03 Mart 2024
Uzmanlar, "ben", "biz" ve "onlar" dengesinin kurulduğu sağlıklı ve huzurlu ilişkiler herkes için mümkün dese de çağımızda bir ilişkiyi yürütmek ciddi bir mücadele. Nereden başlayıp, nasıl çözümleyeceğimiz konusunda tavsiyelerle donatılmamıza rağmen tıkanmış durumdayız. Bir tarafımız bu çağda evlilik ne kadar mümkün derken, diğer tarafımız yalnız kalmak istemiyorum çığlıkları atıyor. İlişki Dansı'nın yazarı Uzman Klinik Psikolog İlknur Yılmaz'la buluştuk. Bağımlı kişilikleri, yaralarımızı, içgörüye ulaşmanın yollarını, mutsuz ilişki döngülerini ve uyumlu birlikteliğin sırlarını konuştuk.
- Bağımlı kişilikleri nasıl tanırız?
Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki hepimizde her kişilik özelliğinden parçalar bulunur. Bağımlı kişiler genellikle, fazla uyumlu, hakkında "Ne kadar iyi insan" diye düşündüğünüz kişilerdir. Çatışmadan, radikal değişimlerden kaçınan, kendi fikirlerinden çok da emin olmayan kişilerdir. Çok verici, fedakâr olarak tanıdığınız kişiler büyük ihtimalle bağımlı özellikleri baskın kişilerdir. Seanslarda sıklıkla "İlişkimde sürekli veriyorum ama karşılığını alamıyorum" diye yakınmalarla kendilerini belli ederler. Kendi konfor alanlarından kolay kolay çıkmazlar. Onları bırakın, güvenli bir kozada sonsuza kadar yaşayıp gidebilirler. Kendi fikirlerinden emin değildirler, kendi düşüncelerini net ifade etmek ya da kendi davranışları konusunda insiyatif almak yerine sürekli yakın çevrelerinden onay alma ihtiyacı duyarlar. Burada elbette genelleme yapıyorum ancak bağımlıklı kişilerde bu özelliklerin çok sık görüldüğünü söyleyebiliriz. Bağımlılık dozu arttıkça bu özellikler de artış gösterebilir.
- Bağımlı kişilikler romantik ilişkilerini nasıl yaşarlar?
Bağımlı kişiliklerin partnerleri, deyim yerindeyse onların Ay'ıdır, Güneş'idir. İlişkide çoğu zaman partnerinin durumuna, koşullarına, doğrularına, fikirlerine göre hareket ederler. Çoğunlukla, onun ekseninde ve onun tercihlerine göre yaşarlar. Kendi hayatlarını sevdikleri insana göre şekillendirmeye hazırdırlar. Onun tarafından kabul görmeleri, sevilmeleri yeterlidir. Partnerlerinin onaylamadığı ya da mutsuz hissedecekleri durumlar olduğunda, kendi tercihlerinden, isteklerinden, ihtiyaçlarından çok kolay vazgeçebilirler. Aslında bağımlı kişilikler için en önemli olan şey, bir ilişki içerisinde olmanın sağladığı güven ve huzur hissidir.
- Peki, kişi bağımlılık döngüsünü kırabilir mi? Kırabiliyorsa nasıl?
Ebru, karakter özelliklerimizi erken çocukluk dönemlerimiz, bize sergilenen ebeveyn tutumları şekillendiriyor. Bu temel, sonrasında hayatı, kendimizi, yakın romantik ilişkimizi hangi mercekle göreceğimizi ve yaşayacağımızı da belirliyor. Bağımlı bir kişiliğin de yıllardır bildiği, içinde rahat ettiği bir model var. Onu o yapan işte bu özellikleri. Bir anda bu özelliklerin tamamını yok edelim demek de ne çok mümkün ne de çok sağlıklı. Ancak bu bağımlı kişi, başkaları tarafından zarara uğratılıyorsa, çatışma olmasın diye kendisini rahatça ifade edemiyorsa, bedensel ve psikolojik sıkıntılar yaşıyorsa işte bu noktada kişiliğinin ona bu olumsuzlukları getiren tarafları üzerinde elbette çalışabilir. Hatta terapilere en fazla başvuran kişilikler bağımlı kişiliklerdir diyebilirim. Genelde bu kişiler seanslara hayal kırıklıkları, aldatılmalar, bedensel ve duygusal tükenmişliklerle gelirler.
- Sanırım günümüz insanının dertlerinden biri de "Hayır" diyememek. Evet'e bağımlılık. Neden "Hayır" demek bu kadar zor?
Hayır diyebilmek bizim gibi bağımlılık kodları bir hayli yüksek olan toplumlarda zor. Hayır demek güvenli alandan çıkmayı da göze alabilmek demek. Yani "evet" demek olası bir çatışma, sevilmeme, reddedilme, dışlanma gibi risklerden de insanı koruyor. Düşünün çevrenizde, daha çok "evet" diyen, "hayır" cevabını pek duymadığınız kişileri. Onları nasıl tanımlıyorsunuz? Ne kadar uyumlu, sorunsuz, sakin, iyi gibi olumlu sıfatlarla, öyle değil mi? Bu nedenle bu kişiler kaybetmekten korktukları her neyse onu korumak için böyle davranırlar. Ayıp olur, bozulur, kızar, benimle görüşmeyi istemez, benden ayrılır düşünceleri ile aslında çok da samimi olmayan ilişkiler sürer gider. Bağımlı tarafta, farkına varmadığı, bastırılmış bir öfkenin varlığından da bahsedebiliriz. Sürekli uyumlu olmaya çalışmak, kendi ihtiyaçlarından vazgeçmek de alttan alta o ilişkiye bastırılmış bir öfke yükler.
- Hayır demeyi öğrenmek ne yapmalıyız?
Öncelikle bunu neden istiyorsunuz, bunun yanıtını vermeniz lazım. Hayır diyememek hayatınızda ne gibi sıkıntılar yaratıyor? Bu değişimi gerçekleştirmeye kararlı mısınız? Eğer öyleyseniz, bunun ilk adımı, bu durumu içinizde anlamlandırdıktan sonra her gün, karşılaştığınız durumlar ekseninde kendinizle diyaloğa geçmeniz, kendi isteğinizi, ihtiyacınızı isimlendirmeniz olacak. Sonrasında, eğer kendi ihtiyacınız çok baskınsa bunu görmezden gelmemeyi ya da kendi kotanızı aşmamayı seçebilirsiniz. Karar vermek çok önemli; böylece kontrol ve yönetim sizde olur. Burada mesele bazı durumlarda evet, bazı durumlarda hayır diyebilmektir. Hayır deme becerisi geliştirebilmek de elbette sürecin parçası. Bu noktada geliştirmek istediğimiz her beceride olduğu gibi bolca pratik yapmak lazım. Ben bunu bir tür kas geliştirme programı gibi görüyorum. Sönük olan "hayır" kası sık tekrarla ve sürekli olarak çalıştırılırsa, o kas zaman içinde gelişir. Bazen hayır demek sanki agresif bir tutum gibi algılanıyor. Oysa ki, karşımızdakine neden hayır dediğimizi de gayet incelikli ve sakin şekilde söyleyebiliriz. Üslubumuza, ses tonumuza dikkat ettiğimiz sürece kendimizi ifade etme hakkına sahibiz. Hayır demek, yaygın algının aksine bencillik değil, kişinin kendine olan saygısıdır.
- Psikanalist Adam Philips "İlgi Arayışı" kitabında şöyle der: "Ya en güçlü isteğimiz sevilmek, anlaşılmak, arzulanmak değil de övülmekse?" Toplum olarak hakkaniyetli övgüyü bilmiyoruz. Gerçekçi övgünün ya da övülme arzusunun psikolojimizde tamamlayıcı noktası nedir?
Kişinin odak noktasının ne olduğuna bağlı olarak anlam değişir. Hepimiz zaman zaman övgü cümlelerinden hoşlanırız. Kendilik saygımız da böyle cümlelerle beslenebilir. Ben somut bir başarı sergilediysem, ya da birçok kişi tarafından takdir edilesi bir davranışta bulunduysam, yakınımdakiler de bana övgü ve takdir sözcükleri sarf ediyorlarsa, övgüyü kabul etmek de olağan ve sağlıklıdır. Ancak, bütün hayatını, bütün ilişkilerini övülmeye dair bir "ihtiyaç" üzerinden yaşayan bir kişi için durum çok başka tabii ki. Bu o kadar baskın bir ihtiyaç ise kişi zaten tüm yaşamını ve ilişkilerini bunun üzerine inşa eder. Ona göre bir meslek seçebilir ya da onu her daim alkışlayacak kişilerle ilişki kurar.
- Kitabınızda, bugünlerde popüler bir tanım olan" toksik İlişki" kavramını çok güzel anlatmışsınız. Toksik ilişki nedir?
Her dönemde yıllardır bir şekilde tanımladığımız durumlar için popüler jargonlar üretiliyor. İnsanların daha çok dikkatini çeken, şöyle bir dönüp kendisine bakmasını sağlayan tanımlar bunlar. Toksik ilişki de bunlardan biri. Burada vurgulanan, patolojik birtakım davranışların hakim olduğu, tek taraflı ya da iki taraflı sağlıksız davranışların, tutumların sergilendiği bir ilişki. Sağlıklı bir ilişkide güven ve karşılıklı sınırlara saygı görülürken, bu tip toksik ilişkiler tam bir mücadele arenasına dönüşüyor.
- Peki iki toksik olmayan insan birlikte toksik ilişki kurabilir mi?
Zor. Bir ilişkinin toksik ilişki olabilmesi için ilişkide geçmişten getirilen birtakım patolojik, içselleştirilmiş ilişki modelleri olması lazım. Hepimiz hayatımızın ilk altı yılında ebeveynlerimizle ya da bize bakım veren kimselerle kurduğumuz ilişkiler ekseninde, yetişkin yakın ilişkilerimizin modellerini oluşturuyoruz. Bunu bir evin temelini inşa etmek gibi düşünebiliriz. Bu dönemde hayatında sevgi ve değer alışverişi, güven ve emniyet hisleri gibi noktalarda aksayan durumlar olan, işlevsel olmayan dediğimiz ortamlarda, ilişkiler ağında büyümüş kişiler, yetişkin hayatlarında da genelde bu davranışları tekrarlama eğilimine girerler. Bu da onları yetişkin hayatlarında toksik ilişkilere çeker. Aynı şekilde çok sağlıklı ortamlarda büyüyen kişiler de, yetişkinlik hayatlarında güvenlik konforunu ararlar.
- Bebeklik çağımızdaki bağlanma modeliyle bir bağlantısı var mı?
Tabii bağlanma modeli de bunun bir parçası. Hepimiz ilk ilişki ağımızda yaşadıklarımıza bağlı olarak merceğimizi oluşturuyoruz. Hayatımızda belli kritik dönemler var, bunlardan biri de bağlanmayla ilgili. Erken çocukluk döneminde, annemizin bize bakım verme şekli, duygularımızla, ihtiyaçlarımızla ne kadar senkronize olduğu çok büyük önem taşıyor. Örneğin, güvenli bağlanan kişilerde, açık ve net olunan, saygının ve sınır ihlalinin olmadığı bir ilişki modeli varken, kaygılı bağlanan ve kaçıngan bağlanan iki kişinin oluşturduğu bir ilişkide ise kaçan-kovalanan ilişki döngüsü hakimdir.
- Aşka geçelim biraz… Aşk tesadüfleri sever mi?
Aşk tesadüfleri sever, gibi görünür sadece. Danışanlarımdan hep duyduğum, tesadüf eseri büyük karşılaşmaların olduğudur. Ancak gerçek şu ki, tanışmak tesadüf olsa da ilişki bir seçimdir.
Yani bir sürü insanla denk gelebilirsiniz, tanışabilirsiniz ama ilişkiye evet dediğiniz kişi sizin seçiminizdir artık. Bunu da belirleyen, geçmişten taşınan ihtiyaçlar, yaralar, örselenmişlikler, özlemlerdir. Ben, partner seçiminin, neyi kapatmaya, tamir etmeye ya da oldurmaya çalışıyorsak oralarla ilintili olduğunu düşünüyorum. "Ben seçmedim, o beni seçti" ya da "Bizi tesadüfler bir araya getirdi" gibi cümleler aslında bir yerde durumu romantize etme eğilimini ya da sorumluluk almamayı gösteriyor.
- Peki yaşadığımız bu çağda ruh eşi ne kadar gerçek?
Zor ama imkansız değil. Herkes kendi hayatıyla ilgili hak ve tercih sahibi. Kimileri çok yakın ilişkiler kurmayarak, yüzeyde ilişkilerle devam eder, kimileri de bağ kurarak anlamlı bir ilişki yaşamak ister. Tabii madalyonun öbür yüzünde; bağlanmak, yakınlaşmak insanın en temel ihtiyaçlarından biri. Hayata annemize bağlanarak, tutunarak, bağ kurarak başlıyoruz. Ruh eşi tanımına gelirsek de, bu aslında yakınlaşma potansiyeli ile çok bağlantılı. Her şeyden önce, "Ben kendimi ne kadar kabul edebiliyorum? En saf halimi gösterebiliyor muyum? Karşılıklı olarak birbirimizi her halimizle sarıp sarmalayabiliyor muyuz?" sorularına yanıt vermemiz gerek. Ruh eşi bence yanında -mış gibi yapmadığım, kendim olabildiğim, kendimi rahatça ifade edebildiğim ve onun da öyle olmasıyla beraber, bambaşka bir düzeyde akıp gidilen bir ilişkidir bana kalırsa. Ben yakınlıkları üçe ayırıyorum. Duygusal, cinsel ve düşünsel yakınlık. Buralarda yakın olabilen ve birbirini her anlamda kucaklayabilen kişiler ruh eşi olabilir.
- İnsan kendini ilişkide tanır ve büyütür mü?
Ooo! Hem de nasıl! Goethe'nin "İnsan kendini yalnızca insanda tanır" dediği gibi, gerçekten ilişki dünyası inanılmaz öğreticidir, geliştiricidir, dönüştürücüdür. İlişkiye adım attığımız andan itibaren kendimize dair bir keşif yolculuğu başlar. Özellikle zaman geçtikçe, iki kişi de kendisini gizleyemez. Geçmiş hikâyeleri, ruhsal dünyalarının kapalı çekmeceleri açılır, içindekilerle yüzleşirler. İlişkiyi yaşarken, onları mutlu eden, üzen, kızdıran, endişelendiren davranışlar, tutumlar, hepsi de ayna görevi görür. İlişkimizde kısacası neysek onu görürüz. "Yakınlaşabildiğiniz oranda görünür olursunuz." Yakın olunabilen bir ilişkide partnerler birbirlerinin eksiklerini, hassasiyetlerini onarabilir, yaralarını sarabilir. Biz psikoterapistler de, danışanlarımızla kurduğumuz ilişkinin niteliğini, iyileşmenin vazgeçilmez öğesi olarak görürüz. Unutmayın; ilişki iyileştirir.
- Peki, ilişkide emek sarf etmek ile kendini, kimliğini yok etmek arasında ne fark var? Sınır nerede?
Güzel bir soru. Her ilişkinin değişmez daimi ilk şartı "karşılıklı olarak emek vermek" ama elbette dengeli olması kaydıyla. Denge şarttır. İlişkide karşılıklılık esası vardır. Tek taraflı emek, fedakârlık, bakım, vb. varsa bu bambaşka bir durumdur. Burada kişiye ipucu olabilecek nokta, bu ilişkiye verdiği emeği sorgulamaya başlaması. Kişinin o noktada durup düşünmesi yararlı olur. Kendisini sürekli aynı rolde buluyorsa, daimi olarak uyumlanıyorsa, yoksunluk ve eksiklik hissediyorsa, kendisini, istek ve ihtiyaçlarını daha az önemli saymaya çalıştığını fark ediyorsa, bu aslında kendisinin üzerine çizdiği bir çarpı işaretidir. Yani, ilişkide çoğunlukla, hemşire, terapist, asistan gibi bir rolde hissetmek o ilişkideki dengenin bozulduğuna işarettir.
- Kadınlarda erkeklere göre bu durum daha fazla mı?
Tabii. Genelleme yapmak zor ancak gözlemlerime dayanarak söyleyebilirim ki, kadınlarda kimliğini yok etme pahasına emek vermek daha sık. Eğitim düzeyi, sosyo ekonomik durumu ne olursa olsun biz kadınların hafızasında, kadınlığa dair ailelerimizden öğrenmiş olduğumuz, aktarımla gelen evrensel kodlar var.
- Ya ilişkilerimizde manipülasyona maruz kalıyorsak! Nasıl anlarız?
Bunu anlamak çok kolay olmuyor. Kendisine güvenli kişilerin bile pek çok ilişkilerinde bir manipülasyon içinde olduğunu anlıyoruz, ancak bu yavaş yavaş oluyor. Hemen görülmüyor. Sistematik bir senaryo ve kurgulanan sahneler var. Bazı kişilikler manipüle edilmeye daha fazla meyilli. Özellikle kendisini başka bir insanın gölgesinde var eden, yönetilmeye, yönlendirilmeye açık bağımlı kişilikler, manipülasyona daha açık olabiliyor. Çok sağlıklı bir birey de bu tuzaklara düşebilir ve çok zaman sonradan fark edebilir. Eğer bir ilişki içinde kendi duygularınız kabul görmüyorsa ve sanki hep yanlış (!) hissettiğiniz söyleniyorsa, sanki her konuda hep hatalı sizseniz, kendinizi, emin olduğunuz bir gerçeğin aslında öyle olmadığına dair sürekli ikna edilmeye çalışılırken buluyorsanız, ilişkinizde sürekli bağırılan, aşağılanan kişi sizseniz bir manipülasyon mağduru olabilirsiniz.
- Peki neden ilişki döngülerimizi kıramıyoruz? Yani mutsuz, bizi manipüle eden ilişkiden ayrılınca bir sonrakinde benzer seçimler yapıyoruz?
Bu seçimlerin aslında birkaç boyutu olabilir. Eğer mutsuz ilişkiler döngüsünde dönüp duruyorsak, o mutsuzluğa yakından bakmamız lazım. Bu ilişkiler kendi geçmiş hikâyemizdeki yaralarımızı tetikleyen ilişkiler miydi? Bizi mutsuz eden bu ilişkide aslında annemizle ya da babamızla mı mücadele ediyoruz? Olmayacak ilişkileri seçip kendimize eziyet mi ediyoruz? Ya da kendimizi "Bu sefer de başaramadın" derken mi buluyoruz? Mutsuz ilişkiler döngüsünün ardında çok çeşitli temalar, duygular, savaşlar olabilir. Genellikle de bize tanıdık gelen ilişkileri tekrarlama eğiliminde oluruz. Figürler değişir ama kurgu aynıdır.
- Kitabının ana konusu: İlişkiler. İlişki dansının formülü nedir?
İlişkilerde zaman içerisinde gelişen bir ilişki ve iletişim dinamiği var. İlişki sahnesinde de iki farklı kişinin repertuarı mevcut. Her iki partner de kendi karakteriyle, geçmişiyle, hassasiyetleri, kırılganlıkları, yaraları ile orada. Benim konuşmam, neyi nasıl söylediğim, beden dilim, üslubum, ifade ettiğim düşüncelerim ve duygularım, partnerimin dünyasına mesaj olarak ulaşır. İşte bu bir dans adımıdır. O da benden ona yansıyan her şeyi, o ana kadar oluşturduğu deneyim repertuvarına ve karakter örüntüsüne bağlı olarak algılar ve ona göre bir davranış sergiler. Bu da onun danstaki karşılık adımıdır. Bu adımın bende oluşturduklarına bağlı olarak benim ne yaptığım da diğer bir dans adımıdır. Bu böyle bir döngüdür.
Çift terapilerinde, çoğu kez bu döngüleri ve dans adımlarını konuşur, birlikte keşfederiz. Aslında, aralarında ışık hızıyla gelişen tartışmaları, çatışmaları ağır çekime alırız. Kendi öznel hikâyelerindeki tetiklenmeleri, bir davranışın ya da bir üslubun etkilerini ve daha birçok noktayı açma süreci başlar. Sonrasında, bunları bir araya getirmek, karşılıklı olarak, birbirilerini anlamasalar bile kabul etmelerini sağlamakla devam ederiz. Nihayetinde de, kendi "buluşma" formüllerini anlarlar.
- Evlilikte ya da ilişkilerde "biz" olmak "ben" olmaktan geçiyorsa önce "ben"i nasıl yapılandıracağız?
Sokrates'in dediği gibi; "Sorgulanmayan hayat, yaşanmaya değer bir hayat değildir." Burada bir seçim var. "Kendimi keşfetmeye hazır mıyım? Hayatımı nasıl yaşamak istiyorum?" Bu soruların cevabını bulmak hiç kolay değil, katmanlı, sancılı bir yol. Buna hazır olmak gerekiyor. Güzel haber, hayat bizi olacaklara hazırlıyor ve acılarla öğretiyor. Çok büyük bir üzüntü, dibe vuruşlarda kendimizi anlamaya çalışarak, kendimize katı davranmayarak, daha dostane bir taraftan yaklaşarak, yeniden başlayabiliriz. Hayat, bir deneyimler zinciri ve bağlarıyla bize yardımcı olur, ayakta tutar. Hap bilgilerle ya da kısa yollarla olmaz. Her şey içgörü yolculuğuna adım atmakla başlar. İçgörü, basitçe tanımlamak gerekirse, duygularınız, düşünceleriniz ve davranışlarınız arasındaki bağlantıyı görebilme, kendi içinize bakabilme yetisidir. Bir ilişkiyi sağlıklı ve doyumlu yaşamak için de içgörü oldukça önemli.
- O zaman içgörümüzü geliştirmenin ipuçları neler?
İçgörü kazanmayı, durak metaforuyla anlatmaya çalışayım. İlk durak, yaşam öykümüzün ilk yıllarında deneyimlediğimiz ve içselleştirdiğimiz ilişki ağını anlamaya çalışmak. Karakter özelliklerinizi, yatkınlıklarınızı, bir ilişkide zorlandığınız ya da zarar gördüğünüz durumların geçmişinizle bağlantısını, sizde hangi duyguları çağrıştırdığını keşfetmenizle beraber içgörünüz de gelişir. Bu durak, geçmişinizi anlamlandırma sürecidir. Tabii ki, bu bir terapi seansı gibi olmayabilir ama yine de, bu bağlamda geçmişteki ilişki örüntülerinize bakmak, ailenizde bize düşen rol neydi, çok erken dönemde aile içinde nasıl algılanırdın, anneniz, babanız nasıl kişilerdi, onları nasıl hatırlıyorsun gibi soruların yanıtlarını bulmak ve bağlantı kurmak işinizi kolaylaştırabilir. Zihnimizi, bilincimizi aktif tutmadığımız zaman eski hikâyedeki tamamlanmamışlıklar, ihtiyaç açıkları bizi sürükleyebilir. Bu nedenle bilinç düzeyinde durabilmek, mola vermek bize kendi kontrolümüzde seçimler yapma şansı tanır.
Geçmişimize ayna tuttuktan sonraki duraklar ise "ben" olabilmek ve ilişkide "biz" olabilmek. Bunun için "dur" tuşuna ara ara basmanız yararlı olur.
- Nasıl?
İçgörü için kendimizle temasımız hep devrede olmalı. Elbette gündelik yaşamda, her konuyla ilgili bunu yapmaya çalışmak epey yorucu olabilir. Kendimizi sık sık belirli bir durum içinde buluyorsak, kendimizi alıkoyamadığımız kişi ve davranışlarda hemen "dur" tuşuna basmamız ve kendimizle temasa geçmemiz gerekiyor. "Ben şu an ne istiyorum? Ne hissediyorum? Nasıl davranmam benim için yararlı olur?" gibi sorular sorarak kendimizle diyalog içinde olma hâli bu. İlişkide ise karşılıklı olarak ilişki dansını anlamak karşılıklı adımları fark etmek, tanımlamak ve duyguları, düşünceleri paylaşarak mümkün olabilir.
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
Kadın hareketinin Türkiye'de en güçlü ve yüksek sesli muhalefeti oluşturduğunu söyleyen Oya Baydar, "İstanbul Sözleşmesi'nin kaldırılması, Orta Çağ zihniyetinin bir yansımasıdır" dedi
Akademisyen Burcu Belli: Osmanlı yalnızca teoride bir şerrî devlettir, pratikte rasyonel bir devlettir. Fuhuş Nizamnamesi için İslami literatürden destek aranmıyor. Fahişelik ile Müslümanlık konusu ayrı ayrı değerlendirilmiyor, kimsenin umurunda değil
Şebnem İşigüzel, yazdığı yeni kitabı hakkında "İçinde yenilik barındıran bir şey deniyorum. Kahramanım da bir kadın. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim" ipucunu verdi
© Tüm hakları saklıdır.