmeyi, tarihin ikinci büyük mezhep savaşının eşiğinde dolaşan Müslüman dünyasının sorunlarını da azdırmaktan başka bir şey elde edilemez.
Dolayısıyla demokrasiden söz eden günümüz yöneticilerine düşen, babası ve kardeşleri dâhil, kılıç mesafesine giren herkesi ezmekle şekillenmiş tarihsel örnekler yerine, hakları ve özgürlükleri eksen alan günümüzün evrensel değerlerine yönelmektir. İlla ki tarihsel örnekler arıyorlarsa; “Yetmiş iki millete bir nazarla bakmayan / Kırk yıl müderris olsa hakikatte asidir” diyen Yunus’lara kulak vermeliydiler.
Sürekli “Sykes-Picot Anlaşması’nın ayağımıza vurduğu prangadan” söz edenin hakşinaslığı, bu pranganın öncelikle, dilsiz ve kendi kendini yönetim hakkından mahrum bıraktığı halka, yani Kürtlere vurulduğunu teslim etmekte belirlenir.
2016 yılı Mardin’inde bile Kürtlerin dili ve kendini yönetim hakkına kapı açmadan Sykes-Picot’ya itiraz ise, bir adaletsizliğin reddi değil, İngilizler gitsin Osmanlı gelsin demektir.
1916’nın hak ihlallerini günümüzün hukuk standartlarıyla aşması beklenen yöneticilerin Osmanlıcı egemenlik hayallerine yönelmesi, dört yıllık Suriye macerasının ürettiği facialar yetmezmiş gibi, Türkçe ve Kürtçe ağıtlarla kanayan Türkiye’nin sorunlarını daha da arttıracaktır. Bu anlamda “gönülden gönüle” konuşma sevdası hukuk düzlemine çıkarılmazsa, Türk-İslam sentezinin daraltıcı ufkundaki Türkiye, barış ve güvenlikten daha da uzaklaşacaktır.
Bu nedenle zekâmızı, “her vatandaşın Hakkâri’de ne kadar hakkı varsa Edirne'de de o kadar hakkı var” gibi, azınlıkların kimlik haklarını imkânsızlaştıran gerekçelendirmeleri bırakıp, insanın doğal haklarının çoğunluğun insafına bırakılamayacağını teslim eden bir hukuk düzlemine çıkarmalıyız.
Bu bağlamda “çözüm iradesinden daha çok milli iradeye bağlıyız” denilerek, gerçekte azınlıkları çoğunluk karşısında haklarından yoksun bırakan ve milli iradeyi de demokratik anlamda berhava eden bir yaklaşım karşısındayız.
Bu açıdan “vatandaşlarımızı Kürt mü, Türk mü, Arap mı diye ayırmadık” söylemi, Türkün kullandığı hakların Kürde ve Araba çok görüldüğü gerçeğini gizlemekten başka bir anlam taşımayacaktır; aksine ayrım yapmamanın ölçütü hakların tanınmasından geçer.
* * *
“Bizde ayrı özerk bölgeler yok, vatan var” söylemi de, gerçekte “mülk” düzleminden çağdaş vatan düzlemine, tebaaları karşısında şefkatli muktedir düzleminden yurttaşı karşısında demokrasi düzlemine yükselememenin göstergesidir.
Üstelik bu noktada da tarihe atıf yapacaksak, pozitif atıflar yapmalıyız. Örneğin Milli Mücadele döneminde bizi bir arada tutan 1921 Anayasası'nın, yerinden yönetim ve yerel yönetim eksenli bir anayasa olduğunu, Büyük Millet Meclisi’nin belirlediği genel yasalar çerçevesinde maarif, sağlık, iktisat, tarım, hayvancılık, bayındırlık gibi pek çok alanda “vilayet şuralarını” yetkilendirdiğini anımsamaya, bugünlerde büyük gereksinimimiz var.
Vatanın da, bizzat Mustafa Kemal tarafından o günlerde; “Türk ve Kürt unsurların oturduğu alan” diye tanımlandığı ve bu “kardeş milletlerin (…) birbirinin haklarına daima saygılı olduğu” belirlemeleri anımsanmalıdır.
Üstelik o günden sonra 24 Anayasası ile başlayan inkâr ve Türkleştirme ve Şark Islahat Planı ile başlayan “rehabilitasyon”, Cumhuriyetin gerçek bir demokrasi yönünde ilerleyebilmesini imkânsızlaştırdığı da bir vakıa.
Elimizde böylesi büyük bir tecrübe varken, üstelik 2016’nın dünyası, 1920’lerin dünyasından temel ayrımla demokrasiyi bir hukuk kaidesi olarak teyit etmişken, karşımıza çıkarılan “master planı”, 1925’teki Şark Islahat Planı’nın bile gerisine savrulmak demektir.
Üstelik bu gerçeğin üstü, “tarihdaşlık” gibi sorun çözmemek üzere tedavüle sokulan kavramlarla örtülemez.
Tam tersine tarihdaşlık’ta birlikte yaşanmış yüzyılların hatırını bulacaksak, bunu haklar alanına çıkarmak, yani vesayet ilişkisinden hukukun alanına yükseltmek durumundayız. Bu bağlamda insanın haklarıyla vatandaş olduğu, vatandaşlığın ise bireysel haklar yanında kimlik haklarını da içerdiği üzerinden, Kürtleri Türk kardeşlerinin hak düzlemine yükseltip Türkiye’nin ortak vatanımız olduğunu göstermek durumundayız.
Sorunlarımızı “son kalemizi yıkmak isteyenlere karşı” gibi askeri teyakkuz düzleminden, haklar sorununu halletmeye yönelen demokrasi düzlemine yükseltmeyi ötelemekten de artık vazgeçilmeli. Sadece son 6 ayın tarihi bile göstermiştir ki güvenlik de demokrasiden geçiyor, kaynakların kalkınmaya yönlendirilebilmesi de…
Başbakanın Mardin konuşması, bu açıdan tarihe, heba edilmiş çok büyük fırsatlardan biri olarak geçecektir.
* * *
Son olarak “master plan”ın maddelerine de değinmeliyim:
Öncelikle belirtilmeli ki birinci maddesi “psikolojik unsur” olan bir plan, bir müddet sonra çöker. Üstelik bugüne kadar görülmemiş denli çok seçilmiş yöneticiyi tutuklatmışken “meşru güç kullanma yetkisi sadece halktan yetki alanlardadır” diyebilecek kadar mantıksal tutarlılıktan yoksundur.
“Şefkat ve kudret” gibi monarşilere ve geleneksel dönem siyasetine özgü kavramlar yerine demokrasiler, kamu düzenini, halkın hak olarak kabullenilmiş taleplerini karşılayarak sağlar. Halkın tepkilerini bastırma yerine güvence altına alır, kendini onlara karşı hukukla sınırlar ve bağımsız yargı denetimine açık tutar. Oysa iktidar, “Kamu düzeni inşa edilecek” başlığı altında, Kürt sorununu çözmek yerine devletin hâkimiyetini güçlendirme yoluna gidiyor.
Özyönetim talebini anlamlandırma biçimi ise, “bunların istediği feodal düzen” diyerek gerçekte çağdaş medeniyetin yerel yönetimci anlayışına, Avrupa Konseyi Özerklik Şartı’na sırtını dönüyor.
“Kapsamlı demokratik reform süreci” belirlemesiyle açtığı başlıkta “Master plan”, bir tek demokratik açılım örneği koymuyor. Bunun yerine HDP’nin itibarsızlaştırılması, hendek eleştirisi, “Anayasa komisyonuna davet”(!) gibi polemiklerle sorunun kendisini es geçiyor. “Sosyal seferberlik” başlığı altında da yıkılmış şehirlerin imarı, iptal edilmiş eğitimin telafisi, kira yardımı gibi taahhütlerde bulunuluyor; ama sorunun kendisi gündem dışında tutuluyor.
“Bölgeye ekonomik destek” vadeden 5. Madde, hâlâ Türkiye’nin en geri kalmış bölgesinden, “13 yıl içinde ayağa kaldırdığımız bölge ekonomisi” şeklinde söz ediyor. Oysa gerek son 13 yılın, gerekse de öncesi 90 yılın gösterdiği şey, bölgenin öncelikle ulusal onurunun gereklerinin tanınması ve bu sayede elde edilecek ortak enerji üzerinden ortak bir kalkınmaya yönelinmesidir. Bunu kabullenmeyen bir egemen akıl, bu doğasının gereği olarak bir dizi mağduriyet ve tepki üreteceği gibi, kaynaklarının ciddi bir kısmını, güvenlik ve asimilasyon gibi tamamen tüketici ve yıkıcı alanlarda harcayacaktır. Oysa eşit yurttaşlığa yapılacak yatırım, toplumsal güvenliğin ve kalkınmanın da başlıca zeminidir.
“Mekânın ihyası” tabirini seçen 6. Madde, “Sur’u tarihi özellikleriyle öylesine yeniden inşa edeceğiz ki bütün insanlık gelip ilham alacak” gibi propagandif ifadelerle, oldukça sorunlu bir yaklaşımı yansıtıyor. Çünkü Sur’un binasından öncel olan toplumunu insanlık hukukundan yoksun bırakıyor; Sur’luların anadilleriyle eğitim hakkı, kendilerini yönetme hakkı yok sayılıyor. Dahası “Mekânın ihyası” vurgusu, Hakkâri, Şırnak gibi illerin aynı güvenlikçi zihniyetle taşınacağı açıklamasıyla birlikte düşünülünce, gerçekte Şark Islahat Planı’nın yeni bir uygulaması karşısında olduğumuzu düşündürtüyor…
“Etkin iletişim stratejisi” başlığı altında görevlendirmenin valiler ve kaymakamlar olacağının belirtilmesi özgürlük ve muhalefet alanının daha da zayıflatılıp bölgeye dair dezenformasyonun arttırılacağını düşündürüyor. Oysa bunun yerine demokrasinin gereği olarak yapılması gereken, iletişimin devletin denetiminden çıkarılıp onu denetlemeye yönelik kullanımının kapılarını açmak, halkın kendini gerçekleştirme ve taleplerini ortaya koyabilmesi ve devlet kuvvetlerinin hukuki denetim altına alınması olmalıdır.
“Büyükşehir yasasının istismar edildiği” gerekçesiyle “yeni yasal ve idari düzenleme“ yapılacağı belirlemesi de aynı şekilde; güçlü devletin zayıf halk üzerindeki vesayetinin arttırılacağına, bölgenin seçilmiş temsilcilerinin hareket alanını daha da kısıtlayan düzenlemelere işaret ediyor.
“Artık yeni süreçte muhatap millettir” diyen 9. Madde, “İstişare Meclisleri” adı altında, Kürt sorunu ve emek haklarının, büyük bir oy farkıyla seçilmiş temsilcilerinin devre dışı bırakılmaya çalışılacağının ilanıdır. Bu yeni kurumlaşma yoluyla korucular, rejimin uzantısı geleneksel güçler ve lafta çok daha uç taleplerde bulunsalar da güdümlü Kürt muhalefet eskilerinin güçlendirilmesi yoluna gidileceği görülmektedir.
Kürt sorununu çözümsüz bırakma yönelimli bu önermeler, sonuncu maddede, “tüm Ortadoğu’da birleştirici ruh hareketi başlatma”nın parçası kılınıyor. Oysa 2011’de iktidarın yeni-Osmanlıcı hayalleriyle başlayan yayılma sürecinin sonuçları ortada. Nasıl ki 1911-18 arası kaybettiklerimizin geri alınması hayali Suriye’yle sınırlı kalmayan felaketler zincirini tetikleyen bir işlev görmüşse, içerideki toplumsal sorunu çözmeme inadının sistematizasyonu da yaşadığımız felaketi derinleştirecektir.
Özetle Kürt sorununa geliştirilen “master plan”, demokratik bir aklı yansıtmadığı gibi, askeri akıl anlamında da bir ustalık örneği oluşturmamaktadır; çünkü gerisinde 30 yıllık ve ne ezmeye, ne çözmeye yaramış tecrübeden ders çıkarmamış bir geleneğin yinelenmesidir.
Bu koşullarda elde edilebilen zafer, gerçekte devletin toplumuna ve ülkesine karşı elde ettiği bir 'Pirus zaferi' oldu
Başkanlığın referandumla yasallaşması halinde bile, bu durumun memleketin sorunlarını azaltmaya en küçük bir katkısı olmayacaktır
Savaş politikalarına sunduğu bu destekle uluslararası hukuk kavrayışını kaybetmiş bir siyasetçi profili çiziyor Baykal
© Tüm hakları saklıdır.