1913’te Lenin, savaşa ve sömürgeciliğe koşan Avrupa egemenlerine karşı, bağımsızlığa ve demokrasiye koşan Asya halklarının sergilediği tabloyu, meşhur ”Geri Avrupa İleri Asya” retoriği ile tanımlamıştı.
Hayat karşısında duruş anlamında bu vurgu, Referandum özgülünde günümüz Türkiye’si için de yinelenmeli: “Geri Evet, İleri Hayır”!
Tek adam iktidarına karşı hukuk denetimini gerçekleştirmeye çalışan 1876 Anayasası ile başlayan 150 yıllık demokrasi yönelimimizin, bir kez daha tersi yöne sokulması örneği karşısındayız. Nitekim referandumda “onaylanan” anayasa düzenlemesi, tek adamın yasal ve kurumsal denetimden kurtularak her şeye kâdir kılınmasını sağlayarak bizi geçmişin siyasal iklimine taşıyor.
Bu bağlamda “Hayır”, Türkiye’nin demokratikleşebilmesini, kişisel vesayete itirazı, iktidarın hukukla sınırlanması ve denetlenebilmesini, çoğulculuk ve eşit yurttaşlık umudunu, yani ileriyi temsil ederken, “Evet”, bunlara gem vurulmasını, yeniden tek adamlar ve onların belirlediği tek kimlikler dönemine geri gidilmesini temsil ediyor.
***
Devletin tüm olanaklarının “Evet” için seferber edildiği, siyasal ortamın OHAL’in ağır baskısı altına alındığı, muhalefetin düşmanlaştırma ve tehdit diliyle etkisizleştirildiği bir referandum yaşadık. İşte ancak bu koşullarda elde edilebilen zafer, gerçekte devletin toplumuna ve ülkesine karşı elde ettiği bir “Pirus zaferi” oldu.
Bir “Pirus zaferi”, çünkü sağlanan onay kıl payı elde edilmişti; öyle ki “Evet” koalisyonunun, seçmen tabanının %15’lik bir kesimini, merkezsiz ve birbirinden çok farklı olan muhalefete kaptırarak kazanılmıştı.
Kazanılmış mıydı o da meçhul! Çünkü kanunun açık hükümlerine rağmen “evet” diyen mühürsüz oy pusulaları ve muhalefetin ıslak imzalı tutanak sonuçlarıyla uyumsuzluk verileri görmezden gelinerek ilan edilmiş muvazaalı bir zafer söz konusu.
Nitekim AGİT Gözlem Heyeti de, referanduma adil koşullarda gidilmediği gibi seçim meşruiyeti ve Türk seçim mevzuatının da çiğnenmiş olduğunu, dolayısıyla tek adam rejimine, seçim adaletinin çiğnenmesiyle gidildiğini ilan edecekti.
***
Türkiye ortalamasında çoğunluğu elde etmiş görünen düzenleme, tüm bu anti-demokratik iklime rağmen İstanbul, İzmir ve Ankara’dan yeterli desteği alamamıştır.
“Türk tipi başkanlığın”, Türkiye’nin eğitilmiş insan birikimini, katma değer üretimini, dünyaya, bilime, evrensel değerlere açık yüzünü temsil eden bu 3 büyük şehrin çoğunluğunca reddedilmesi, onun memleketin sadece taşrası ve muhafazakârlığınca benimsenebilen niteliğinin yansımasıdır. Tam da bu nedenle onda ısrar, dünyanın standartlarını yakalama ve kalkınma olanaklarının tüketilmesi olacaktır.
İstanbul ve Ankara’nın bu kaybı, AKP’nin demokrasi ile uyumdan uzaklaşma halinin, evrenselliğe karşı milliliğe, laikliğe karşı İslamcılığa, çağdaşlığa karşı kendi ortaçağı Osmanlıcılığa, liyakate karşı yandaşlığa savrulma halinin de göstergesi.
Esasen uluslararası kamuoyu ve liberal desteklerini kaybetmekle başlayıp son olarak büyük şehirleri kaybetmeye doğru gelişen süreç, aynı zamanda totaliter ve tek adamcı yöneliminin sosyolojik yansıması. Memleketin geri yanının tahakkümü altına girmesi demek olan bu durum, AKP iktidarının kalıcılaşmasını imkânsızlaştıracağı gibi memleketin ileri taşınmasını engelleyecektir.
Dayatılan projenin, 3 büyük şehre ek olarak, en büyük sorununun, Kürt sorununun başkenti Diyarbakır’da da yenilgisi, onun sorun çözme kapasitesini daha da azaltan bir diğer temel handikabını oluşturuyor.
***
Seçimin bitmesiyle iktidarın rahatlaması ve artık memleketi sürüklediği gerilimlerden çıkartması beklenirken tersi örnekler sergileniyor. Nitekim verilen demeçlerdeki dayatıcı ve uzlaşmaz üslup, bu olasılığı zayıflatıyor. Üstelik zafer ilanlarına güvenlikçi dilin hâkimiyeti, önceki kimi örneklerin aksine tüm halkı kucaklayan bir kardeşlik dilinden imtina edilmesi, daha önemlisi OHAL’in sürdürüleceği açıklaması bunun göstergesi.
Bu gerilimi ayakta tutma tercihleri, “evet” lehine elde edilen farkın oldukça küçük olmasına karşın, bu çok küçük farka dayanarak yapılmak istenen değişikliğin çok büyük olmasının kaçınılmaz sonucu.
Bu vesileyle tekrar belirtmeliyiz: Herhangi bir hükümet seçiminden ayrımla anayasa değişimine ilişkin bir referandumun meşruiyeti, ancak nitelikli bir çoğunlukla mümkün olabilecektir. Nedeni çok açık; çünkü bizi verili anayasal sınırlar içinde 4-5 yıl boyunca yönetecek bir iktidar seçmiyoruz. Aksine söz konusu iktidarların hangi çerçevede hareket edeceği ve bir bütün olarak toplumun hangi kurallar çerçevesinde bir arada yaşayacağının çerçevesini oluşturuyoruz.
Dolayısıyla anayasa gibi yapısal değişimlerde mutabakat sağlanması, demokrasinin, istikrarlı ve meşru bir siyasal hayatın asgari koşulu olagelmiştir. Aksi takdirde bırakalım meşruiyet zeminini, toplumun yarısının (bir şekilde elde edilen) desteğinin, diğer yarısına karşı bir dayatma aracı olarak kullanılmasıyla ortaya çıkacak şey demokrasi ve istikrar değil tahakküm olacaktır.
Bu geleneksel görüşe bugün eklememiz gereken şey, sadece mutabakatın da yeterli olmadığı, günümüzde anayasal metinlerin, artık evrensel normlarla da uyumlu olması gerektiğidir. Dünyada hemen hemen bütün devletlerin anayasalı olmasına karşın demokrasinin hala çok az ülkede olabildiği gerçeği de bunu gösteriyor. Bu açıdan objektif kriterler için başvuru kurumu olan Venedik Komisyonu’nun açıkladığı rapor, söz konusu anayasa değişiminin onaylanması halinde, Türkiye’nin demokrasi hedefinden daha da uzaklaşacağını saptamaktadır.
***
Kılıçla sorun çözme konusunda başarı elde edenler, genellikle kılıcın üzerine oturamayacaklarını unutma eğilimi sergiler. Bu sorunlu hal, günümüz Azerbaycan’ından veya 30’ların Almanya’sından farkla özellikle Türkiye için geçerli.
Bu noktada anımsanmalı ki Türkiye, dünyanın bir köşesinde ve kendine yeten enerji kaynaklarına sahip bir ülke olmadığı gibi, kendi kendine yetecek bir teknoloji ve sermaye birikimi olan bir ülke de değil. Böyle bir ülkenin, halkını gerçekten birleştirecek bir çoğulculuğa ve komşularıyla sorunlarını çözmenin gereklerine sırtını dönerek istikrar ve kalkınma üretmesi mümkün değil.
Oysa Türkiye, halen tek adamlık ve İslamcılıkla demokrasiden daha da uzaklaştırılması yanında, dünyanın büyük güçlerinin çullandığı Ortadoğu’nun dengelerini belirleme hayallerinden vazgeçmemesiyle de daha kırılgan bir duruma sürüklenmektedir.
Bu ortamda yapılan referandum ve ilan edilen sonuçlarının, Türkiye’nin iç ve dış gerçekliğiyle uyumsuzluğunu daha da derinleştirmesi, dolayısıyla yönetilebilmesini, istikrarını ve kalkınmasını daha da zorlaştırması kaçınılmaz görünüyor.