05 Mayıs 2019

Gezegenimiz: Yaşanan kıyamet ve yaklaşan felaket

“Ekososyalizm, ekolojik düşünceyle sosyalist (Marksist) düşüncenin kaynaşmasıyla ortaya çıkan radikal bir alternatif"

“Doğa insanın ölmemek için, kendisi

ile sürekli bir süreç sürdürmesi gereken 

bedenidir. İnsanın fizik ve entelektüel yaşamının

doğaya sıkı sıkıya bağlı olduğunu söylemek,

doğanın kendi kendine sıkı sıkıya bağlı

olduğunu söylemekten başka hiçbir anlama

gelmez, çünkü insan doğanın bir parçasıdır”.

(Karl Marx, 1844 Elyazmaları)

Netflix’te yayımlanan Gezegenimiz (Our Planet) başlıklı belgesel serisi bu ara epey konuşuluyor. İklim değişikliğinin dünyanın çeşitli coğrafyalarında var olma savaşı veren canlılara yaşattıklarının anlatıldığı seri, (denize ulaşma ümidiyle kayalıklardan atlayan deniz aygırlarının hikâyesinde olduğu gibi) insanın içine suçlulukla yüklü bir acı bırakıyor. Bütün bunların sorumlusu biziz, bizim türümüz. Bindiğimiz araba, kullandığımız deodorant, açık bıraktığımız ampuller.

WWF (World Wildlife Fund) işbirliği ile çekilen bu serinin amacı da zaten böyle bir farkındalık yaratmak. Bizden çok uzakta, bizim yüzümüzden gerçekleşen dramları görmemizi, gündelik hayatımızda daha dikkatli olmamızı ve en azından vakfa yardımda bulunmamızı bekliyorlar. Ama sormak gerekiyor: Bu iş bu kadar basit mi gerçekten?

Faili doğru düzgün işaret etmeyen ekolojik girişimler, var olan felaketi meşrulaştırmak dışında bir işe yaramıyorlar ne yazık ki. Oysa fail apaçık ortada: kapitalizm. Michael Löwy ile Joel Kovel’in birlikte kaleme aldıkları Ekososyalist Manifesto bu konuda açık bir tablo çiziyor. Dünyayı ekolojik bir felaket noktasına getiren, tekil insanlar değil, kapitalist sistem. Karbon bazlı üretimin de, su kaynaklarının delicesine israf edilmesinin müsebbibi de kapitalizmin “ya büyü ya öl” düsturu: “Sermayenin canlı bir varlık olmadığı malum. Sermaye daha ziyade insanların vücutlarını ele geçiren, onları ekolojik bütünlüğe zarar vermeye zorlayan, kendi kendine çoğalan yapılar geliştiren ve dev kuvvet alanını kutuplaştıran kanser yapıcı bir virüsün başlattığı türden ilişkilere benzer. Ekosistemleri, sermaye gibi yaşayan insanlar, sermayenin kişileşmiş halleri haline gelmiş olan insanlar tahrip eder”(Joel Kovel, Doğanın Düşmanı, çev. Gürol Koca, Metis Yayınları, 2005).

Plansız ekonomi ve rekabetle hareket eden kapitalizm, büyümesinin önüne herhangi bir engel çıkartılmasına izin vermez. Bu gezegenin ve insanlığın yok oluşu olsa bile: “Sermayenin karlılık rejimi daimi bir istikrarsızlık ve huzursuzluk rejimidir. Yönetici sınıfta bile hiç kimse kendini sürekli kanıtlamadığı sürece 'yönetemez'; CEO şirkete kar sağlamakla yetinmemeli, çok daha önemli bir şey yapmalı, yani kar oranını artırmalıdır, yoksa hemen kenara itiliverir. İnsan elindekiyle yetinemez, onu sürekli artırmaya çalışmalıdır. Kapitalist için büyüme hayatta kalmayla eşanlamlıdır” (Kovel, a.g.e.).

Kapitalist sistem, büyük ekolojik katliamlara birebir sebep olsa dahi, kendi meşruluk zeminini, yine sistem içerisinden üretebilir (BP gibi), bütün suçu ise sıradan insanlara atmaya devam eder. Örneğin, 1984 senesinde Hindistan’ın Bhopal şehrinde Union Carbide şirketine ait pestisit tesisinden sızan 46.3 ton metil izosiyanit gazının, sekiz bin kişiyi anında, on bin kişiyi ise sonraki birkaç ay içinde öldürdüğü katliam. Onarılmamış kazanlar, insanüstü çalışma saatleri ve çok işi az işçiye yaptırma gayreti nedeniyle gerçekleşen katliamdan yakasını sıyırmayı başaran şirketin hisseleri bir anda artmış, sonrasında ise yeni ortaklıklar kurarak faaliyetini 168 ülkeye yaymıştı. Şirket karşısına çıkan her türlü “aksilik”ten kazançlı çıkmayı başaracağını kanıtladığı için kapitalist sistem içerisinde ödüllendirilmişti. 

Zorunlu olarak büyüme ve rekabet odaklı, genişlemeci ve yıkıcı bir sistem olan kapitalizm, var olan ekolojik krizin sorumlusudur ve bu soruna bir çözüm bulma ihtimali mantık dışıdır. Bu nedenle ülkeler arasında on yıllardır süren görüşmeler sürekli sonuçsuz kalmaktadır. Bu nedenle ekolojik duyarlılıkla 22 Nisan’ın Dünya Günü ilan edildiği 1970’ten bugüne petrol tüketimi 46 milyon varilden 99.5 milyon varile, kömür tüketimi 2.2 milyar tondan 7.5 milyar tona, motorlu taşıt sayısı 246 milyondan 1 milyarı aşkın bir rakama çıkarken; hava trafiği altı kat, kağıt sanayiinde kullanılan ağaç miktarı iki kat, avlanan balık sayısı iki kat artmıştır.  

Böyle bir tablo içerisinde WWF ve Greenpeace gibi kuruluşların işlevini Kovel şöyle açıklamaktadır: “Zenginler, çelişkileri yumuşatmak için vakıflar kurar, ki bu vakıflar her şeyden önce zenginin zengin olmasını sağlamış kurumlardır ve sermayeye devlet ne kadar uzaksa o kadar uzaktırlar. Vakıf da devlet gibi, daha evrensel bir çıkarı ifade etmede nispeten özgürdür ve bazıları (...) marjinal, radikal tasarılara bile destek verebilirler. Gelgelelim, bütün olarak ele alındıklarında, vakıfların temel işlevi toplumu devirmek değil, rasyonalize etmektir” (a.g.e.). Bunun da ötesinde, bu kuruluşların doğayı sömüren şirketlere bir tür PR hizmeti sunduğu da biliniyor. Green Is The Colour of Money belgeselinin aktardığı gibi Greenpeace Kanada eski başkanının kerestecilik, Avustralya eski başkanının madencilik, Norveç eski başkanının da balina endüstrisi alanında, Greenpeace’te çalıştıkları sırada ilişki kurdukları şirketlerde, çalışmaları birçok şeyi açıklıyor. Tıpkı WWF’nin İspanya şubesinin onursal başkanı Kral Juan Carlos’un Afrika’da fil avladığının açığa çıkması gibi.

 Yaratıcılık ve inovasyon sözcüklerini arşa çıkaran yeni kapitalizmin, her gün yeni bir şahane ürünle karşımıza çıkmasına rağmen, mesele insanlığa dair değişim değeri dışında kalan meseleler olunca ne kadar tutucu, geri kafalı ve değişime kapalı olduğunu görüyoruz. Üstün teknolojik yeniliklerin ekolojik duyarlılıklarının sadece bir pazarlama hamlesi olarak kaldığı, teknolojinin rotasının gezegenin ve insanlığın asli sorunlarına yöneltilmediği açık.

Evet, Our Planet bize görmek istemediklerimizi gösteriyor. İnsanlık olarak türlü felaket senaryoları yazmaya, yazılanları yorumlamaya çalışırken, birçok tür hâlihazırda kendi kıyametini yaşıyor. Bu kıyametler, var olan sistemin çözebileceği sınırın çok ötesinde. Radikal çözümlerin dünyanın ve canlıların imdadına yetişebileceği bile kuşkulu. Ancak, insanlığın kurtuluş mücadelesiyle ekolojik mücadeleyi birleştirmekten başka şansımız yok. 

Löwy’nin dediği gibi “Ekososyalizm, ekolojik düşünceyle sosyalist (Marksist) düşüncenin kaynaşmasıyla ortaya çıkan radikal bir alternatif. Temel önermesi şudur: (…) Gezegenin temel ekolojik dengeleri, sisteme saldırmadan kurtarılamaz; doğanın savunusu için verilecek mücadeleyle toplumun dönüştürülmesi için verilecek mücadele birbirinden ayrı düşünülemez”.

Yazarın Diğer Yazıları

CNN Türk boykotu işe yarar mı?

CHP’nin boykot kararını iktidarın sözünü güçlendirmeme hamlesi olarak da okuyabiliriz. Geç kalınmış bir karar olsa da, bu davet boykotunun CHP’lileri aşan bir kapsama erişmesi, CNN Türk’ün medya alanındaki temel işlevini faş eden ve bunu kadükleştiren bir etki yaratacaktır

Şehir, BİSAV ve üzgün İslamcılar

Sanırım, Şehir Üniversitesi’ne ve ardından BİSAV’a bu şekilde el konulması, AKP’nin "kültürel iktidar olamadık" yakınmasının ardında herhangi bir kültür politikasının olmadığını herkese açık şekilde göstermiştir

Bir gösteri olarak "tartışma" programları

Bu programlarda birçok şeyin olduğunu, ancak tartışmanın olmadığını söyleyebiliriz. Ülkenin mevcut vaziyetinde bu programların işlevi, kamuoyunu ilgilendiren meselelerin gerçekten tartışılması değil, iktidarı ilgilendiren meselelerin ne kadar hayati veya doğal olduğunun kanıksatılması

"
"