Anlaşıldı, eğer bir çatışma bölgesinde değilsem, siyasal olayların gergin yürüdüğü bir bölge ya da kente yollanmadıysam ben gazeteci olarak beş para etmezmişim…
Anlaşıldı, Cumhuriyet’teyken İlhan Selçuk beni Paris’e, New York’a, Londra’ya değil de uçaklardan bombaların düştüğü; sokaklarda, dağlarda silahların patladığı; kavşaklarda, vadilerde keskin nişancıların pusuya yattığı, en azından siyasal gerilimin “ip koptu kopacak” noktasına ulaştığı Kabil, Bağdat, Basra, Kerbela, Belgrad, Kosova gibi kentlere sevmediğinden değil ancak oralarda işe yarayacağımı anladığından yollarmış.
Beş gündür New York’tayım. Tadını çıkara çıkara geziyorum. Ama yorgun argın kaldığım yere dönüp bilgisayar başına çöktüğümde ekran bana bakıyor, ben de ekrana…
Mesela dün Metropolitan Müzesi'ne daldım ve bütün günümü orada geçirdim. Üstelik 250’ye yakın salonundan sadece dördünü gezdim ve bütün günüm orada geçti.
Firavunlar çağı Mısır’ının -Mısır’da bile görmediğim- zenginlikteki kalıntıları arasında dolanmak iki saatımı aldı.
Mezopotamya uygarlıklarının (Babil, Akat, Sümer) günlük yaşamlarından kültürlerine, dinsel ritüellerine kadar çok zengin bir bilgi hazinesi içinde de birkaç saat geçti.
Sonra da Avrupa’nın modern çağ ressamlarının yeraldığı içiçe geçmiş yedi sekiz salona daldım. Cezanne, Manet, Monet, Renoir, Pisarro, Degas gibi bildiklerime hiç duymadığım ama tabloları karşısında çakılıp kaldıklarım da eklendi. Müzenin kapanma saatını haber veren anonslar olmasa herhalde geceyi de o salonlarda geçirirdim…
İyi de bütün bunları ben T24 okuruna nasıl aktarırım; ne yazarım?
* * *
Ya da bugün (Cuma) neredeyse yarım günüm “New York metrosunda kaybolma ve yolunu bulamama” oyununa kurban gitti. İşi inada bindirdim, gideceğim yere beni ulaştıracak metro hattını kendim bulacağım dedim ve bulamadım ve koca kentin altındaki karanlık labirentlerde doğudan batıya, kuzeyden güneye gittim geldim, gittim geldim.
Eeee?
Bunu anlatıp kendime “Aydın Engin sen de az salak değilmişsin haaa” mı dedirteyim?
Gerçi bazı meslektaşları hatırlıyorum. Yazılarında bir punduna getirip “42. Cadde ile 29. Sokağın kesiştiği köşede inanılmaz lezzette ballı kurabiyeler yapan bir minik cafe vardır. Orada her sabah bir fincan sütlü kahve eşliğinde…” diye cümleler sokuşturuyorlar… Ya da “Brooklyn’de, Church Aveneau üstündeki barda, barmen Ellis’e bir kere içkini ısmarla, altı ay sonra git ne istediğini sormadan içkini önünde bulursun…” filan diye hava basarlar…
I-ıh…
Bunlar beni aşıyor arkadaşlar… Turistik geziden gazete yazısı çıkarmak benim yeteneklerime sığmıyor.
O yüzden New York’tan yine sade suya tirit bir yazı ile yetineceksiniz.
Bir daha da yazar mıyım?
Valla, billa bilmiyorum…