28 Nisan 2024

Erkeğin çileli yolu: Gece hayatı

Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı

Araştırmacı, yazar Osman Özarslan, taşrada modernlik deneyiminin de mekânı olan gazino ortamlarını; ekonomi-politik dinamiğinden eğlence kültürüne, davranış kodlarına ve raconlarına kadar taşradaki gece hayatının analizini yapıyor. Yüksek lisans tezinden hareketle yazdığı  kitabın, odağında erkeklik var. Erkekliğin inşasında, gece hayatı ve eğlence kültürünün işlevini anlatıyor. Kadın bedeni üzerinden ve parayla/harcamayla "kanıtlanan" bir erkeklik performansının zengin ve acıklı bir tasviriyle karşılaşıyoruz. Yazar, cömertlik jestleriyle paralı, yakışıklı veya "belalı" imgesiyle ve türlü marifet sergileyerek gerçekleştirilen performansı, "erkeklik müzayedesine" de benzetiyor. Ve diyor ki “Erkeklik dediğimiz şey özellikle gece hayatından bakınca sonsuz bir yarış ve rekabet. Sürekli skor üzerinden kendini var etmeye çalışan bir anlatıdır."

Sadece konusuyla değil, çok yönlü ve detaylı bakışıyla da etkileyici bir kitap olan “Hovarda Âlemi”nin yazarı Osman Özarslan ile buluştuk ve bir sıkıntı mekânı olarak taşrada erkeklik ve kadınlık mücadelelerini, yapılan feda-kâr’lıkları tüm yönleriyle konuştuk. Buyrun sohbetimize…

Taşra kültüründe eğlence ve erkeklik konusunda saha çalışmasını içeren tek kaynak Hovarda Âlemi. Bu konu çocukluk hatırasından ziyade akademik merak haline nasıl geldi?

Kitabın mekânı, kasaba sayılacak bir ilçe. Bu tür yerlerde mekânsal ayrım çok nettir. Yani kadınların ve erkeklerin gidebilecekleri ve gidemeyecekleri yerler bellidir. 2000’li yıllardan itibaren, konsomatris kadınları yalnızca erkeklere ait mekanlarda görmeye başladım. Mesela, internet kafelerde, kumarhanelerde, kahvehanelerde vb. Bu kadınların gündüz hayatında görünürlüğü ve elbette geceleri ne iş yaptıkları, nasıl para kazandıkları, unutulmuş bir taşra kasabasında ne aradıkları yeterince ilgi çekici bir meseleydi. Bu meseleyi, okuldaki hocalarıma, arkadaşlarıma yeri geldikçe anlatıyordum ve yüksek lisans önerisi yapmam gerektiğinde, hocalarım bu başlıkla başvuru yapmamı önerdiler ve sonrasında, ailemin geçmişinden kalan çocukluk hatırası akademik bir meraka dönüştü diyebilirim.

Taşra simgesi dünden bugüne edebiyat ve sinemalarda defalarca ele alınmış konu. Kitabınızda, Taşra’yı ve taşra gece hayatını sıkıntı ve klostrofobi üzerinden ele alıyorsunuz. Sormak istiyorum. Kentler ışıklı, taşra sıkıcı ise “Taşra” neresidir? Taşra erkeğinin psikolojisi nedir? Modern sıkıntı Taşra’yı nasıl etkiledi?

Şimdi şöyle, taşra dediğimiz yer sıkıntı ile özdeşleşmiş klastrofobik mekânlar. Ama kitapta idari bir birim ya da coğrafi bir ayrım yapmamaya özen gösterdim. Çalıştıkça gördüğüm temel mesele bu oldu. Taşra dediğimiz yer, merkezin dışında kalmış olan yerler. Bu İstanbul’un göbeğinde de olabilir, Antalya’nın bir köyünde de. Aslında, erkeği burada taşralı kılan duygu, kentlerde yaşandığı varsaydığı keyiflerin, imkanların dışına atılmış hissetmesi. Ya da modernlik fragmanları diyeceğimiz, niteliksiz deneyimlerinin sonucunda edindiği yanlış izlenimleri sonucunda kentleri kafasında yanlış bir şekilde kodlaması. Nedir bu niteliksiz deneyimler ya da kentlilik fragmanları, mesela geneleve gitmek, sahile gitmek, askere gitmek, pavyona gitmek ya da tersi, mesela kent fragmanlarının örneğin lunapark olarak taşraya gitmesi. Tüm bunlar, merkezin varsayılmış keyiflerinin dışında kaldığını düşünen, taşralı erkeğin sosyo-kültürel dünyasının sınırlarını inşa eder.

Tabii bu meselenin böyle kodlanmasında modernliğin kendisini pek çok dikotomi gibi, eğlence&sıkıntı ikiliği aracılığıyla kurması da belirleyici oldu. Kentler tempo ve eğlence ile, taşra da sıkıntı ve durağanlık ile eşitlendi. Tüm bunların sonucunda, taşra dediğimiz kara parçası neredeyse doğal olarak sıkıntının mekanı olarak istimlak edilmiş oldu. Oysa, sıkıntı çok katmanlı ve hatta pek çok düşünüre göre çok kıymetli bir duygu durumu ve varoluş ontolojisi, ama sıkıntının günümüzde yalnızca sıkılma ile özdeşleştirilmesi dediğim gibi modernliğin yan etkilerinden birisi.

Bir de tabii sıkıntı faslında, özellikle taşra söz konusu olduğunda şunu konuşmak lazım, Yıldırım Türker’in dediği gibi, sıkıntı erkeğin kronik hastalığı. Özellikle taşrada, kadınların ve erkeklerin zamanla ve mekanla kurmuş olduğu ilişki ve aynı şekilde, sıkılma ve eğlenme ile kurmuş oldukları ilişki oldukça değişik. Buraların da patriyarka - toplumsal cinsiyet kodları ve bunlara bağlı işbölümü tarafından belirlendiğini söylemek yanlış değil.

Sizi ilk Murat Hocaoğlu’nun çok etkilendiğim “Arabeskin Aşık Kadınları” belgeselinde izlemiştim. İzlediklerimden ve okuduklarımdan anlıyorum ki gece hayatında bazı erkek rolleri mevcut. Bu dünyanın değişmez çarklarından olan bu tipolojileri anlatır mısınız?

Erkeklik dediğimiz şey, genel olarak zaten rollenmedir demek yanlış olmaz. Bir de tabii günümüzde medya ve sosyal medyanın gelişmesiyle birlikte, tarihsel erkeklik arketipleri bir sürü alt başlığa büründü ve erkeğin rollenmesi için mecralar çeşitlendi. Ki zaten, ben en genel anlamıyla alemci erkeğin gecesi ve gündüzündeki karakterlerinin birbirlerini olumsuzladıklarını defaten de vurguladım. Gündüzün muhafazakâr-milliyetçi aile babası, esnaf abisi, birden bire gecenin saldıray, aşkın, fantastik aşk adamına dönüşür. Tüm bunlar da gündüz ve gece için farklı karakterler edinmekle mümkün tabii ama gece hayatının tipolojileri deyince bunlar biraz daha gece hayatının kendi mekanizması ile ilgili. Yani gece hayatında, müşteri, kabadayı ya da işletmeci olarak varolacaksanız, bu arketip diyebileceğimiz tipolojilerden birisine girmek durumunda kalırsınız.

Bu tipolojileri kabaca paralı, belalı ve yakışıklı olarak tanımladım. Bunlar en genel anlamıyla, gece hayatının, gazinoların erkeğe vaad ettiği modernlik fragmanında ancak bir harcama/harcanma formu olarak var olabilir. Paralı parasını, belalı bedenini ve hayatını, yakışıklı ise geleceğini harcar.

Paralı, belalı, yakışıklı ve çakma belalının birbirleriyle, kadınlarla ve gece hayatıyla ilişkisi nasıldı? Kendilerini nasıl var ettiler?

Bu tanımların tamamı gece hayatının tipolojileri. Konsomatrislerin zamanlarının metalaştırılması ve erotize edilmiş bedenlerinin fetişleştirilmesi etrafında oluşturulan bir ahlak ekonomisi ve para ekonomisinin tipolojileri. Paralı dediğimiz tipoloji aslında, ancak para harcayarak var olabilir ve onun harcaması diğer paralılar ile sürdürülen bir erkeklik müzayedesi şeklinde gerçekleşir. O harcadığı oranda var olabilir.

Belalı ise hem kendi bedenini hem de başka bedenleri harcadığı oranda gece hayatında yer edinebilir. Onu lakabıyla tanırız, tıpkı Boğaç Han hikâyesindeki gibi ismini hak etmiştir, bir hikâyesi vardır, cezaevleri, icraatları vb… Tüm bunları ve ismini her gün yeniden koruması gerekir, bu yüzden, oturması, kalkması, giyimi kuşamı hatta içtiği içki bile, kendi ismi etrafında oluşmuş olan kahramanlık anlatısını pekiştirmek üzeredir. Ki bu bakımdan, belalı bir öznellikten ziyade bir performansa biçimidir.
Yakışıklı, tüm bu hikâyelerin dışında, konsomatris kadının erotik bedenini inşa etmek için kullandığı ve gece hayatının insanlarından intikam almak için kullanılmış yer yer Oedipal tınılar da taşıyan, gazino-pavyonla doğrudan ilişkisi almayan ama mekanın periferisinden bir gençtir. Kadın tarafından devşirilir ve çok kısa bir sürede gece hayatının insanlarından birisi haline gelir.

Peki, gece hayatında erkeklik ve erkeklik serüveninin kriterleri nelerdir? Gece hayatında hangi biçimlerde ortaya çıkıyor?

Erkeklik dediğimiz şey özellikle gece hayatından bakınca sonsuz bir yarış ve rekabettir. Sürekli skor üzerinden kendini var etmeye çalışan bir anlatıdır. Bildiğiniz üzere erkekler en fazla arabalarının kaç bastığı, bir kerede kaç bira içtikleri, kaç kişiyle aynı anda dövüşüp, sevişebildikleri, bir gecede kaç kere sevişebildikleri gibi son derece sayısal bir skor manyaklığı üzerinden kendilerini var ederler ki, gece hayatında da durum farklı değildir. Kaç kadın yanına oturttun, kaç vol söyledin, kaç konfeti patlattın, ne kadar hesap ödedin skorları üzerinden kendini var eden bir erkeklik biçimi bu.


Taşra gece hayatında haz anlayışı ne o zaman?

Bu konu üzerine çok düşünmedim ama yazdıklarımı tekrar hatırladığımda, gece hayatı çok eğlenceli gibi görünse de, erkeğin çileli yolu olduğu fikri bana daha yakın geliyor. Ya da ben en azından erkeklik tipolojilerini çile üzerinden çizmiştim.

Modern dönem öncesinde, taşra eğlencelerinin en önemli teması erkeklerin kadın kılığına girmesi, kadınların efe kılığında gezinmesi iken 80’li yıllardan sonra endüstiyel gelişimler ve hızlı bireyselleşmelerle birlikte büyük bir değişim ve dönüşüm yaşandı. Bu dönüşüm Taşra’da eğlence hayatını nasıl değiştirdi?

Bahsettiğiniz Diyonizyak, karnavalesk tersinleme eğlenceleri hâlâ taşrada özellikle düğünlerde var. En azından benim çalışmalarımı yürüttüğüm “Teke Yöresi” civarında bu temaları gözlemlemeye devam ediyoruz. Bununla birlikte, elbette dediğiniz gibi 2000’lerden sonra yaşanan bütün dönüşümlerden taşra eğlenceleri de payına düşeni aldı. Bir kere artık her yerel çalgıcı-müzisyenin küçük bir kamyoneti var ve kapaklarını açtıklarında ses ve ışık sistemiyle orta karar bir diskoya dönüyor ortam. Ki, AKP dönemindeki karnaval-festival yasaklarının üzerine taşranın genel patriyarkal yapısının eklendiğini de düşünürsek, özellikle kadınlar için düğünler ve özel günler alabildiğine eğlenme için bir fırsat.

Öte yandan, elbette erkekler için durum biraz daha değişik, yani bahsettiğiniz gibi eğlencenin çok mekanikleştiği, astronomikleştiği, zamanın ve kadın bedeninin fetişleştirilmesine metalaştırılmasına dayanan gazino-pavyon tarzı eğlence formları da alabildiğince gelişti. Fakat bu endüstriyel kültürün dışında kalmaya çalışan, apaçi tarzı tofaşk’çıları unutmamak lazım. Kentin hakim tepelerinde kendi küçük krallıklarını ilan edip araç kaputlarında piyizlenen bu gençler, kendi müzik anlayışları, kendi giyim kuşamları, hatta kendi duygulanım biçimleriyle yeterince çalışılmış ve dikkate alınmış değil. Özellikle endüstriyel eğlence biçimlerinin dışında, zamanın herhangi bir şekilde ölçülebilir hale getirilmesine karşı bu gençlerin sergilediği berduşane pratikler bence çok önemli ve üzerine sanki biraz daha düşünüp, konuşmak gerekiyor.

Trans şarkıcılar 1950’li yıllardan beri gazinoların kadrosunda yer alıyor ancak günümüzde trans solistlerin bu mekanlardaki artışını ve özellikle öne çıkarılmasını neye bağlayabiliriz?

Bu konuda birtakım fikirlerim var ama karşılaştığım veri oldukça kıt ve teorize etmeme müsaade etmiyor.

“Pavyonda konsomatris ile içki içilir, ilişki dışarıya taşmaz” lafı bana hiç inandırıcı gelmiyor. Bu ne kadar gerçek? Ağırlıklı tarımla uğraşan çiftçiler, tarlaları satıp, sadece içki içmek için mi büyük hediyeler alıyorlar? Ne kadar doğru?

Elbette dışarıya taşan vardır. Ama norm bu değil. Gazino-pavyon ile genelevi ayıran temel fark budur zaten. Eğer rahatlıkla kadın çıkarılabilseydi, kadının bedeni fetiş zamanını da meta haline getirmek mümkün olmazdı. Ayrıca, erkekler dünyasının kaçanı kovalama takıntısını da bir kenara yazarsak, (ki gece hayatında en fazla duyduğum metaforlardan birisi av-avcı metaforlarıydı) sanırım biraz daha anlaşılır olur. Ebru, sorunu biraz tersinden şöyle formüle edeyim, mesela hiçbir erkek genelev için tarla satıp bitirmemiştir ya da en azından böyle bir hikaye ve bu hikaye etrafında dönen şarkılar-türküler yok. Dolayısıyla, gazino-pavyon ortamında paranın su gibi akmasını sağlayan şey temelde, tam da kadın bedeninin biraz Xenon paradokslarına benzer bir şekilde ulaşılabilecek mesafede ama asla ulaşılamayacak bir şey olmasıdır.

Anlamak istiyorum. Büyük borçlar insanı minnettar değil kindar yapıyorsa, gece hayatında kim av kim avcı?

Burası işte gece hayatının erkeğinin en dramatik hikâyesi en makus talihidir. Erkek yukarıda da dediğim üzere, gazinoya-pavyona avlanmak üzere gider. Ama eninde sonunda ava hatta bazı durumlarda yeme dönüşür. Çünkü, nasıl lunaparklarda, casinolarda, kumarhanelerde bütün tertibat mutlaka ama mutlaka kasanın kazanması üzerine kurulmuşsa, gazino-pavyonda da olay mutlaka erkeğin kaybetmesi üzerine kuruludur.

Yazar ve akademisyen Serpil Sancar’ın dediği gibi “erkeklik imkânsız iktidardır” diyebilir miyiz?

Kesinlikle böyle söyleyebiliriz. Ki ben çalışmamı yaparken, Serpil Hocamın kitabından çok istifade ettim çok esinlendim. Çünkü erkeğin iktidar dediği şey, mutlak bir ötekine dolayımlanır. Bir başka kadın ya da bir başka erkeğin çok değişik biçimlerde istismar edilmesi, aşağılanması. Ama bu sonsuza giden bir matristir, çünkü hep daha güçlü, daha zengin, daha yakışıklı, daha güzel, daha yüksek binalara, daha hızlı arabalara sahip birileri vardır.

İmkânsız erkekliğin, imkansız hediyesi bir imkânsızlıkla yoluna devam eder: İmkânsız Tatmin” diyorsunuz. Harcama ile kadın üzerinde hegemonya kuran paralı erkek ile konsomatris kadın arasındaki “göster ama verme” stratejisi mi geçerli?

Bu soruya çok net bir şekilde evet demeliyiz. Erkeğin bir gece sonra oraya gelmesini sağlayan şey, onun bir gece ya da bir öncekinde tatmin olamamış olmasıdır zaten. Kadın bedeni oradadır, çok yakındır, ona dokunabilir, dans edebilir ama tatminsiz kalmak zorundadır, ki ertesi gün bir kez daha gelsin.

Çapkınlık bir doyum arayışı değilse çapkınlık tam olarak nedir?

Çapkınlık meselesi çok geniş bir tartışma. Bir uçta Don Juan bir uçta Casanova bir uçta da daha modern bir imge olarak Playboy’lar var. Alt başlıkları genişletebiliriz ama motivasyonları itibariyle herhalde bu üç başlık günümüz çapkınığını çerçeveler. Fakat ben çalışmamda bilerek Hovarda ismini kullandım. Çünkü, bir kere mesela taşralı hovarda ile örneğin İstanbullu playboy kültürel sermaye ve mekânsal erişimler itibariyle eşit koşullarda değiller. Taşralı erkek, karısı ve akrabaları dışında bir kadına neredeyse yalnızca gazinoda rast gelebiliyor ki, bu karşılaşma da bilhassa erkek açısından tümüyle yanlış anlamalarla dolu bir karşılaşma.

Fantaziler, yaşanmamışlıklar, odipal bir takım olayların iç içe geçtiği bir durum. Bir de tabii sizin de vurguladığınız imkânsız tatmin mekanizması. İşte tüm bunları ben hovardalık olarak adlandırmayı tercih ettim çünkü, hovarda Farsça kökenli bir kelime. Hurda’dan geliyor. Yani başı sonundan belli, eğer erkek belli bir noktada yaşadığı şeyleri düşünebilirse geriye dönüp baktığında, ömrünün uçurumdan aşağıya doğru yuvarlanıp hurdaya dönüşünü izleyebilir ama bu da pek rastlanan bir durum değildir memleketimizde.

Gece hayatında erotik beden ve cinsel beden birbirinden ayrılıyor. Konsomatris ile fahişelik arasındaki çizgi nedir?

Seks işçisi kadının bedeni tamamen cinsel bir bedendir, işini yapar parasını alır. Konsomatris ise görülen dokunulabilen ama sıklıkla erişilemeyen bir bedendir. Dolayısıyla, konsomatris bedeni erotiktir ama cinselliği müzakereye açıktır, ki zaten tarla da bu müzakereler esnasında kaybolur.

"Taşra"da konsomatrislikte kadının bedenini erotik kılan nedir?

Modern bir görünüşe sahip olması. İçki, sigara hatta cigara içmesi. Dans etmeyi bilmesi, süslü olması, sahipsizliği, bir otelde yaşıyor olması vb… gibi listeyi uzatabiliriz. Ama onu asıl erotik kılan şey, taşralı erkeğin hayatındaki kadınlarda arayıp bulamadığı ne varsa, konsomatris kadında bulabileceğine ilişkin (oje, ruj, kuaför mesaisi vb.) ön kabuldür. Ve tabii bir de erkek ile konsomatris kadın arasında, o erkek ile etrafındaki kadınlar arasında asla gerçekleşmesi mümkün olmayan, bir tür dirty talking/sexting muhabbeti ki, müzakerenin bir kısmı da zaten burada sürer.

Konsomatris kadınlar, erkeklerin dünyasında varolabilmek ve belki de onları ezmek için hangi taktikleri kullanıyorlar?

En sık kullanılan yöntem onların paralarını yemek ve bunu yüzlerine vurmak, bir başka erkeği öne çıkarmak, lokal bir kalantora ya da bürokrata sırtı dayamak suretiyle diğer erkekleri ezmek, en fazla kullanılan yöntemler.

“Konsomatris, müşterilerden ya da mekandan sevgili edinmez” Neden? Bu güçlü kadınlar sevgili olarak neden silik ve vasıfsız erkekleri tercih ediyor? Yıkıcı etkileri yok mu?

Kadınlar bu kadar parayı kazanırken, ve erkekleri eli hamur karnı aç bırakırken, yani arzularıyla onları kapıda baş başa bırakırken elbette bir sürü aşağılanmaya maruz kalırlar. Keza, bir erkek bir kadına bir içki söylediğinde ona her şeyi yapabileceğini, söyleyebileceğini düşünür. İşte burada dışarıdan silik bir erkek hem kadının diğer ‘güçlü’ erkeklerden aldığı bir intikam, hem de arzuladığı mutedil ve muhayyel sorunsuz ilişkinin muhtemel kahramanı olarak belirir. Dolayısıyla burada yıkıcılık, kadının gece hayatının muktedirlerine karşı yönelttiği bir yıkıcılıktır.

Bir mekânı “pavyon" yapan şey tam olarak ne? Mafya baskısının görünür olması mı, içeride konsomatris kadınların çalışması mı? Çünkü bugün de kentlerin dış mahallelerinde, ailece de gidilebilen, pavyon kalitesizliğinde gece kulüpleri var?

Ben pavyonları değil gazinoları çalıştım ama belki sorunun cevabı ikisinin de kesişim noktası olan şu noktadan anlaşılabilir: Bu mekânlarda kadın cinsellik ihtimalli erotik bir beden olarak var olur ve buradan yola çıkarak, kadının zamanı (içtiği içecek, masada geçirdiği zaman) çok astronomik bir şekilde metalaştırılır. Dolayısıyla gazino-pavyonları kuran ve onu genelevlerden ayıran temel bir çizgi de, kadının bedeninin (elbette kısmen bu da var) değil ama zamanının metalaştırılmasına ilişkin tertibatların bu mekânların kodlarını belirlemesidir.

Konsomatrisler, başka taşralarda yaşayan yoksul ailelerin çocukları. Yoksulluk ve tek başına hayat mücadelesinden kaçarak gece hayatına tutunmuşlar. Ve muhtemel namus davasıyla kovuldukları aile evlerinin gelir kapısı olmuşlar. Tam bir ikiyüzlü çökmüş aile sistemi. Bu kadınlar bunca sıkıntı çekerken refah bir gelecek kurabiliyorlar mı?

Sıklıkla söylediğim bir mesele var. Pavyonlar ve gazinolar, AKP’nin Türkiye’ye yaşattığı neo-liberal dönüşümle birlikte altın çağını yaşadı. Hiç olmadığı kadar kadın, gazinolarda ve pavyonlarda çalıştı, çalışmaya devam ediyor. Bunun sebebi aslında, AKP iktidarında, AKP’nin ve muhafazakâr dünyanın ağzından düşürmediği ailenin tasfiye edilmesi, köylülerin kent yoksullarına dönüştürülmesi ve bunlara bağlı olarak, insanların alabildiğine borçlanması ve hem finansal sistemlerin, hem de piyasanın karşısında insanların özellikle kadınların, yapa – yalnız yoksul, hayatlarını idame ettirmeye çalışan kent yoksullarına dönüşmüş olmalarıdır.
Tüm bunların sonucunda artık aile diye bir şeyden söz edemiyoruz. Mutlak bir atomizasyon. Bu bakımdan, konsomatrisler giderek erimekte olan orta-alt sınıfların koşullarından bağımsız değiller. Tıpkı bizleri olduğu gibi, ama onları daha çok, maalesef güzel bir gelecek beklemiyor.

Bu çalışmada taşralı gazino müdavimlerinin aileleri ve ailelerin çektiği acılar özellikle eş, anne konumundaki kadınlar yer almıyor. Neden?

Haklısınız, bu konu yapmış olduğum çalışmanın en büyük eksiği. Bunun basit bir sebebi var, taşra muhafazakarlığı dediğimiz şey aslında, patriyarkaya bağlı bir toplumsal cinsiyet rejimi. Erkekler kendileri ve skorları hakkında ne kadar konuşkansa, kadınlar da kendileri ve aileleri hakkında o kadar susmayı öğrenmişler. Kadınlar için haneden, mahalleye doğru temel kural, kol kırılır yen içinde kalır.
Dolayısıyla müdavimlerin eşleri, anneleri, kızları ile konuşmaya çalışsaydım, ya da bu konuda ısrar etseydim, öncelikle kendim bir takım sosyal problemlerle yüz yüze kalacaktım sonra da muhtemelen yapmış olduğum çalışma etik bir takım çizgileri ihlal etmek durumunda kalacaktı.
Bu bakımdan, şimdilik yalnızca erkekleri yazmayı tercih ettim.

Teşekkür ederim.

Osman Özarslan kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı.

2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.

 

Ebru D. Dedeoğlu kimdir?

Ebru D. Dedeoğlu, işletme-ekonomi bölümünden mezun oldu. Executive MBA alanında yüksek lisansını tamamladı. İktisat Bankası'nda MT olarak başladığı iş hayatını 13 yıl süresince portföy yönetim şirketlerinin pazarlama biriminde yönetici olarak tamamladı.

Bir yıllık Uzak Doğu serüveninden sonra hayatına yeni bir yön vererek yayıncılık hayatına adım attı ve Doğan Kitap pazarlama biriminde yeniden başladı.

Türkiye'nin çok sayıda yazarlarıyla birebir geleneksel ve digital medya pazarlama stratejeleri üzerine çalıştı.

Cumhuriyet'te Türk/yabancı yazarlarla söyleşiler yaptı.Oksijen gazetesinde de röpörtajları devam etmektedir.

Yeni yazarlar keşfetti. Doğan Kitap'ta uzun yıllar süren yayıncılık hayatından sonra Ajans Letra'yı kurdu.

Halen Ajans Letra'da çalışıyor ve yazarlara danışmanlık hizmeti veriyor. Aralık 2023'ten itibaren kitaplar, yazarlar, yayın hayatı üzerine T24'te söyleşi yapmaya başladı.

Yazarın Diğer Yazıları

Fem Güçlütürk: Bitkilerle ilgilenmek, ne almaya hazırsan onu veriyor sana; hayat gibi

"Bitki, dekor parçası değil bir canlı. Sadece görüntüyü kurtarmak, ya da gösteriş için bitki alma"

Doç. Dr. Özgür Türesay: 1854'te İstanbul'da Levanten ve Avrupalı çevrelerde ruh çağırma seansları yapılıyordu

"Osmanlı toplumunun üst kesimlerinde ve özellikle kozmopolit çevrelerde ruh çağırma seanslarının 1850'lerden itibaren sıklıkla yapıldığına dair bilgiler mevcut. Her millet ve dinden medyumlar var"

Acar Baltaş: İyimserler daha kısa yaşıyor

"Mutluluğun temeli, temel ihtiyaçları karşılayacak kadar bir gelir ama onun ötesinde de çok önemli ölçüde iyi ilişkiler üzerine kurulu bir hayat"