03 Kasım 2024
Şebnem İşigüzel, Everest Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Memoria ile okurları yüzyıllık bir hafızanın labirentlerinde unutulmaz bir yolculuğa çıkarıyor. Klasik kronolojiden uzaklaşarak geçmişle bugünü genç bir zihnin hızla akan düşünceleriyle bir araya getiren İşigüzel, romanın doğuş hikâyesini şu sözleriyle dile getiriyor: "Romanlar hep güçlü bir mekândan doğar. Hafıza mekânlarla yaşar; orada hem geçmiş hem gelecek vardır"
Eyüp Mezarlığı ve Karılar Tekkesi gibi anlam yüklü mekânları romana taşıyan İşigüzel, yalnızca bireysel hafızayı değil, toplumsal hafızanın izlerini de canlandırıyor. Kadın direnişi ve kimlik arayışına duyduğu ilgiyi tiyatro sahnesine de taşıyan yazar, Londra’da Büke Erkoç’un uyarlamasıyla sahnelenen Hanene Ay Doğacak ve Nazan Kesal’ın başrolünde olduğu Yaralarım Aşktandır gibi projeleriyle edebiyatın sınırlarını genişletiyor.
Şebnem İşigüzel ile T24 stüdyosunda gerçekleştirdiğimiz sohbette, Memoria’nın çok katmanlı dünyasını, karakterlerin tarih ve hafıza ile kurduğu bağı, mekânların romana kattığı anlamı konuştuk. İşigüzel, hafızanın mekânlarla yaşadığı bu anlatıda, kadın direnişinin ve kimlik arayışının nasıl iz bıraktığını içtenlikle paylaştı. Aynı zamanda, İBB’nin kadın evlerinde okurlarıyla buluşmalarını anlatan yazar, Memoria’nın kadınlar arasında bir dayanışma köprüsü oluşturma potansiyelini de aktardı. Unutmadan hatırlatalım :) Yazar, 16 Kasım’da Diyarbakır Karşılaştırmalı Edebiyat Günleri kapsamında okurlarıyla buluşacak.
Röportajımızın tamamı T24 Youtube kanalında…
FARUK EKİCİ'NİN SÖYLEŞİSİ | Büke Erkoç: Tiyatro yapmak bile sınıfsal bir durum; aile desteği olmadan Türkiye’de tiyatro yapılamıyor
- Memoria’da yüzyıllık dev bir anlatıyı genç bir kadının zihninden aktarıyorsunuz. Bu genç perspektifin yüzyılın tüm derinliğini taşıyabilmesi, sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor?
Kronolojik olarak anlatmak en kolayı olurdu. Kaldı ki Memoria bunu yapmaya çok müsaitti. Otomatik pilotta uçardım. Ancak romanı genç bir zihnin içinde anlatma imkânı bana geçmişi kısacık bir şimdiki zamana yerleştirme fırsatı verdi. Madem en başından beri bin sayfalık bir yapı planlamıştım bir anlamda el arttırdım.
- Memoria’nın birbirinden farklı ve unutulmaz karakterlerinin size hissettirdiklerini ve kurduğunuz bağın sizi nasıl etkilediğini anlatır mısınız? Bu karakterlerden ayrılmak zor oldu mu?
Bugüne kadar çok fazla roman karakterine hayat verdim ama en canlıları sanırım onlardı. Roman yazmak bütün yaratıcı işler gibi adanmışlıkla tutkuyla yapılan işler gibi bir oyun duygusu içeriyor. Zamanla kahramanlarım benim oyun arkadaşlarım, oyuncaklarım gibi oluyor. Yazmak bu kahramanları yaratmak beni bu yüzden büyülüyor sanırım. İşten çok içinde çocukluktaki oyunların hazzını taşıyor. Muazzez, Münire Kadın, Mary ve hatıraların genç mihmandarı gibi bize her şeyi anlatan genç kahramanım unutulacak gibi değildi. Vedalaşmak zor oldu.
- Peki neden Karılar Tekkesi? Özellikle Eyüp Mezarlığı ve Karılar Tekkesi, romanda adeta bir karakter gibi, anlatıcıyla ve diğer karakterlerle o kadar güçlü bir bağ kuruyor ki… Bu iki mekân, kahramanların ruhsal yolculuğunda nasıl bir anlam taşıyor? Bu mekânları yaratırken onların sembolik gücünü nasıl düşündünüz?
Yüzyılı anlatacaktım buna kararlıydım ama nereden nasıl başlayacaktım? Anlatıda kolaya kaçan bir zihin Arnavutların Konağı’ndan başlardı. Ben romanım ilginç bir yerden başlasın ve her şeyi kapsasın istiyordum. Halk arasındaki adıyla Karılar Tekkesi’ni keşfedip üzerine düşünüp zihnimde kendi tekkemi kurunca romana başlamaya karar verdim. Ben de şehirde uzun yürüyüşler yaparak düşünen romancılardan birisiyim. Öyle yürüyüşlerimin birisinde buldum başlangıcımı ve eve koşarak döndüm neredeyse. Sanki elimde sönmesini istemediğim bir ateş parçası taşıyordum bunu oturarak düşünemezsem bu fikir sönüp kaybolacakmış gibi. Yani bunun güçlü bir fikir olduğunun farkındaydım. Romanlar hep güçlü bir mekândan doğarlar. Sonrası gelir, kolaydır. Romanın diğer mekanlarını bulmuştum çünkü. Apartman başından beri vardı mesela. Mağaza da. Teneke Mahallesi’de. Hatta mezarlık bile vardı ama oraya gelecek anlamlı bir yolu icat edememiştim. Karılar Tekkesi bu yüzden bir anlamda benim de tekkem oldu. Hafıza mekanlarla yaşıyor çünkü. Orada hem geçmiş hem gelecek vardı. Osmanlı çöküyor cumhuriyet doğuyordu. Ancak öyle bir enkazdan anlatma fırsatını verdi bana. Ayrıca yazdıkça olsa da gidip kapansam gibi bir hisle doldum. Okurları da bu yüzden etkiledi sanırım. Bütün ruhların inzivaya ihtiyacı var. Ancak karılar tekkesinde hayat devam da ediyor. Bir tür bugünün sosyal medyası gibi neredeyse. Avcumuzun içindeki Instagram gibi bir duygusu var.
- Romanınız, Karılar Tekkesi’nden Nişantaşı’na, Arnavutların Konağı’na kadar uzanan bir yolculukla şekilleniyor. Bu mekânlar, karakterlerin yolculuğunda nasıl birer mihenk taşı oluşturuyor? Her bir mekân, karakterlerin ruhsal yolculuklarında nasıl bir anlam taşıyor?
Evet dediğiniz gibi romanın dün kadar bugünü de var ve orada kutuplaşmış bir toplumu görmek mümkün. Hem kutuplaşmış hem insani seçimleriyle ruh haliyle kafa karışıklığıyla benzer. Sultanbeyli dünyasını içeren Kızlar Destanı bölümünü kurarken yazarken çok heyecanlandım. Aynı şekilde Şehrin Sonu bölümünde kahramanımı mezarlığa geri döndürdüğüm getirdiğim bölümde bulduğum sürprizle de öyle. Nişantaşı dünyası Kristal Günler bölümü, ayrıca Nişantaşı’nın geçmişini yazmak hele Arnavutların Konağı beni masa başında dinlendirdi diyebilirim. Tekke karılarıyla birlikte saraya gidip son halifeyi sürgüne göndermek de ilginçti. Saraya dedenin çocukluğuyla koynunda tayşıdığı mektupla iki defa girmiş oldum aslında. Bir tarihçi dostum “Sarayın mekan duygusu bu kadar güzel anlatılabilirdi,” dedi çocuk gibi sevindim. Mekanlar gözümün önüne ışığıyla kokusuyla hatta döşemede yürürken çıkan sesiyle geliyorlar. Bu iyi. Hele sarayı yazmak için çok iyiydi. Önünden su geçen bir sarayın duygusu mesela tekinsiz olmalıydı. Bunlar aslında bir tür his. Mekanları güçlü biçimde hayal ederseniz romanın yüzde doksanını halletmiş oluyorsunuz.
- Memoria, ismiyle hafızaya güçlü bir gönderme. Roman boyunca unutmak ve hatırlamak kavramları sorgulanıyor. Sizce bir bireyin geçmişle yüzleşmesi nasıl bir özgürlük ya da mahkûmiyeti beraberinde getiriyor?
Evet Aristo güzel kesinler biliyorsunuz “Hafızanın konusu geçmiş,” diyerek. Hafıza zaman zihin hatırlamak unutmak üzerine epeyce düşündüm. Felsefesini okuduktan sonra asıl bilimsel olarak merak saldım. Zihin üzerine öyle heyecan verici çalışmalar var ki. Bunlar arasında hatırlamak ve hafıza üzerine olanları hobi diyebileceğim bir zevkle okudum ilgilendim. İşim ne ? Proust bunun yani “hatıranın” tillahını yapmış. Ulysses de olan deseniz öyle. Bilinçakışı edebiyatın ana konusu. Edebiyat tarihi olağanüstü geçmiş, hafıza anlatılarıyla dolu. Ben de boyumun ölçüsünü almak istedim. Ateş olsam ne kadar yer yakardım? Bunu şimdi olmasa bile yarın görmek, göstermek istedim. Herkesin hafızasının yerine geçen sesi olan kahramanımın kısacık şimdisine yüzyılı gömmekle aslında bunu topluma uyarlamış gibi oldum. Yani genç kahramanım neredeyse hepimizin bu toplumun hafızası yüzyılın belleği yerine geçti. Başkalarının hatıralarına ses vermeyi doğru bir yerden yapmalıydı. O icatlarım romanın içine iyi yerleşti bana kalırsa. Çünkü romanın aradaki bölüm başlıklarını çıkarsanız başlayıp biten bir yapısı var. Tıpkı hatırlamak gibi. Bazı romanlar isimleriyle gelir. Memoria adını zamanla aldı. Hak ederek aldı diyebilirim. Hafızaya övgü bir anlamında.
- Anlatıcı, dedesinin geçmişe dair yoğun hatıralarıyla bugünde nasıl bir hesaplaşma yaşıyor?
Neredeyse kendi hayatının yerine geçti bunlar. Bugüne tahammül etmesine dayanmasına güç verdi. Tıpkı yüzyıllar önceki zaferlerini bugün canlandırmaya gerek duyan gelişmemiş toplumlar gibi. İnsan hakları ekonomik gücü keyfi yerinde olan toplumlar sadece kutlarlar çünkü. Bugünün sakil gösterileri olamayışın, huzursuzluğun temsilidir. Kaybettiğini geriye düştüğünü görmek istemeyen toplumlar böyle canlandırmalar yapar. Benim kahramanım da o hesap. Dedesinin anlattıkları üzerinden aslında başka bir hayat temsili daha var. Öte yandan bütün yaratıcı insanlar gibi tabii. Kafasında herkese yer var. Haksızlığa uğradığını hakkı olanın kendisine verilmediğini herkes adına söylüyor aslında. Muazzez’in kötülüğünün nereden nasıl kök saldığını görmemize yine kendi hesaplaşmalarıyla neden oluyor. Bizi bir anlatı cennetinde gezdirirken olmayacak hayallerin yaşantıların içine sürüklerken toplumsal yapının ne halde olduğunu gösteriyor. Bu coğrafyada yaşamanın nasıl bir şey olduğunu hissettirdi.
- “Memoria’da tekke kadınlarının Atatürk’e yazdıkları Latince mektup, Cumhuriyet dönemi ile Osmanlı geçmişine dair alışılmışın dışında, naif ama güçlü bir eleştiriyi temsil ediyor. Sizce, Cumhuriyet’i ve Osmanlı’yı daha farklı ele alabilsek bugünkü toplumsal dinamiklerimiz değişir miydi?
Kesinlikle dediğinize katılıyorum. Keşke tarih hepimize olgun insanlara öğretildiği gibi öğretilse ve onu çocukça temsillerin içine sıkıştırmasak. Çöken bir imparatorluğu doğan bir cumhuriyeti doğru bir yerden anlasak işimiz daha kolay olurdu. Olgun bir toplum olurduk. Başımıza geleni anlayıp vatandaşlık haklarımızı kullanabilirdik. En basiti bunlar. Cumhuriyetin taşıdığı batılı değerler önemliydi ancak Osmanlı’nın da cahillerin dilindeki gibi bir değersizliği yoktu. Latin alfabesini zaten Hatice Sultan, Fransız aşığıyla kendi dilinde yazışmak için zaten çoktan kullanmıştı. Osmanlı bu reformu düşünmüştü. Sürgüne gönderilen son halife de gerçek bir entellektüeldi. Bir şeyi büyütürken başka bir şeyi küçültme haksızlığı cahillikten elbette. Benim kahramanlarım “Osmanlı’nın söktüğünü cumhuriyet dikecek mi ?” diye zaten çok sesli bir tartışma yürütürler romanın bir bölmünde. Latince harflerle mektup yazma ve bunu Paşa’ya verme macerası bütün bunlara ses verdi, eşlik etti.
- Karılar Tekkesi’nin kapatılması, kadınların önemli bir sığınak noktasını, halkın da şifahanesini kaybetmeleri anlamına geliyor. Sizce bu kapanış, kadınlar açısından nasıl bir kaybı simgeliyor? Günümüzde kadınların karşılaştıkları toplumsal baskılara ve modern dünyadaki sığınma ihtiyacı da devam ederken bu sorunun “sorun” olarak kalmasını nasıl yorumluyorsunuz?
Karılar Tekkesi dönemin kadın sığınma evin olarak iş görüyor ve tabii teke ve zaviyeler kapatılırken o da kapanıyor. Bir cumhuriyet kurumuna dönüşmesi o zamanın şartları içinde zordu tabii. Ancak kadın mücadelesi bizde cumhuriyetle başlamadı. Cumhuriyet gerekiyorsa onu da biz yaparız demiş olsa bile Osmanlı’nın son çeyreğinde önemli bir feminist oluşum var. Benim tekkem tam olarak bu oluşumun içinde değil. Yani Nezihe Muhittin’i ve daha nice feminist kadını yok sayarak kadınlar için cumhuriyet kazanımlarına bakamayız. Benim tekkemin iki arada bir derede olması da güzeldi tabii. Sığınan kadınlar arasındaki Şair Kadın, onun birinci dünya savaşı sırasında İstanbul’da yaşadıkları mesela bu yüzden ilginç. Dönemi anlamak açısından. Kadına karşı şiddetin neredeyse cinsi kırıma vardığı bir toplumda kadın sığınma evleri pek çok kadın için can simidi. Yeterliliği tartışılır ve tamamlayıcı bir sürü şey gerekiyor tabii.
- İBB’nin kadın ve mahalle evleri projesi kapsamında İstanbul’un farklı yerlerindeki kadınları ziyaret ettiniz. Söyleşi ve kitap imzaları düzenlediniz. Çok etkilendim. Siz neler hissettiniz? Kadınlarımız neler anlatti?
Sonuçta Memoria, İstanbul’un da romanı. Bu şehrin geçmişi ve yaşantısı var romanda. Bu ziyaretlerimin hepsi gerçek bir yazar okur buluşmasıydı ve beni çok etkiledi. Tekkemin kadın efendisi Münire Kadın’ı epeyce andım. Kadınların taleplerinin etraflarını da eşlerini de çocuklarını da erkekleri de iyiliğe yöneltecek şeyler olması çok etkileyiciydi. Kadın hakkı aslında toplumun hakkı öylesine derin bir değiştirme ve iyileştirme gücü var.
- Anlatıcının hayatında Nişantaşı ve Sultanbeyli gibi iki farklı dünya bir arada. Bu iki zıt mekân, anlatıcının iç çatışmalarını nasıl besliyor? Kahramanımız, bu gidip gelmelerle kimliğini ve hayata bakışını nasıl şekillendiriyor?
Şu an toplumun iki kutbu aslında. Kahramınımın çok mantıklı nedenlerle inandırıcı biçimde oradan oraya gitmesi gerekiyordu, bunu başardı. Toplumsal çürüme dediğimiz şeyin her iki kutupta da olduğunu vicdanın ne halde olduğunu insanların iç dünyalarında aslında nasıl benzer şeyler yaşadıklarını bize göstermiş oldu. Sultanbeyli’yi bu kadar gerçekçi yazabilmeme ben de şaştım doğrusu. Yazmak bir radyo frekansını yakalamak gibi zaten.Bilmek görmek bir yere kadar önemli olan bir hissi yakalamanız. O hissi yakalarsanız uçarsınız yoksa yerlerde sürünür yazdıklarınız. Sultanbeyli dünyasını yazabilmek hayal edebilmek benim için önemliydi çünkü yabancısıydım doğal olarak. Eğer doğru hissi yakalayamasam yazamazdım. Burada kahramanların eşyalarla ve mekanlarla ilişkilerini doğru düşünmek hissetmek önemli. Kahramanım bu gidip gelmelerde içsel hayatını ayakta tutabilmek için eşyalara dünyevi şeylere güzelliklere bağlandı aslında. Her şeyde bir parça güzellik bulması da onu ayakta tuttu.
- Memoria, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişte konaklardan apartmanlara kadar bir dizi mimari ve toplumsal dönüşümü gözler önüne seriyor. Eski yapıların kaybolması, sizce toplumsal ve kişisel hafızalarımızda nasıl bir boşluk yaratıyor?
Şehirler hatıralarımızla var. Bir sokağın köşebaşı kimilerimiz için bir ölüm haberini aldığı yerdir ve öylesine geçip gidemez. Taksim Meydanı toplumsal hafızamızda bir yeri var. Orayı yok ettiğimizde belleğimiz kayıyor. İstiklal Caddesi’nin dönüştüğü şey mesela. Yalan tarihli tatlıcılarla dolu. Oysa hafızalarımızda başka bir yer var ve onu öldürmek mümkün değil. İki tezat sadece ruhları yaralıyor. Hiçbir yönetimin bunu yapmaya hakkı olmamalı ama oluyor. Hafızasızlıkla beraber ruhsuzluk dayatılıyor.
Anlatıcının dedesinin Eyüp Mezarlığı ve Karılar Tekkesi ile güçlü bir bağ kurması gerçekten dikkat çekici. Mezarlık gibi ölümle iç içe bir mekânda büyümek, ölülerin sessizliğine ve geçmişin izlerine tanıklık etmek, sizce karakterin hayata bakışını nasıl etkiliyor? Mezarlık sadece bir yaşam alanı değil, hayatla ölüm arasındaki sınırları zorlayan manevi bir geçiş alanı gibi mi?
Onur Türkmen’in bestelediği Gılgamış Operası’nın librettosunu yazmak için ölüm üzerine öyle uzun düşündüm ki…Buna tabii roman da eklendi. Ölümün bu kadar içinde olmak bir mezarlığın içinde yaşamak aslında ölüme bakışı doğallaştırıyor. Memoria’nın kahramanları ister istemez böyle bir bilgeliğe sahip oldular. Ölümün hayatın bir parçası olduğunu bilerek yaşadılar, korkmadılar. En güzeli tabii sonrasını merak da etmediklerdi bir pervasızlığa erişmeleriydi. Sizin de dediğiniz gibi bu manevi geçiş alanında her şey bu dünyadaydı bunu bize acayip güzel gösterdiler. Ölüm sonrası her şey törenler mezarlar kalanlar için. Bunu da idrat ettirdiler. Hatta mezar taşının giden geri dönmesin diye tıkaç gibi tepesine çakıldığını bile söylediler. Bir mezarlığın ve ölümün bu kadar çok hikayesi olduğunu Memoria’yı yazmadan evvel bilmiyordum. Şişip patlayan ölülerden, çakalın deştiği mezarlara ya da halen ölenden intikam almaya çalışan yakınlara kadar beni bile şaşırtacak kadar çok şey dile geldi. Memoria’nın kahramanları bilmediğimiz bir şeyi neredeyse bilinir açık seçik bir hale büründürdüler.
- Amerikalı Mary ve İstanbullu Meryem’in kültürel kimlikleri arasındaki bağ, romanın çok katmanlı hikâyesinde nasıl bir rol oynuyor? Bu karakterler, kültürler ve kimlikler arasında nasıl bir köprü veya çatışma alanı yaratıyor?
İstanbul tabii o yıllarda gezginlerin gözdesi. Büyük bir liman. Mray kadın bir gezgin olarak ilngiç bir karakterdi. Amerika’dan geliyordu ve o yılların Amerikası dünyanın geri kalanını anlatmama imkan verdi. Dünyanın yırtıldığı yer İstanbul’du ve Avrupa’dan öte geri kalanında hiçbir şey yoktu. Amerika’nın çok kimlikli bir yapı ve taptığı bir anayasa ile nasıl dünyanın kendisi olabildiğini de anlatmaya fırsat verdi tabii Pera’dan topladığı Newyork Times’lar ve kendisine gelen mektuplarla. Gezgin kadın karakterim Mary yani dünya ne halde buna bakmaya vesile oldu. Dünyaya ses veren İstanbul’da durup bize uzakları anlattı. Biz de buradaki eksikleri fazlalıkları oradaki yanlışları görmüş olduk.
- Cumhuriyet’in ilan edildiği gece doğan ve roman boyunca kişisel ve toplumsal dönüşümleri simgeleyen Muazzez, yeniliği ve eskiyle yüzleşmeyi nasıl temsil ediyor? Onun hayatı üzerinden, toplumun modernleşme sürecine nasıl bir bakış sunuyorsunuz?
Doğru dediğiniz gibi Muazzez ve onun ele geçirdiği apartman önemli bir temsil aslında. Modernleşmek o kadar da kolay olmadı. Şapka kredisi olan bir toplumda neyi ne kadar romantize edebiliriz? Cephede ölenler gibi intihar edenler vardı. Kimse çocuk doğurmak istemiyor, ortalık kürtajda ölen kadından geçilmiyordu. İstanbul tıpkı Sis şiirindeki gibiydi. Bozkırın ortasında da bir başkent vardı kahramanlarımın çeşitli dönemlerde ilginç vesilelerle gittiği. Doğal olarak sancılı oldu modernleşme. Romanımın bu gerçekçiliği benim için kıymetli. Medeni Kanun öyle ha denilince uygulamaya konulmadı. Modernleşme ilkokul müsamarelerinde olduğu gibi yaşanmadı yani. Arnavutların Konağı’nda Kanlıca’dan gelen kızkardeşin anlattığı gibi modernleşmenin nişanesi olarak vapurlarda ansızın Bolero çalınmaya başlar ve yolculardan biri korkup kendisini suya atar. Muazzez tabii her devrin kadını oldu. Sanırım en çok kendisine Ford araba aldığı Hilton havuzbaşındaki dönemini yazarken kendimi iyi hissettim. Muazzez dönemi bize yaşatmak için iyi bir eşlikçi oldu.
- Son olarak 1000 sayfalık bir başyapıtın devamında ne bekliyor bizi?
Çok ilginç beni çok heyecanlandıran yeni bir şey yazıyorum. Tabii yine bir roman. İçinde yenilik barındıran bir şey deniyorum. Kahramanım da bir kadın. Şimdilik bu kadarını söyleyebilirim.
Bazı öneriler:Bazı Kitaplar Barış Bıçakçı-Dünyaya Yeni Gelen Okurlar İçin “Bilmemeyi çoktan sahiplenmiş” birisinin, başkalarından neler neler öğrendiklerinin dökümünü yapan maddeleriyle… “Soluk almadan bilmeye” ayak direyen, mütereddit bir ansiklopedi. “Deneyime dayanmayan bilgelik” olarak. Barış Bıçakçı’dan, ömür kadar kısa bir roman. Çarpıcı,sarsıcı… Bazı Diziler Jilly Cooper’ın Rivals romanından uyarlanan dizi, 1980'lerin İngiltere’sinde geçen ve sosyal elitlerin güç oyunlarını, skandalları ve karmaşık ilişkilerini hicivli bir dille ele alan bir yapım. Dizi, Cooper’ın popüler Rutshire Chronicles serisinin ruhunu ekrana taşıyarak, izleyiciyi dramatik, mizahi ve şaşırtıcı olayların içine çekerken, dönemin aşırılıklarla dolu dünyasını yansıtıyor. Sosyal maskaralıklar, romantik karışıklıklar ve güç mücadeleleriyle dolu bu hikaye, dönemin atmosferini gözler önüne seriyor ve izleyiciyi unutulmaz karakterler aracılığıyla sürüklüyor. İMDB:8.00 Bazı Konserler 23 Kasım’da Jethro Tull İstanbul’da. Kaçırmayın. |
Ebru D. Dedeoğlu kimdir? Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı. Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı. Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla bire bir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejileri üzerine çalıştı. Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu. Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı. |
Yılmaz Şener: Deng’de zaman çok önemlidir. Ölçülebilir değildir. Her şey bir gün içinde yaşanır ama aslında o bir gün sonsuzluğu da temsil eder. Romanın başının ve sonunun olmaması da bu yönüyle ilgilidir
Adam Fawer, yeni kitabı "Mobius"u anlatırken okurlara "Caleb, Rowan’ı istediğini elde etmek için bir araç olarak kullanıyor ve her ne kadar ona değer verse de misyonunu Rowan dahil olmak her şeyden üstte tutuyor" ifadeleriyle ipucu verdi
"İktidardakiler kendilerine ‘padişah’ denilmesinden ve ‘kullarım’ tavrından mutluluk duyuyor”
© Tüm hakları saklıdır.