18 Şubat 2025

Cihangir Cumhuriyeti: Lümpenliğin lümpen eleştirisi

Cihangir Cumhuriyeti dizisine bakıyorum, bir vakitler plaja gelen türbanlılara “Ayaklar baş oldu, bunlar da her yere gelmeye başladı” diyen ve kendini bu toplumun sahibi sanan o insan geliyor gözümün önüne. Yok ki bu ikisinin birbirinden farkı… Üzgünüm, şimdi siz de artık “onlar” gibisiniz!

TRT’nin dijital platformu Tabii’de yayımlanan “Cihangir Cumhuriyeti” dizisini izledim.

Bana düşündürdüklerini yazmaya geçmeden önce iki not düşerek başlamak isterim.

Birincisi; dizinin senaristi Akın Aksu, bir yıldan fazla bir süre önce bu proje gündeme geldiğinde Kutsal Motor ekibinden Zeynep Ocak’a kendisini eleştirdiği için nefret kusmuş, tehdit mesajları göndermişti.

Akın kardeşim, kendin bir mahalleyi eleştiren, hatta aşağılayan bir metin kaleme alırken, insanları seni eleştiriyor diye tehdit etmek iş midir? Akıl kârı mıdır? İnsanın kendinin farkında olması belki de erdemlerin en yücesi… Öyle değil mi?

İkincisi; ben bu yazıyı bir yıl öncesine kadar aralıklarla toplamda 16 yıl Cihangir’de yaşamış bir eski Cihangirli olarak yazıyorum. Bilinsin isterim.

Gelelim Cihangir Cumhuriyeti dizisine… Beş bölüm izledim, ki ‘izlemeden yazmış’ demesinler. Toplamda zaten 10 bölüm olduğuna göre herhâlde yeterlidir deyip bıraktım.

Bıraktım çünkü çok ama çok sıkıldım. Öyle bugünlerde ‘sıkıntı yok’ kalıbıyla yer ettiği gibi bir sıkıntı değil ama bu… Bildiğiniz sıkıldım.

Dizi ne anlatıyor, ne anlatmak istiyor, bir insan -benim gibi yazı yazma arzusu dışında- bu diziyi niye izler… Anlayamadım.

Bir konusu yok. Hikâyesi yok. Akışı yok.

Evet, bazı tipler var. Yılgın ve mutsuz yaşlı Frankofon entelektüel… Geldiği yerden utanan yeni yetme yönetmen… Eski muhafazakâr mahallesini terk eden fakat yeni mahallesinde de bir türlü kabul edilmeyen “dönek” yazar… Kendinden yaşça küçük aktörlerle sevgili olan kadın galerici… Yalnız kalamadığı için sevgili değiştiren, magazin malzemesi alkolik genç “jön”…  Eski tüfek, kavgacı, herkese öfkeli yaşlı, tekaüt yönetmenler… Yogacılar… Falcılar… Spiritüeller… Berbat çağdaş sanatçılar…

O tiplerden Cihangir’de var mıdır, elbette vardır. Hayatın başka yerlerinde, mesela Niştantaşı’da, Bebek’te de var mıdır? Eh, oralarda da vardır.

Şimdi ben de kalkıp desem ki, dizide anlattığınız gibi “başörtülü anasından utanan insan sayısı yeni muhafazakâr sermaye içinde Cihangir’de olduğundan fazladır”, çok da boş ve mesnetsiz bir önermede bulunmuş sayılmam sanırım. Ama bunu niye söyleyeyim ki? Amacım ne yani? Nereye varmak istiyorum? Birilerini rencide etmek dışında nasıl bir amaç taşıyorum?

Dizi de işte böyle, bir mahalleyi anlamsız bir sosyolojik kalıba sokmak istiyor ama insanların özel hayatlarına dair birtakım saldırılar yapmanın ötesine geçemiyor. Bir bağlam, bir fikir ortaya koyamıyor.

Bir şey söylese, bir derdi, bir önermesi olsa, insanda öfke veya ne bileyim bir başka duygu yaratsa amenna… Nefret bile etsem hakkını teslim edeceğim ama yok. Hiçbir şey söylemiyor.

Sahiden de Cihangir’in neredeyse tüm mekânları kullanılarak çekilmiş sahnelerde birilerini parmakla işaret ederek “Bakın, işte bunlar böyle tipler” demenin ötesine geçemiyor. “Böyle tipler” derkenki yöntemi de tamamen o insanların yaşam tarzıyla ilgili detaylara boğmak izleyiciyi. Çok içermiş de, kart zamparaymış da, “altına işermiş” de…

Onun dışında da bazı karakterlerin lümpenliklerini ortaya koyacak birkaç boş aforizma… Bağlamsız şekilde bölümlerin içine serpiştirilmiş, öylece havada duruyor.

Sanki Akın Aksu arkadaşımız Cihangir’de birilerine öfkelenmiş, oturmuş bilgisayarının başına “Siz böylesiniz, bir de böylesiniz, bir de böyle böylesiniz” diye yazmış da yazmış. Yazarken de “Ben bunu niye yazıyorum; izleyiciye ne anlatmak istiyorum” diye hiç düşünmemiş.

Haydi o yazmış; birileri de “Aaa, dur. Biz de tam bu zamanda aynı böyle bir şey arıyorduk” demiş, anlı şanlı oyuncular oynatmış, tomar tomar para harcamış, ortaya koskoca bir prodüksiyon çıkarmış. Ne için? Amaç ne? Bilemiyoruz çünkü dizi bize bu konuda bir şey söylemiyor.

Yaratılan tipler “karikatür” bile değil… Sıradan, vasat, dediğim gibi muhafazakâr mahalleyi anlatsan başka türlüsünü, iş dünyasını anlatsan başka türlüsünü, ne bileyim oto sanayiyi anlatsan başka türlüsünü bulabileceğin tipler…

Hâl böyle olunca amaç da hâsıl oluyor. Belli ki maksat bir sektörü -Cihangir Cumhuriyeti’nde özellikle sinema ve dizi alanına vurgu var- etiketlemek. Nedir o etiketler: İşte; bunlar içki içiyorlar, depresyondalar, aslında entelektüel de değiller, aşağılık kompleksine sahip insanlar, cinsel açıdan sapkınlar vs…

Yani aslında Cihangir üzerinden dizi ve film sektörünü bir şekilde “ifşalamak” ve halkın da bu “ifşayı” bir tür “voyeur” bir dürtüyle gözlemesini ummak…

Yahu halk o insanları artık Instagram’dan Twitter’dan takip ediyor zaten. Kimin ne olduğunu, ne olmadığını sizden iyi biliyor. Sapığını, genç kadın düşkününü DM’den ifşalıyor. Alkoliğin gece yarısı story’sini görüyor. Kıskancın gala sonrası rakibi “boklamasını” Twitter’dan okuyor… Dizide anlatılmasına kimsenin ihtiyacı yok ki…

Lakin siz böyle bir işi Ayşe Barım’ın tutuklanmasından sonra yayınlarsanız işte orada mesele başka bir hâl alıyor.

Diziyi aylar önce çekmiş olsanız bile yayın için böyle bir zamanı tercih edince yaptığınız “kötü bir iş”ten çıkıp ideolojik bir aygıta dönüşüyor.

Ne acayip ki, Türkiye’de kimse mesleğine sahip çıkmıyor. Cihangir Cumhuriyeti gibi bir yapımda anlı şanlı isimler yer alıyor; Ayşe Barım’ın ardından sektörden bir Allah’ın kulu da çıkıp “Bu kadın ne suç işledi” diyemiyor; memlekette herkes bir korku duvarının ardına saklanmış, “ya işsiz kalırsam” endişesiyle kafasını bile uzatamıyor.

Yahu bu ülkede üç senedir futbol hakemlerini taraftarından yöneticisine, siyasetçisinden spor yorumcusuna kadar herkes sabahtan akşama aşağılıyor, hakaret ediyor, yerden yere vuruyor; bir hakem de çıkıp “Yeter ama artık onurumuzla gururumuzla oynadığınız” diyerek istifa edemiyor; hatta o hakaretlere açtıkları davalardan kendilerine yeni bir ekmek kapısı yaratıyor.

Onur, gurur, ar, haysiyet… Bunlar hep Mars’ta mahalle isimleri olmuş. Evet, çürüyor bu toplum ama başka türlü. Daha içten… Daha kökten…

Velhasıl Cihangir’de çok düzgün insanlar tanıdım. Hatta bugünün muhafazakâr camiasından çok ünlü isimlerle de vaktiyle Cihangir’de başladı arkadaşlığımız.

Cihangir’de çok boş ve lümpen insanlar da tanıdım. Çünkü hayat böyledir. İnsanın olduğu her yerde iyiler ve kötüler bir aradadır.

Bu ülkede sanat dünyasının, şehirli orta sınıfların lümpenliğinin eleştirisine sahiden ihtiyaç var. Cihangir Cumhuriyeti gibi postiş işler ise bırakın lümpenlik eleştirisi yapmayı bizzat lümpenliğin orta yerinde duruyor gibi görünüyor.

Mahmut Fazıl’ın Uzak İhtimal’i, Yozgat Blues’u… Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi… Sığlığa, çiğliğe bulanmadan iyi sinema yapmak her mahallede mümkün.

Son olarak, düşündüm de; bana beş bölümde sadece başı kapalı ve köylü annesiyle Cihangir’de insan içine çıkmaktan korkan tip dokunmuş.

ODTÜ’de Sema diye bir arkadaşım vardı, türbanlı… Evrim teorisine karşı çıkan görüşleri nedeniyle sınıfın “sekülerleri” tarafından hor görülür gibi olunca inadına Sema’ya destek vermiştim. Böyle yapınca Sema da beni “kendi mahallesinden” sanmış, aslında hiç öyle olmadığımı anlayınca daha bir sevmişti. Ben de onu…

Sonra türban yasakları ODTÜ’de bile ağırlaştı, Sema eğitimine yurt dışında devam etmek zorunda kaldı. Biz de her gün okul kapısına türban eylemine destek vermeye gittik.

On sekizimde ODTÜ’de Sema’nın yanında durmaya korkmadım, kırk beşimde türbanlı anamdan utanacağım, öyle mi!

Muktedire itiraz etmek bir insanlık hâlidir. Bir duruştur. Gücü arkanıza alıp zayıf düşene vurmaya başladığınızda siz siz değilsinizdir.

Yarın devran döndüğünde yeni muktedirin de karşısında duracağını bilir insan. Bilmelidir. Erdemden ancak böyle söz edilebilir.

Keşke Cihangir’le cisimleştirdiğiniz o “mahallenin” saltanatı zamanında okusaydık, izleseydik böyle eleştirileri… O zamanın muktedirleri o saltanatın karşısında değil de arkasındayken…

Güçlüyü arkanıza alıp insanların yaşayış biçimlerine, alışkanlıklarına, inanç ve düşüncelerine laf ederseniz eskilerden “birilerini” düşürürsünüz akıllara…

Cihangir Cumhuriyeti dizisine bakıyorum, bir vakitler plaja gelen türbanlılara “Ayaklar baş oldu, bunlar da her yere gelmeye başladı” diyen ve kendini bu toplumun sahibi sanan o insan geliyor gözümün önüne.

Yok ki bu ikisinin birbirinden farkı…

Üzgünüm, şimdi siz de artık “onlar” gibisiniz!

Eray Özer kimdir?

Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.

Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.

Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.

Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Çok kutuplu dünyamızdan casusluk hikâyeleri

Ukrayna istihbaratının en üst düzey isimlerinden biri Rus ajanı olma suçlamasıyla yakalandı. Hemen akabinde Wall Street Journal, Rusya’nın Avrupa’da suikast, sabotaj ve uçak düşürme saldırıları için yeni bir istihbarat örgütü kurduğunu iddia etti. Dünya çalkalanıyor

Elon Musk’tan OpenAI’a 97,4 milyar dolarlık teklif: Şeytana pabucunu ters giydiren bir plan!

Elon Musk, OpenAI’a 97,4 milyar dolarlık bir satın alma teklifi yaptı. Piyasalarda önce değer düşük bulundu, sonra anlaşıldı ki Musk’ın planı başka: Yapılan teklif bildiğimiz OpenAI Inc.’e değil, OpenAI’ın kâr amacı gütmeyen yan kuruluşuna. İşte Musk’ın şeytana pabucunu ters giydirecek planı…

Olan çocuklarımıza değil, bizzat bize olacak

Tüm zamanların en sıcak ocak ayıydı. Üstelik gezegenin soğuması beklenen La Nina zamanında. Küresel ısınma 1.5 dereceyi geçti, 2 derece üst sınır hedefinin imkânsız olduğu dile getirildi. Yani görünen o ki, büyük felaketler sadece çocuklarımızın değil bizzat bizim de başımıza gelecek.

"
"