23 Aralık 2018

Aşk ve 'aşksızlık hali' nefret

Şiddet hiç kuşkusuz yalnızca Türkiye'de değil dünyanın birçok yerinde artıyor

Nefret, bir aşksızlık hali. O yüzden sosyal ağlarda yazılan kötü sözlere bakınca sadece bireylerin yalnızlığını, dışarıda kalmışlık duygularını, tehdit altında hissetme hallerini görüyor ve üzülüyorum.

Benim için aşkı en iyi anlatan resim, Dennis Scott’a ait, 1958’de Café de Flore’un altın çağlarını yaşadığı bir dönemde çekilmiş siyah beyaz bir fotoğraf karesi.

Resimde, üst üste dizilmiş sandalyelerin hemen yanında dünyadan, akıp giden zamandan bihaber çift birbirine sarılmıştır. Gitmelerinden umutsuz ama bir o kadar da sevecen bakışlarla, çenesini süpürgenin ucuna yerleştirmiş garson da onları izlemektedir. 

Kadınla adam için dünyanın sınırlarını birbirlerini sarmaladıkları kolları belirlemektedir. Zaman-mekân izafidir. Artık, tıpkı Alice Harikalar Diyarında’da “Bay Tavşan”ın söylediği gibi, “Sonsuzluk bazen birkaç saniyedir”. 

Fikrimce, aşkın en önemli iki özelliğinden biri; aşkın varoluş anlamlandırmasında, kendini “Öteki” ile tanımlarken kısıtlanma değil aksine bir özgürleştirme yaratışında, bencilliği ortadan kaldırıp aslında insanın özüne dönüştürürken, paylaşmaya, paylaşımla mutlu olmaya, karşısındakinin kusurlarını görmemeye, onu olduğu gibi kabul etmeye imkân vermesinde yatmaktadır…

Diğer özellik ise, aşkın, bizi biz yapan seçimlerimizde bireyin kendini var edebilme özgürlüğüdür. Aşk, bireyin kendi yolculuğunun bir bileti gibidir.

Fakat içinde yaşadığımız dünya, mesleki seçimlerimizden partner seçimine kadar en özgür olmamız gereken, en özel alanları baskılıyor ve kişileri etniklik, din, dil, ırk ile sınırlandırmaya çalışıyor. Böylece özgür seçimler bile kişileri alttan alta bir kıskançlığa iterken, baskılar bireyleri nefret, düşmanlık gibi yiyip bitiriyor, ardından da alevini ötekine sıçratan bir yangınla yakıyor. Bireyler yaşadığımız çağda sürekli tehdit edilmiş ve yetersiz görüyorlar kendilerini.

Siber şiddetin kurbanları

Bu çerçevede 21. yüzyılın en önemli demokratikleşme ve bilgi paylaşım alanları gibi görülen sosyal ağlar artık sevgisizliğin, olumsuz duyguların, siber şiddetin bir ifade alanına dönüştü. Başlarda dikkat çeken şimdilerdeyse neredeyse kanıksanan bu şiddet dolu dili iki açıdan çok tehlikeli buluyorum. 

Bunlardan ilki, siber şiddetle ilgili henüz çok fazla araştırma olmamasına rağmen Pew araştırma merkezinin çalışmalarına göre, 18-24 yaş arası kadınlar ve daha sonrasında ise ergenler siber şiddetten, aşağılanmadan en çok mustarip olan, depresyona itilen hatta tehditle zorunlu paylaşımlar yapmak zorunda bırakılanlar. Bu durum bireylerin önce siber alandan, ardından da gündelik hayattan uzaklaşmalarına neden oluyor.

İkincisi ise siber bir dünyada, karşınızdaki kişinin var olmayışının yarattığı yanlış bir algı, kişilerin fiziksel varlığının da değersiz kılınmasına neden oluyor. Bu da gündelik hayatta şiddetin, ağır sözlerin, nefret ifadelerinin daha kolay ortaya çıkmasına neden oluyor. Yani şiddet hem fiziki hem de sanal dünyada daha da artıyor, dozu yükseliyor, çünkü gerçeklik algımız da bozuluyor. Bundan en olumsuz etkilenen elbette yine her zaman olduğu gibi toplumda daha dezavantajlı olan gruplar kadınlar, LGBT bireyler, her türlü azınlık grupları ve korumaya herkesten fazla ihtiyaç duyan hayvanlar oluyor.

Onların hikâyesi, bizim hikâyemiz

Şiddet hiç kuşkusuz yalnızca Türkiye’de değil dünyanın birçok yerinde artıyor.  Radikalleşme son dönemlerin en önemli araştırma konularından biri. Fakat şiddetle nasıl mücadele edildiği bu noktalarda bazı farklılıklar gösteriyor.

Örneğin, 19 Aralık’ta Fransa’da LGBT bireylere yapılan şiddet eylemlerinin, bir yılda yüzde 15 oranında artmasını protesto etmek için “Urgence Homophobie” derneği Patxi Garat’a ait “De l’amour” yani “Aşktan” adlı şarkısı için Fransa’nın önde gelen, 70’e yakın sanatçısıyla birlikte çektiği klibi bir Fransız televizyon kanalı olan France Info’nun desteği ile yayınladı. Şarkı “onların hikayesi, bizim de hikayemiz” diyerek bireylerin seçme özgürlüklerine dikkat çekmeyi amaçlıyor. 

Bunun dışında, Fransa’da son bir haftadır, Noel’de terk edilecek ev hayvanları için çeşitli duyurular, bilinçlendirme kampanyaları yapılıyor, çünkü Fransa hayvan terk etmekte başı çeken ülkelerin arasında yer alıyor. Fakat Fransa sorunun önüne geçmek için, hayvanlara karşı şiddetin her türlüsüne (buna terk etmek de dâhil) 30.000 euro para cezası ve 2 yıla kadar hapis cezası yaptırımı uyguluyor. Bu da bu mücadelede ne kadar kararlı olduklarının göstergesi.

Bunu da son dönemlerde Türkiye’de hayvanlara artan şiddet eylemlerine ilham vermesi, bizlerin daha da iyi bir yasa çıkarmaya neden olması umuduyla paylaşıyorum. Unutmayalım ki sokak hayvanlarıyla yaşamak, onlara iyi bakmak Osmanlı İmparatorluğu’ndan beri kültürümüzün, gündelik hayatımızın bir parçası. Meraklısı için Yapı Kredi Yayınları’ndan basılan, Catherine Pinguet’ye ait “İstanbul’un Köpekleri” adlı kitabı tavsiye ediyorum. (Kitap, “II. Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan Batılılaşma hareketleri çerçevesinde, 1910 yılında toplanarak Sivriada’ya sürülen ve dönemin zihniyet çekişmelerinin en önemli figürlerinden biri olan sokak köpeklerinin itlaf serüvenine, Batı’daki benzer örneklere, İstanbul Himaye-i Hayvanat Cemiyeti’nin kuruluşundan Evrensel Hayvan Hakları Beyannamesi’nin kabulüne kadar hayvan hakları kavramına tarihsel ve antropolojik bir bakış sunuyor.”)

Fikrimce nefret, bir aşksızlık hali. O yüzden de ben sosyal ağlarda yazılan kötü sözlere bakınca yalnızca bireylerin yalnızlığını, dışarıda kalmışlık duygularını, tehdit altında hissedilme hallerini görüyorum ve üzülüyorum.

Halbuki, aşk dünyadaki çeşitliliğin yarattığı bütünlüğü anlamak ve kabul etmek için sihirli bir iksir gibi…

Yazarın Diğer Yazıları

Aaaaa nereden çıktı bu kadına şiddet?

Tüm topluma ama en çok kendilerini modern, adaletli, kadına destek olduğunu düşünen erkeklere iş düşüyor çünkü sizler bu kadar adaletli olsaydınız Türkiye’de bugün kadınlar bu kadar şiddet görmezdi

Tabutların değeri, Türkiye’deki değerler değişimine bir bakış 

Bir toplumda cinsel istismar, tecavüz ve hayvana karşı şiddet bu denli normalleştirilir, kurumlar işlemez görevlerini yerine getiremezse, maddiyata önem veren değerlerle büyümüş, madde içinde ruhları erimiş, gösterdikleri şiddetin karşılığı cezasız kalmış, birtakım güç ilişkileri ile korunan bireyler bir ülkeyi şiddete boğarlar

Yeri değişmiş bir çiçek: Türkiye

Cumhuriyet'in 100. yılında sevdiklerini çöp torbasında gömmenin ya da kimi zaman molozların arasında kalmalarının dayanılmaz yüzleşmesini yaşadık

"
"