14 Nisan 2019
Peyami Safa’nın romanı Fatih-Harbiye, bugüne kadar Türkiye tarihini açıklama çabasında önemli bir karşılaştırmayı, hatta karşı karşıya getirmeyi ifade ediyordu. Fatih’in mütedeyyin, yerli ve milli yapısının karşısına Harbiye’nin batıcı, alafranga, seküler kimliği koyuluyor, bütün bir tarihin bu iki simgenin mücadelesinden oluştuğu iddia ediliyordu. Ancak AKP’nin iktidar deneyimiyle işler biraz değişti. Artık Fatih ile Harbiye’nin değil Fatih ile Başakşehir’in karşılaştırılması acil bir sosyolojik ihtiyaç olarak beliriyor!..
Fatih aynı Fatih değil tabii ki. İlçenin kendi dinamikleri, cemaatlerin işlevi, muhafazakârların hayat biçimleri oldukça değişti zaman içinde. Başakşehir ise, bir İslami yaşam alanı olarak 1990’ların ortasında yoktan var edildi. Geldiği yer ise, muhafazakârların iddialarından çok, seküler kodlarla bezeli bir zenginleşmenin düzenlediği bir yaşam oldu.
Sosyolog İrfan Özet, dört yıl boyunca Fatih ve Başakşehir’de yaptığı saha çalışmasının çıktısı olan Fatih-Başakşehir: Muhafazakâr Mahallede İktidar ve Dönüşen Habitus kitabında karşılaştırmalı bir panorama sunuyor bizlere. Özet’le çalışması, Fatih ve Başakşehir üzerine konuştuk.
Çalışmaya başladığınız dönemde, sahaya gitmeden önce tahayyülünüzde olanlarla sahada karşılaştıklarınız ne derece örtüştü?
Sahaya gitmeden önce sınırları net karşılaştırmalı bir çalışma vardı kafamda. Mahalle hayatının zengin, kendine özgü, yüz yüze geliştiği bir dünya ile site-kentin yabancılaştırıcı, mesafenin olduğu, ayrımların net bir şekilde çizildiği dünyası arasında net ayrımlar vardı kafamda. Bu anlamda mahalle yaşamını site-kent yaşamına bir alternatif olarak düşünüyordum. Ama alana girdikçe sosyal gerçeklerin ve kamusal deneyimin kafamdakinin tam tersi bir kulvarda gittiğini gördüm. Fatih’in kendine özgü ayrışmalara, mesafelere; Başakşehir’in ise kendi sınıfsal dokusundan hareketle belli başlı dışlamalara sahip olduğunu gördüm. Bu anlamda yer yer birbirine benzeyen, yer yer birbirinden farklılaşan bir hikâye çıktı karşıma. Bu hikâyeyi Fatih-Başakşehir örneğinde toparlamaya gayret ettim. Genel anlamda muhafazakârların sosyal ve siyasal düzeyde bir egemenlik deneyimi var. Bu deneyimi hem mahalle hem de site-kent boyutunda aramaya çalıştım.
Anlattığınız hikâye, Fatih’ten Başakşehir’e uzanan bir dönüşümü anlatmıyor sadece. Fatih’in kendi içerisindeki dönüşümü hakkında ne söylersiniz?
Tabii ki, mahallenin kendine özgü koşullarında dönüşen bir “habitus” da var. Neydi o habitus. 1950’lerde ivme kazanan taşranın kente göçü. Bu taşranın kente gelişiyle beraber, kentte varlık kazanan bir habitus var. Bu habitus öncelikle akrabalık ve hemşerilik düzeyinde, sonrasında cemaat düzeyinde sıkı dokulu ilişkilerin gelişmesiyle taşralı muhafazakârların kentte tutunmasında önemli bir arka planı oluşturuyor. Bununla birlikte taşralı muhafazakârların 2000 öncesi habitusu tabii ki sosyal kapanma teorisine uygun bir profil çiziyordu. İktidar alanlarının dışında kalan toplulukların kapanma pratikleri dinamizm ve sosyal hareketlilik kazanmaya dönük. Aynı zamanda dışlayıcı ve ayrışmacı reflekslerin çok fazla ön planda olmadığı, grubun merkezileşmesi ve bir arada bulunmasına dönük bir motivasyonlar var. Türkiye’nin modernleşmesi boyunca uzun bir dönem muhafazakârların çeperde yer alması aslında kentlerde oluşturdukları habitusu da şekillendiriyordu. Kentlerde ortaya çıkan bu habitus dini motivasyonlara dayanırken, merkez iktidarın kapsama alanı dışında kalan gruplara yönelik davetkâr bir dil kullanıyordu. Kapsayıcı bir kamusal iletişime sahipti. 2000 sonrası dönemde, yani iktidara sahip olunmasıyla birlikte bu habitusun da önemli oranda dönüştüğünü görüyoruz. Daha kapanmacı ve dışlayıcı bir profil ortaya çıkıyor. Egemen gruplara özgü refleksler, hem siyasal düzeyde, hem de gündelik yaşam alanlarında muhafazakârların dünyasında kendini gösteriyor. Ben de sahada bunun görünümlerine odaklandım.
Fatih gibi İstanbul’un birçok semtinde karşımıza çıkan simgeleşmiş bir habitus var muhafazakârlara dair. Bunun oluşumunun kökenleri nedir?
Fatih özelinde, 1930’larda kent plancısı Henri Prost’un Haliç kıyılarını endüstriyel kuruluşlarla donatma projesi kapsamında birçok fabrika Haliç’e kuruldu. Bu da büyük bir işgücünü taşradan bu bölgeye doğru çekti. Taşralı muhafazakârların Fatih’teki görünümlerinin arka planında yatan temel bu. Kırdan kente göç eden bu insanlar, Fatih’e bir yükseliş umuduyla geliyor. Aynı zamanda bölgenin yerel sakinleri olan gayrimüslimler ve İstanbul orta sınıflarının bu bölgeden ayrılmasıyla Fatih giderek muhafazakârlığın yaygınlaştığı bir lokasyon haline gelmeye başlıyor. Tabii bu insanlar geldikten sonra köylülük ve hemşerilik, sonrasında ise cemaat üzerinden bir ilişkilenme biçimi oluyor. 70’lerde İskenderpaşa ve İsmailağa cemaatlerinin yükselişi bir bağlamdadır. Daha da ötesinde Milli Görüş dediğimiz siyasal cemaatin de yine bölgede varlık kazandığını görüyoruz. Bütün bunlar Fatih’i oluşturan kapsayıcı ve dayanışmacı sosyal ağları ifade ediyor. Görüşmecilerim akraba ve köylülerinin yardımı olmasaydı, kent içerisinde bir yerlere gelmelerinin mümkün olmayacağını belirtiyorlardı özel olarak. Bazıları ise cemaatlerin bu noktadaki kilit öneminden söz ediyordu. Dolayısıyla bu tür patronaj ilişkileri mahalle içerisindeki habitusun üretiminde önemli. Bu sosyal ağlar sayesinde insanlar öncelikle kente tutunma, sonrasında ise piyasa hiyerarşisi içerisinde hareketlilik kazanma imkânlarına kavuşuyor. Millî Görüş’ün İstanbul’da güç kazanmasını bu şekilde anlayabiliriz.
Kitabınızda, yaygın muhafazakâr söylemin kapsayıcı yapısının aksine, Fatih’teki Kürtlere, Romanlara ve Suriyelilere yönelik nefret söylemine varan görüşmeci ifadeleri yer alıyor. Kürtler uyuşturucu satıcılığıyla özdeşleştiriliyor, Suriyelilerin kiraları düşürdüğü söyleniyor. Hatta Roman mahallerine yönelik “temizlik” çağrıları dahi yapılıyor.
Bu konuda mahalledeki dünyayı resmeden önemli bir alıntı yapmak istiyorum öncelikle: “Nüfusun kontrolsüz büyümesi eski Fatih’i tetikledi. Özellikle Suriyeli sığınmacıların akınıyla Fatih’e katma değer sağlayan, Fatih’in değerlerini yaşayan ve yaşatan insanlar süreç içerisinde buradan uzaklaştı. Suriye’de yaşanan iç savaş en çok bizim ilçemizi etkiledi”. Bunlar Fatih Belediye Başkanı Mustafa Demir’in sözleri. Burada sunulan tablo, Fatih’e yerleşmiş Suriyelilerle ilgili muhafazakârların pek de olumlu olmayan refleksini yansıtıyor. Gücü yeten muhafazakârlar şehrin daha varlıklı alanlarına taşınırken, yoksullar bu bölgelerden çıkamıyor. Bu da muhafazakârların Suriyelilere ve diğer dezavantajlı gruplara yönelik yer yer nefret söylemine varan tepkilerine neden oluyor. Muhafazakâr elitler her ne kadar farklı bir söylem üretse de tabandaki tepkiler üç aşağı beş yukarı bu tepkisel dilde varlık buluyor. Bunun dışında ayrıca egemenleşme deneyimi var. Fatih’te yaşayan muhafazakârlar egemenleşmenin özellikle psikolojik boyutunu gösteriyor. Görüştüğüm fabrika işçisi, ev hanımı insanların anlattıkları, mekânda yan yana yaşadıkları dezavantajlı gruplara yönelik dışlayıcı, negatif bir tablo sunuyor. Kendilerini merkeze koyarak, mekânın tek sahibi oldukları iddiasını taşıyorlar. Sosyal, kültürel ve siyasal olarak kendilerine benzemeyen unsurlara karşı dışlayıcı ve ayrımcı bir refleks geliştiriyorlar. Fatih’te yerleşikliği çok eskilere dayanan insanlarla da görüştüm ve şu ortaya çıktı: Muhafazakârların bu bölgeye geldiklerinde sergiledikleri pratiklerle, bugün dezavantajlı gruplara atfettikleri nitelikler birebir uyuşuyor. Her iki ayrımcılık da güce ve iktidara sahip olmak üzerinden şekilleniyor. Bu anlamda muhafazakârlığın kurucu eleştirilerinden birisi olan seküler prototipin benzeri bir prototiple karşılaşıyoruz bu söylemlerde.
Güçlü bir iktidar partisinin parçası olmanın mahalledeki muhafazakâr birey üzerindeki psikolojik etkisi nedir?
Parti dediğimiz ağın içerisinde yer almak insanlara büyük bir güç veriyor. Toplumun merkezinde olma hissi sağlıyor. Bu hisle mekanda yaşam hakkını en temelde kendinizden ibaret görme kibrine bürünebiliyorsunuz. Siyasal örgütlenmeler çalışmamda yer aldı, ancak temel derdim muhafazakârlıktaki dönüşümü gündelik yaşam alanları üzerinden anlamaktı. Siyasal örgütlenmelerin yarattığı dönüşümler özel olarak mutlaka çalışılması gereken bir alan bana kalırsa.
İslamcı hareket için önemli bir araç olan STK’ların dönüşümü nasıl bir seyir izledi bu dönemde?
Özellikle 80 sonrası dönemde İslami hareketin gelişmesinde STK’lar önemli bir faktör. Bu dönem İslami STK’lar daha çok “dava” bilinciyle özdeşleştiriliyordu. Ancak benim sahada gördüğüm STK gerçekliği siyasal ve toplumsal iktidar deneyimi ile birlikte STK’ların da bir yönüyle giderek profesyonelleşmesi ve kurumsallaşması iken arka planında STK’lara yönelik motivasyonların siyasal ya da kamusal düzeyde tanınma stratejileriyle kuşatıldığı gerçeğiydi. Necmi ismini verdiğim görüşmecinin bu anlamda anlattıkları çok önemli: “Ben dava adamı arıyorum, onlar ‘imkânlarım ne olacak, bana bir faydası olacak mı’ diye soruyor”. Sosyal ve simgesel sermaye edinimi bugün İslami STK’lara yönelişin temel motivasyonu haline gelmiş diyebiliriz.
Fatih’teki dayanışma örnekleri bölgenin tüm sokaklarına yayılacak kadar örgün bir halde. Dernekler, cemaatler, Kuran kursları, sohbet grupları şeklinde formlarla yürüyen bir ağ söz konusu. Başakşehir’e geldiğimizde ise buradaki dayanışma örnekleri daha resmi bir STK formu üzerinden ilerliyor. Burada faaliyet gösteren altmıştan fazla dernek ve vakıftan söz edebiliriz. Ancak Başakşehir örneği, STK’ların profesyonelleşmesi ve kurumsallaşması konusunda, Fatih’le kıyaslanamayacak bir örnek sunuyor. Fatih’teki informel örgütlenmeleri burada göremiyoruz. Site-kent dünyasının yabancılaştırıcı, mesafenin olduğu, herkesin bireyselliğine çekildiği yapısı Fatih’te olduğu gibi insanların yaşamlarının kılcal damarlarına kadar yayılabileceğiniz bir cemaat yapısına izin vermiyor. Fatih’teki yaygın örgütlenme ve komşuluk ağları sizin yaşamınızı gözetim altında tutuyor bir nevi. Mahalle baskısı diyebiliriz buna. Başakşehir deneyimi ise insanlara daha seküler bir yaşam imkânı sunuyor.
STK çalışanı bir görüşmeciniz, Başakşehir’de oturanlara, yardım ettikleri insanların fotoğraflarını gönderdiklerini, böylece vicdanlarını rahatlatmaya çalıştıklarını aktarıyor örneğin.
Fatih’teki yardımlaşma deneyimleri, sizin bizzat gündelik hayatta karşılaştığınız, iletişim kurduğunuz insanlar üzerinden gelişiyor. Kapı komşunuz bir yoksul olabilir ve ona yardım edebilirsiniz. Yardım etme deneyiminin çıktılarını bizzat yaşayabilirsiniz. Ramazan ayında verilen iftarlar örneğin, Fatih’in görünen bir yüzüdür. Ancak Başakşehir’deki STK’ların faaliyet alanları “dış dünya”nın sakinlerini kapsıyor. Bir iletişim oluşmuyor. Burada İslami dayanışmanın daha teknik bir hüviyete bürünmesi karşımıza çıkıyor.
Yarım kalan Selametköy projesiyle ve Başakşehir’in ortaya çıkış motivasyonları benzer. Ancak zaman içinde bu motivasyonlar yerini daha maddi gerçeklere bıraktı diyebilir miyiz?
Milli Selamet Partisi döneminde, 1970’lerde ortaya çıkan bir proje Selametköy. “homofili” dediğimiz, insanların kendi benzerleriyle bir yaşam kurması anlamına gelen kavramla açıklanabilir bu proje. Kendimize ait bir mekân kuracağız, kendi okullarımız, camilerimiz, kütüphanelerimiz olacak diye düşünüyorlar. Ancak 12 Eylül’le birlikte bu akamete uğruyor. Bu projenin yeniden hayat bulması Refah Partisi’nin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni almasıyla oluyor. İsmini partinin ambleminde yer alan başaktan alan Başakşehir, ilk önce partinin ileri gelenleri ve cemaatler tarafından büyük ilgi görüyor. Ancak, iktidara geçilmesiyle ve yeni lüks konutların inşa edilmesiyle beraber bu kültürel motivasyon, yerini sınıfsal motivasyona bırakıyor. Bu anlamda, Başakşehir’e yerleşmenin gerekçeleri, seküler kesimlerin Zekeriyaköy’e yerleşmeleriyle benzeşmeye başlıyor. Kentin kalabalığından, karmaşasından, yoksulluğundan uzaklaşmaya dayalı, mutena bir yaşam alanına kaçış refleksleri ön plana çıkıyor.
Bunu konutlar arasındaki, git gide büyüyen, fiyat farkından da anlıyoruz. İlk kurulduğu dönem 1 ve 2. etaplarda bir öğretmenin yaşayabileceği evler varken, iktidar deneyimi ile birlikte ortaya çıkan yeni etaplar ve lüks yaşam projeleri, bunu imkânsız kılıyor.
Bir görüşmecinizin aktardığı anekdot çok ilginç. Muhafazakâr bir koleje giden çocuğu küfür ettiği gerekçesiyle şikâyet edildiğinde baba “Benim çocuğum küfür etmez. Biz Metrokent’te (Başakşehir) oturuyoruz. Burada evler 800 binden başlıyor, aidatlar bile 300 lira” şeklinde bir savunma yapıyor. Muhafazakâr bir babadan daha farklı bir savunma beklerdik sanırım.
Kamusal alandaki davranışların muhafazakârlığın kodlarının ötesinde daha çok üst sınıf statü gruplarına özgü medenilik kıstasına dayandırılmasının örneği bu. Muhafazakâr bir ailede yetişmenin ahlaki çıktısından ziyade Metrokent’te oturan birisinin sahip olması gereken medeni bir tutum tarzı bekleniyor çocuktan. Bourdieu’nun sınıf habitusu dediği, her sınıfsal grubun sahip olması gereken davranış örüntüleriyle açıklanabilecek bir örnek. Metrokent’in sunduğu sınıfsal habitus, baba için oğlunun bu şekilde küfür edemeyeceğinin en temel referansı. Üst sınıf dünyasında yetişen oğlum, alt sınıflara özgü bir davranış sergileyemez diye düşünüyor. Din dediğimiz olgu, bu ortamda git gide sadece imaj değeriyle sınırlı bir hüviyete bürünüyor. Din, sınıfsal var oluşun bir refakatçisi haline geliyor.
Komşuluk İslami kültürde çok önemli bir yer tutuyor. Başakşehir projesinin başlangıç amacı da birbirine benzer insanların komşuluk yapması olarak özetlenebilir. Ama geldiğimiz noktada komşuluğun değerini yitirdiğini görüyoruz sanırım.
Evet. Millî Görüş hareketinde uzun yıllar görev yapmış bir görüşmecim Başakşehir’in kültürel iddiaları karşısında heyecanlanarak buraya yerleşiyor. Ancak yabancılaşma ve mesafenin hâkim olduğu gündelik yaşam onu hayal kırıklığına uğratıyor. Komşularına bir mektup yazıp, herkesin posta kutusuna bırakıyor. Mektubunda komşuluk ilişkilerinin gelişmesi gerektiğinden, herkesin kendilerini tanıtan bir cevap atmasını rica ettiğinden söz ediyor. Ancak bu eylemi tamamen karşılıksız kalıyor. O kadar emek vermesine rağmen komşularıyla ilişki kuramıyor.
Fatih ve Başakşehir arasındaki farklardan söz ettik. Peki, iki mekânın ortaklaştığı noktalar nedir?
Amel boyutunda dini inanç ve siyasal kimlik ortaklaşma alanı olabilir. Ama bunların dışında kalan boş zaman etkinlikleri, tatil anlayışları, giyim tarzları, gündelik tüketim gibi kültürel kodlarda ortaklaşamıyorlar tabii. Burada sınıfsal motivasyonlar öne çıkıyor. Örneğin, Fatih’teki aile çocuğunu devlet okuluna gönderirken, Başakşehir’deki aileler bunu tercih etmiyor. Buradaki ailelerin, Başakşehir’in kıyısına kondurulmuş TOKİ konutlarında oturanların çocuklarıyla kendi çocuklarının aynı sıraları paylaşmasına dair derin kaygıları olduğunu gördüm. Yaygın olmamakla birlikte Fatih’te de Roman ya da Kürt çocuklarıyla kendi çocuklarını ayrıştırmaya çalışanlar vardı. Ama Başakşehir’deki kaygılar sınıfsal reflekslere dayanıyor. Bunun dışında Fatih’teki muhafazakârlarda gördüğümüz siyasi heyecan, Başakşehir’de pek yer edinemiyor, burada siyaset de teknikleşiyor.
Kültürel ayrımların sabitlenmesi üzerinde yükselen bir siyaset hâkim Türkiye’ye. Bu atmosferin değişmesinde Fatih mi Başakşehir mi değişime açık?
Başakşehir özelinde tek tek bireylere indiğimizde, seküler çevrelerle benzer kültürel alışkanlıklara sahip gençleri görmemiz çok olası. Ancak iş siyasal kimliğe geldiğinde, bu kesim, son yirmi yılda pastadan pay alan sınırlı sayıdaki seçkinden oluştuğundan, tutucu olmaları daha muhtemel. Yani beyaz muhafazakârlar kültürel değişime en açık kesimi oluştursa da çıkarları gereği siyasal dönüşüme en dirençli kesimi oluşturma potansiyeli de taşıyorlar. Fatih ise, kent merkezinde olmasından ötürü, farklı kimliklerle etkileşim olanağı olsa da kültürel ve siyasal olarak daha kapanmacı bir profil çiziyor. Kültürel sermayesi belli başlı dönüşümleri engelliyor. Ama bu kesimin kaybedeceği daha az şey var tabii ki.
CHP’nin boykot kararını iktidarın sözünü güçlendirmeme hamlesi olarak da okuyabiliriz. Geç kalınmış bir karar olsa da, bu davet boykotunun CHP’lileri aşan bir kapsama erişmesi, CNN Türk’ün medya alanındaki temel işlevini faş eden ve bunu kadükleştiren bir etki yaratacaktır
Sanırım, Şehir Üniversitesi’ne ve ardından BİSAV’a bu şekilde el konulması, AKP’nin "kültürel iktidar olamadık" yakınmasının ardında herhangi bir kültür politikasının olmadığını herkese açık şekilde göstermiştir
Bu programlarda birçok şeyin olduğunu, ancak tartışmanın olmadığını söyleyebiliriz. Ülkenin mevcut vaziyetinde bu programların işlevi, kamuoyunu ilgilendiren meselelerin gerçekten tartışılması değil, iktidarı ilgilendiren meselelerin ne kadar hayati veya doğal olduğunun kanıksatılması
© Tüm hakları saklıdır.