Sıkı bir fırça atmayı da ihmal etmedi. Üstelik yaşlı kıtanın bağrından çıkan “ifade özgürlüğü”, “bireysel haklar”, “demokrasi” gibi entelektüel kavramları Avrupalı mevkidaşlarının kafasına kafasına fırlatarak yaptı bunu.
Kuzey Amerika’nın Apalaş Dağları’nda geçen ezik çocukluğunu Hollywood’a satarak ünlü olan çiçeği burnunda gürbüz başkan yardımcısı, ultra-milliyetçi faşist partilerin yalan yanlış bilgilerle bezenmiş berbat düşüncelerini diledikleri gibi yayma isteklerine sansür uygulamakla suçladı Avrupa’yı.
“İfade özgürlüğüne saygı göstermiyorsunuz. Demokratik davranmıyorsunuz. Sizin gibi düşünmeyenlerin düşüncelerini engellemeye çalışıyorsunuz. Sansürcüsünüz. Yasakçısınız. Demokrasi düşmanısınız” dedi.
Avrupalılar besbelli bu kadarını beklemiyorlardı.
Önce afalladılar, sonra kekelediler, sonra tepki verirmiş gibi yaptılar. Lakin aslında öfkelenmeye bile vakitleri olmadı.
Onlar ne olduğunu anlayamadan ABD’nin başkan yardımcısı JD Vance, Münih Güvenlik Konferansı’ndan eve dönüş yolunu tutmuştu bile.
Aynı sıralarda yine Amerika’dan Küba asıllı ve fakat Çin düşmanı dışişleri bakanı Marco Rubio Suudi Arabistan’a doğru yola çıkmıştı. Rus meslektaşıyla Ukrayna’nın geleceğini konuşmaya gidiyordu ve Avrupalılar bırak kendilerine, bizatihi Ukrayna’ya bile bu konuda fikrinin sorulmamasının ne anlama geldiğini algılamaya çalışıyordu.
Tüm bunlar bir haftada oldu bitti ve bir haftanın ardından geriye kıta geneline yayılmış kafası karışık siyasetçiler ile “Amerika tarafından terk edildik” minvalinde onlarca gazete başlığı kaldı.
Birkaç gün önce Le Monde “Trump’ın Amerika’sı Avrupa Demokrasisi İçin Bir Tehdittir” başlığını atarken Avrupa liderlerini bir an önce yaşadıkları şoku atlatıp harekete geçmeye çağırıyordu.
Evet, yol bitmişti.
Dünya nüfusunun yüzde 7’sini oluşturan, üretimin dörtte birini üstlenen, buna karşılık tüm dünyadaki sosyal harcamaların yarısını tek başına gerçekleştiren Avrupa için refah toplumu günlerinin sonu gelmişti.
Ekonomisi başta Çin olmak üzere Uzak Asya’dan çok sağlam silleler yiyen, silahlanma yarışında gerilerde kalan, bırakalım küresel ittifaklar geliştirmeyi kendi içinde bile görüş ayrılıklarının önüne geçemeyen yaşlı kıta etliye sütlüye bulaşmadan ancak buraya kadar gelebilmişti.
Arkasına gizlendiği Kuzey Atlantik ittifakında Atlantik’in öte yanındakinin oyunbozanlık etmesiyle birlikte takke düşmüş, kel görünmüştü.
Yüz yılı aşan tarihleriyle ezberimize kazınan anlı şanlı medya organları kıtanın liderlerinden acil çözüm talep eden baş yazılar kaleme almaya başlamış, İngiltere ve Fransa’dan nükleer güçleriyle kıtaya koruma kalkanı oluşturmalarını talep etmeye girişmişlerdi.
“Medeniyet”in bu kadar kırılgan olduğunu bizler de tahmin etmiyorduk işin açıkçası.
Öyle ya, Doğu’dan gelen ilk göç dalgasıyla -üstelik birkaç milyonu Türkiye tarafından absorbe edilmesine rağmen-, sadece birkaç yüz bin “yabancı”nın aralarına karışmasıyla un ufak olacak bir politik ajandayla yola çıkmış olmamalıydı “medeniyet.”
Yaldızlı cümlelerle, şaşalı Brüksel resepsiyonlarında tariflenen “Avrupa demokrasisi” silik liderler ve üç-beş ay sonra yorgun düşen koalisyonlardan müteşekkil bir siyasal sistemdiyse biz hangi Kopenhag kriterlerinin hayallerini kurmuştuk yıllar boyunca?
Tıpkı kendi evlatlarını yemeyi alışkanlık haline getiren bazı devrimler gibi, Thatcherizmle vücut bulan neoliberal rüya da 45 yıl sonra kendi çocuklarını afiyetle tüketmek üzere turuncu kafalı, elinde diyet kola kutusuyla bir emlak milyarderi formunda çıktı Avrupa’nın karşısına.
Şimdi Avrupa’nın bir muhasebe yapması gerekiyor.
Ne oldu da kültür politikaları toplumsal dönüşümü bir türlü sağlayamadı?
Ne oldu da her türden “öteki”nin kendi otantizmi içinde kabullenilmesini öngören bir demokrasi anlayışı birkaç yüz bin Suriyeli göçmenle karşılaşınca “error” verdi?
Tek bir doğrunun olmadığını, farklı doğruların bir arada ve aynı anda mümkün olabileceğini tarif eden postmodern anlatı, ne oldu da faşizan düşünce öbeklerinin kendilerini bu çeşitliliğin içine gizleyerek yeşermesine yol açtı?
Avrupa’nın kendini dünyanın geri kalanından yalıtarak içine sığındığı sınırlar nasıl oldu da kıtanın ekonomi ve teknoloji yarışında geride kalmasına neden oldu?
Türkiye gibi Müslüman bir ülkeyi içine alarak genişleyebilecek ve çokkültürlülük söylemine sahip çıkabilecekken nasıl oldu da yaşlı kıta bırakın Müslüman coğrafyasını Çin’den, Hindistan’dan, Güney Kore’den bile bu kadar uzak kaldı?
Sadece ABD’nin gölgesi olarak sürdürülen uluslararası ilişkiler Avrupa’yı nasıl bu kadar yalnızlaştırdı?
Sağın yükselişi uzun yıllardır görülmesine rağmen neden sığ popülizme alternatif bir siyasal dil ve pratik karşılığı olan somut uygulamalar geliştirilemedi?
Bu muhasebeyi yapmadan, sadece Trump’ı suçlayarak dövünmek Avrupa’yı belli ki bir adım daha ileriye götürmeyecek.
Rusya ve göçmenlerden korkarak iyice kabuğuna çekilen bir Avrupa senaryosu ise sadece onları değil, tüm dünyayı olumsuz anlamda etkileyecek.
Milan Kundera’dan bir alıntıyla bitirmek isterim:
“Ortaçağ’da Avrupa birliği, din ortaklığına dayanıyordu. Modern Çağ’da din, yerini Avrupalıların kendilerini tanımladıkları, kendilerini buldukları, kendileriyle özdeşleştirdikleri yüksek değerlerin gerçekleştirilmesi olan kültüre (sanat, edebiyat, felsefe) bıraktı. Oysa bugün kültür de yerini terk ediyor. Ama neye ve kime? Avrupa’yı birleştirebilecek yüce değerlerin gerçekleşeceği alan nedir? Teknik ilerlemeler mi? Pazar mı? Demokrasi ideali taşıyan, hoşgörü ilkesine dayalı siyaset mi? Ama artık hiçbir zengin yaratıyı, hiçbir sağlam düşünceyi koruyamıyorsa bu hoşgörü, boş ve yararsız hale gelmiş olmuyor mu? Ya da kültürün el ayak çekmesi insanın kendini rahatlıkla teslim edeceği bir çeşit kurtuluş olarak algılanabilir mi? Bilemiyorum. Sadece kültürün, yerini çoktan terk ettiğini bildiğime inanıyorum. Böylece, Avrupa kimliği imgesi geçmişte kalıyor. O halde Avrupalı nedir? Avrupalı yoktur yahut Avrupalı, Avrupa özlemi çekendir.”
Kundera ta 1986’da kaleme aldığı bu satırlarda Avrupa’nın demokrasi ideali taşıyan hoşgörüsünün aslında neoliberalizmin etkisiyle nasıl da boş ve yararsız bir hale dönüştüğünü anlatıyor bize.
Tam olarak Kundera’nın 40 yıl önce ustalıkla sezdiği gibi oldu.
Kültür ve bilgi yerini -her şeyin, hislerin ve düşüncelerin bile pazara endeksli bir ürüne dönüşmesiyle- boş ve yararsız bir hoşgörüye bıraktı.
Bugün Avrupa bir coğrafyanın yahut bir idealler birliğinin değil, başarısız bir projenin adı sadece.
Ne yazık ki böyle…
İyi haftalar.
Eray Özer kimdir?
Eray Özer ODTÜ'de psikoloji okudu, sosyoloji hatmetti. Akabinde Bilgi Üniversitesi'nde yüksek lisans, Anadolu Üniversitesi'nde ise tez aşamasına takılan bir doktora ile akademik hayattan bir türlü elini eteğini çekemedi. Hatta iki yıl boyunca Kadir Has Üniversitesi'nde sosyoloji dersleri verdi.
Meslek hayatına Radikal Gazetesi'nde başladı, kısa süreli televizyon haberciliği deneyiminin ardından Doğuş Dergi Grubu'nda devam etti.
Son olarak ise Cumhuriyet hafta sonu eki Sokak'ı çıkaran ekipte yer aldı. Radikal, Birgün, Cumhuriyet ve Diken'de yazdı.
Yaklaşık dört sezondur devam eden bir podcast içeriği hazırlıyor. Buzdolabının tarihinden Yapay Zekâ'ya, Roman halkının hikâyesinden Kayıp Kıta Mu'ya birbirinden farklı konular hakkında hiç bilinmeyenlerin anlatıldığı "Yeni Haller" ismindeki podcast yayınına Spotify'dan veya tüm podcast uygulamalarından ulaşabilirsiniz.
|