Bir an için dünyadaki enerji probleminin tamamen ve sonsuza dek bittiğini düşünün.
İnsanlık sınırsız, çevre dostu, yenilenebilir bir enerji kaynağı keşfetmiş olsun ve artık fosil yakıtlara, nükleer atıklarla dünyayı kirleten reaktörlere, kömürün isine pisine ihtiyaç duyulmasın.
Acaba böyle bir dünya nasıl olurdu?
Petrole ihtiyaç duyulmayan bir dünyada Ortadoğu’da bitmek bilmeyen savaşları yaşar mıydık örneğin?
Yahut Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt gibi ülkelerin böyle bir dünyadaki özgül ağırlığı ne olurdu?
Peki size böyle bir enerji kaynağının mümkün olduğunu ve hatta dünyanın yirmi, bilemediniz otuz yıl sonra bu enerjiye geçebileceğini söylesem… Delirdiğimi düşünmezsiniz umarım.
Ama evet, mümkün.
Albert Einstein ve Arthur Eddington isimlerindeki iki büyük bilim insanı sağ olsun, insanlık yaklaşık 100 yıldır devam eden “güneşin enerjisini taklit etme” çabasında bugün artık mutlu sona çok yaklaşmış durumda.
Güneş yaklaşık 4,5 milyar yıldır gezegenimizi ısıtıyor ve öyle görülüyor ki, -henüz bilimin öngöremediği- bir aksilik olmazsa bir o kadar zaman daha ısıtmaya devam edecek.
Arthur Eddington güneşin bunu yaparken hidrojen atomlarının birleşmesi esnasında açığa çıkan enerjiyi kullandığını ilk fark edenlerden.
İki hidrojen atomu birleşip helyuma dönüşürken ikisinin toplam ağırlığından bir miktar daha hafif bir helyum ortaya çıkınca Eddington anlamış ki, bunlar birleşirken açığa çıkan bir şeyler de enerjiye dönüşüyor.
Eh, Einstein da daha önceden bize maddenin enerjiye dönüşebileceğini, hem de dönüşürken ortaya öyle böyle bir enerji çıkmayacağını E=m.c2 denklemiyle söylemişti.
İşte bu iki bilgiyi birleştirip biz, yani insanlık neden dünyada küçük bir güneş yaratamayalım? O güneşten elde edilen temiz enerjiyle neden tüm dünyanın enerji ihtiyacı kolayca karşılanmasın?
Bu iki soruyu bilim insanları neredeyse yüz yıldır soruyor ve neredeyse elli yıldır da somut bir cevap bulmaya uğraşıyor.
Lakin özellikle son yirmi yıldaki gelişmelerle bugün artık bu meselede sona yaklaşmış durumdayız.
Nükleer füzyonu bir elektrik santrali ortamında, kontrollü bir şekilde hayata geçirdiğimizde dünyanın enerji problemi kalmayacak.
En azından bilim insanları bunu söylüyor.
Bilimin böyle bir işi becermesi o kadar hayranlık uyandırıcı ki…
Düşünün füzyonun gerçekleşmesi, yani hidrojen atomlarının birleşip helyuma dönüşebilmesi için -dünyanın kütlesi daha küçük olduğundan- güneşin on katı ısı gerekiyor.
Bu 150 milyon santigrat derece demek…
Bilmem böyle bir rakam size neyi ifade ediyor zira bende 100 dereceden sonrası yok!
Böyle bir sıcaklığı oluşturmak yeterince akılalmaz değilmiş gibi, bilim insanları bu sıcaklıkta bir plazmayı nerede muhafaza edebileceği sorusunun da yanıtını bulmuş.
Öyle ya… O sıcaklıkta bir “çorbayı” erimeden taşıyacak kap bulmak ilk bakışta imkânsız ama insan evladı bunu da başarmış işte.
Bin tonluk mıknatıslarla adeta mıknatıslardan oluşan bir “şişe” yapmışlar ve plazma denen “çorbayı” hiçbir yere temas etmeden o manyetik alanda tutmayı da becermişler.
Mıknatıslar bu olağandışı sıcaklıktan etkilenmesin diye bir de süperiletken teknolojisi geliştirmişler.
Bugünün teknolojisiyle plazmanın merkezi 300 milyon dereceye kadar ısınırken (güneşten yirmi kat sıcak) dışarıdaki elektromanyetik mekanizma eksi iki yüz derece soğukluğunu (ayın karanlık yüzü kadar soğuk) korumayı sürdürebiliyor.
İnsanın aklını başından alan işler bunlar…
Ama başarılmış işte.
Yani anlayacağınız nükleer füzyon meselesi kâğıt üzerinde neredeyse bitmiş vaziyette. Sırada uygulaması var.
Peki, orada ne durumdayız?
Şöyle ki; şu anda bu plazmaların füzyona gireceği “tokamak” adı verilen reaktörler yeni teknoloji mıknatıslar kullanılarak inşa ediliyor. 2030’ların başında füzyonla harcananın 10 katı enerji elde edilmesi planlanıyor.
2030’ların ortalarında bu reaktörlerin bir elektrik santrali yapısına kavuşturulması hedefleniyor.
2040’a yaklaşırken de nükleer füzyon santrallerinin artık ticari olarak yaygınlaşmaya başlayacağı bir döneme gireceğimiz tahmin ediliyor.
Ayrıca füzyonu deneysel ölçekte gerçekleştirmeyi ve harcanandan daha fazla enerji elde etmeyi de başardı bilim insanları.
Aslında insan bu işi bundan yetmiş yıl kadar önce hidrojen bombası esnasında gerçekleştirmişti. Fakat orada tetikleyici olarak bildiğimiz atom bombası, yani nükleer fisyon kullanıldığından ancak bomba yapılabiliyordu.
Bugün artık bu sorun da aşılmış gibi görünüyor ve bu noktaya Soğuk Savaş dönemi dahil aradan geçen süre içinde bilim dünyasının ülke ayrımı yapmaksızın bilgilerini başkalarıyla paylaşması sayesinde gelindi.
Bugünse ülkeler arasındaki husumet o kadar arttı ki, bilgi paylaşımı son birkaç yılda iyice yavaşladı, ortak projeler sekteye uğradı.
35 ülkenin ortaklaşa kurduğu en büyük nükleer füzyon santrali ITER’de (CERN gibi düşünün) bürokratik engeller, kurum içi rekabet vs… derken çalışmalar epey sekteye uğradı.
Keza ABD-Çin rekabeti, füzyon teknolojisi alanında da amansız bir hal aldı.
Çin her konuda olduğu gibi bu konuda da epey geriden geldi, bundan neredeyse on yıl kadar önce işe ABD’yi taklit ederek girişti fakat öylesine bir ilerleme kaydetti ki, bugün füzyon yarışında rakibini geride bırakmak üzere olduğu yazılıp çiziliyor.
Üstelik bu işe ABD’nin neredeyse iki katı kadar bütçe ayırıyor. Yılda 1,5 milyar dolarla füzyon alanına yatırım yapıyor (ABD’nin bu çalışmalara ilişkin 2024 bütçesi 790 milyon dolar) ve füzyon mühendisliği alanında yılda ABD’dekinin on katı kadar akademisyen yetiştiriyor.
“Ya Eray, ne yaptın sen? Biz ne konuşuyoruz, sen ne anlatıyorsun” demeyin.
En az ben de sizin kadar Narin’in katillerinin hala açığa çıkmamasına hayıflanıyorum.
Ben de sizin kadar Gebze’deki hayvan katliamına deliriyorum.
Bir savcının açıktan tehdit edilme görüntülerini izlerken kafayı yiyorum.
Kadınlara yönelik şiddete tanıklık ettikçe dudaklarımı ısırıyor, yumruklarımı sıkıyorum.
Lakin hayata dair umudumu korumak için çareyi dünyada dönen bu tartışmalara kulak kabartmakta buluyorum.
Yoksa umutsuzluk denen dipsiz kuyunun içinde, kendi öğrenilmiş çaresizliğimizde boğulup gideceğiz.
Yüz yıldır aynı konuların tartışıldığı, yüz yıldır aynı aktörlerin aynı bayat oyunu sahneledikleri bu coğrafyada nefes alabilmek için yüzümüzü biraz böyle meselelere dönmemiz gerekiyor.
Aksi halde bu yorgunluk, bu yılgınlık hali bitirecek bizi.
Buradan da hazzetmediğim bir teknoloji fetişizmine savrulduğumu düşünmeyin.
Füzyon santrallerinin de hegemonik ilişkilerden azade bir şekilde sınırsız ve sınıfsız şekilde dünyanın her yerine enerji sağlamayacağını ben de biliyorum elbette…
Oralara da ilk etapta uluslararası sermayenin “çökeceğinin” ben de farkındayım, merak buyurmayın.
Lakin hayat bize şunu öğretiyor: Buralara kulak kabartmazsak, buralardan fayda üretme fikrine hiç değilse aşina olmazsak yüz yıllık dipsiz kuyularda kendi kendimize eşelenmenin ötesine geçemeyeceğiz.
Dünyanın her yerinde devlet denen mekanizmaların başındakiler binlerce yıllık paslanmış aidiyetlerle birbirine kılıç sallamaktan vazgeçmeyedursun… Bizi avutursa biraz merak avutur, içimizi ısıtırsa bir avuç bilgi ısıtır diye anlatıyorum bunları.
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|