Şiddet sarmalı yazı dizisinin ikinci konu başlığını kadına karşı şiddet, kadın nefreti ve toplumsal cinsiyet başlıkları etrafında sürdürmeyi uygun buldum. Ben bu yazıyı hazırlarken, “yenidoğan çetesi” adında şiddet sarmalının vahşet kelimesinin bile neredeyse tanımlamakta yetersiz kalacağı bir olay patlak verdi. İlk yazımın başlığı “Tabutlar Küçülünce" idi. Yaptırımlar gereği gibi uygulanmadığı takdirde çok daha fazla dehşet veren tablolarla karşılaşacağımız aşikâr.
Türkiye son aylarda, kadına karşı şiddetin günden güne daha belirginleştiği gerçeği ile sarsılıp durmakta. Ancak kadına şiddet gündemi yeni değil aksine, özellikle 2011 yılından beri, Türkiye kadın-erkek eşitliği ekseninde söylemlerini çok sertleştirmiş vaziyette. Hem Türkiye’nin hem dünyanın içinden geçtiği siyasi, ekonomik ve toplumsal süreçler, kadın-erkek eşitsizliğinde şiddeti daha ön plana çıkarırken, kadınları gündelik hayatın her alanında hem görünür hem de görünür olmayan bir şiddetle karşı karşıya bırakıyor.
Olayların toplumsal bir infiale dönüşmesinde şüphesiz artan şiddetin barbarlığı, vahşiliği, kamusal alana taşması da büyük bir etken. Neticede şiddeti daha önce mazur gösteren ögelerden biri de aile içi şiddet iken, şiddetin sokak ortasına taşması toplumsal kontrol mekanizmalarını da devreye sokuyor ve meşruiyetini de tartıştırıyor. Bununla birlikte kız çocuklarının öldürülmesi, cinsel istismarları, genç kadınların vahşi katliamları farklı bir şiddet kültürünün varlığına ve teşkilatlanması da dikkat çekiyor. Şiddeti uygulayanların yeni yetme ergenler ve henüz reşit olmuş gençler olması ise belki de sorunun vahametinin en yeni değişkenleri olarak karşımızdalar. Çetelerin, farklı kartellerin ortaya çıkışı da yine işlemeyen kurumların, ülkenin yönetimsel problemlerinin, kanunların yeterince uygulanmayışının ve ülke içindeki gelir adaletsizliğinin sonuçları olarak ortaya çıkıyor.
Toplumca çocuk yetiştirmede sınıfta kaldığımızı gösteren bir gerçeklik. Bir önceki yazımda, işleyemeyen kurumlarını, eğitim sistemini ve kontrol mekanizmalarını açıklamıştım. [1] Bugüne geldiğimizde artan ekonomik krizin yükü, ısrarla kadınları koruyan politikalardan uzaklaşılması ve uyuşturucunun yaygınlaşması da bu şiddetin artışına ek olarak gösterilebilir. Ancak asla yeterli olamaz. Bizler artarak şiddetlenen her hayatın alanına nüfuz eden ataerkilliğin her kesimdeki etkisini anlamaya çalışırsak konunun özüne ancak inebiliriz. Elbette bu yazıda konunun derinliklerine inmek mümkün olmayacaktır.
Gözlemlerimizden yola çıkarsak, kolaylıkla toplumda ataerkil düzenin değişmemesi için çalışan, yasaları değiştiren sistemlerden, değişimlerden kadın özgürleşmesini sorumlu tutan iktidar odaklarından bahsedebiliriz. İnsanlık tarihi, kadını her zaman yoldan çıkaran, erkeğin günahlarından baş sorumlu ilan eden mitoslarla, ahlaki öğretilerle doludur. Şüphe yok ki bir rejimin hangi yönde değiştiğini belirleyen kadınlarla ilgili söylemler, anayasal seçimler ve reform düzenleri olmuştur. Örneğin, bekar, çocuksuz ve menopoza girmiş kadın Orta Çağ’ın en büyük kabuslarından biriydi. Orta Çağ’ın sonuna gelindiğinde, cadı olarak öldürülen, yakılanların, 1415 yılında yüzde ellisi, XV. yüzyılın ortasında yüzde yetmişi, yüzde doksanı ise bir yüzyıl sonra yalnızca kadınlardan oluşuyordu.[2] Bu şekilde katledilen kadınların ortak özellikleri tek başına yaşayan, menopoz çağında, toplumsal olarak işlevi olmadığı kabul edilen bekar kadınlardı. Ne tesadüftür ki, bu dönemler aynı zamanda kıtlık, açlık, doğal felaket, salgın hastalık dönemlerine denk gelirken, kadınlar tüm bu kötü gidişattan sorumlu tutulmuşlardı. Onları katletmek, belli bir nüfusu besleme zorunluluğunun ortadan kalkması anlamına geliyordu.
Yiyecek paylaşımında, toplumsal işlevi olmayan bir grup devre dışı kalıyordu. Rönesans’ta ise, ileri yaştaki kadınları, âtıl kalmış din çağının, dinle ilgili şifacılık gibi bilim karşıtı uygulamalarını kullandıklarını ileri sürerek kadınları bir kez daha mahkum ediyordu. Alfred Musset’in (1830-1857), resmettiği “Cadı “betimlemesi ise halkın isyankarı olarak karşımıza çıkıyor. Kıtlık dönemlerinde, Bangladeş, Hindistan’da kız çocuklarının ortadan yok oluşu tespiti elimizdeki başka verilerden biri.[3]
Nobel Ödülü sahibi Amatra Sen’[4]in altını çizdiği diğer bir gerçeklik ise Missing Women/Kayıp Kadınlar. Dünyada her yıl, dünya nüfusunda olması gereken 100 milyon kız çocuğu eksiliğini tespit etmiş Orta Çağ’da yaşanılan vahşet ve kadın öfkesi marjinal gibi gözükse de günümüzün dönemi ile paralelliklerini tespit etmek mümkün. Bugün dünyada halen popülist rejimler toplumsal cinsiyeti, kendi siyasi güçlerini pekiştirmek için kullanıyorlar. Elitlere karşı başlayan bir hareket olmasını ve demokrasi karşıtlığını popülizmin temel özellikleri arasında sayabiliriz. Özellikle sağ popülistler için ise önemli olan etnik-merkezci bir felsefe ile kişileri, din, ulus gibi değerler etrafında toplamak ve bu değerlere sahip çıkmak için “ötekileri “yönetmek, düzene sokmak.
Amatra Sen
Bugünün Türkiye’sine baktığımızda ise, merkeze alınan değerler ve siyasi zeminde korunmak istenenler din ve ataerkil düzenin ekseninde yer alıyor. Kadın özgürleşmesi, toplumsal cinsiyet eşitliği, LGBTQ+ gibi konu başlıkları, hak ve özgürlükler “ötekini “nitelendirmede önemli etiketler, damgalanma sağlarken, karşıt olan “bizi" oluşturmada bulunmaz bir nimet sunuyor.
UN Women’ın[5] verilerine göre dünyada her üç kadından biri, hem/ve fiziksel, cinsel şiddete maruz kalıyor. Şiddetle mücadele, ulusal yasalar önemli ancak uluslararası standartlarla desteklenmedikleri sürece ise anlamları yok. Son cümleden akıllarımıza hemen düşecek olan şüphesiz İstanbul sözleşmesi var. İşte bu gibi sözleşmelerden çıkmak, popülist politikalarda büyük bir simgesel değerleri temsil ediyor. Sezaryen doğum gündemi, kürtaj hakkının hasara uğraması da yine bu simgeleri oluşturuyor.
Son 22 yılı, aynı iktidar ile geçiren Türkiye’nin, mevzuatlar, yasalar ve yönetim biçiminde kadın cinayetlerinden hükümetin sorumlu tutulması oldukça anlaşılabilir. Bir kısmıyla da oldukça doğru. Kadının statüsünü, erkeğin üzerinden tarif eden bir siyasi politikalar bütünlüğü ile karşı karşıyayız. Ancak kadın-erkek eşitsizliğini, ataerkilliği yalnızca bir siyasi partiye atfetmek, durumun vahametini anlaşılmamasına, toplumun farklı kesimlerindeki şiddet eğiliminin kaynağına inilememesine sebebiyet verir. Mesele sadece bir iktidar sorununun ötesinde, gündelik hayatın temelinde yer alan, kadın ve erkek arasındaki güç ilişkilerini düzenleyen sistemsel bir vakadır.
Kadın bedenini 7/24 kontrol altına almak isteyen, toplumsal cinsiyet kodlarını da bunun üstüne inşa eden toplum yapısını denetimli serbestlikle yaşayan kadınları her yerden kuşatılmış bir kültür içerisinde görüyoruz.
Bizi her taraftan kuşatan dizilerde gördüğümüz kadın ve erkek modelleri bu sistemin yeniden pekiştirilmesini sağlamak dışında başka bir şey yarar sağlamıyor. Laik kesimin de severek takip ettiği dizilerde kadın karakterlerin erkeklerin peşlerinde sürüklenerek gittiklerini, kariyerlerini hiçe sayıp, yeni tanıştıkları her erkekle, ki o erkek hep çok güçlü, hep çok zengin, hep aşık, hep kahraman, şiddete eğilimli bu baş karakterler herhangi bir özgeçmişleri olmadan bu kadınları bir yerlere alıp yerleştiriyor.
Örnek verecek olursak, Türkiye’de beğenilerek izlenen, izlenme rekorları kıran Kızılcık Şerbeti’nde laik kesiminin “akyüzü"nü temsil eden kadın reisli ailesinde, Kıvılcım Hanım’ın hanesinde tüm kadınların kariyerlerini bırakıp arkalarına bakmadan bir erkeğin peşinden dramdan drama koştuklarını görmedik mi? Kıvılcım öğretmen ne hikmetse okul müdürü olarak başladığı kariyerini, gene gönül ilişkileri dolayısıyla tanınan bir erkeğin kanalında en tepeden başlayarak devam etmedi mi?
Kızılcık şerbeti dizisinden bir kare
Sonrasında eşinin şirketinde gene en tepeden giriş yaptığına tanık olduk. Daha bitmedi, son işini ise 20 saatten daha fazla tanımadığı, yarı çıplak yanında uyuduğu bir adamın şirketine gene tepeden yönetici olarak girmedi mi? Bizler aslında bilinç dışında sürekli cinsellik ve güç arasındaki ilişkiyi dizilerde görmüş olmuyor muyuz? Tüm güç odaklarında erkeklerin olduğu bir dünyada kadının yalnızca eş, sevgili, metres olarak var olabileceği kafalarımıza kazınmıyor mu? Kadınlar ama öyle ama böyle ya seksle parayı değiş tokuş ediyor, ya da aile şirketinde var oluyor. Kadının parası günün sonunda ya aileden ya kocadan geliyor.
Kızılcık Şerbeti dizisini daha uzun uzun yazmak isterim çünkü tüm kadın karakteri öylesine hasarlı ki… Ama Bahar dizisine eleştirmeden bırakmayayım. İşleri yerine aşkları ile gündemde olan doktor kadınları izlemiyor muyuz bu dizide de? Bir türlü sıfırdan tam başlayamayan Bahar karakterinin bir türlü kendini toparlayamaması, kırklı yaşlarının başında anneanne rolü biçilmesi. En genç doktorun annelik, kürtaj, kariyer arasında kalışı… Doktorların hepsi birer top model, çoğunlukla beceriksiz. Atanan başhekimin, entrika çevirmek dışında hiçbir şey yapmaması. Oysaki gerçek hayatta tanıdığım doktor kadınların hastaya bakışları, fedakarlıkları, kılı kırk yaran bilimsel tavırları, bizlerle kurdukları empati yetenekleri öylesine etkileyici ve öylesine işlerinin ehlileri ki, işte özellikle kadın doktorları tercihim de bu yüzden.
Bahar dizisi
Bizlere gerçekten ilham veren kadınların hikayelerini anlatmak bu kadar mı zor? Pes etmeden, evlenmeden, sevgilisi olmadan bir erkeğin gücünü by pass ederek yükselmenin mücadelesini, yalnızlığını, gündelik hayattaki şiddetini anlatan gerçekçi bir karakter hiç mi popülerleşemez. Aşk dünyanın en güzel duygularından biri, ekran da izlemesi de öyle ama bunlar aşktan ziyade gündelik hayatta kadın-erkek eşitsizliğini pekiştiren, erkeğin, kadının rolünü bizlere toplumsal cinsiyet farklılıkları üzerinden ezberleten metinler.
Türkiye gündelik hayatta kadınlara karşı şiddete karşı şaşırmış vaziyette ancak fiziksel şiddetin dışında, dilimizde, bakışımızda, kadınlara hitabımızda, onları koyduğumuz yerde, ilişkilerimizde, diyaloglarımızda ama küçük ama büyük, ama sözlü ama siyasi ama ekonomik, psikolojik şiddete maruz bırakıyoruz.
Kadın çalışan sayısından, yönetim kurullarına, meclise, televizyon ekranlarının konuklarına, yatak odamızdan, aklımızın en tenha yerlerinde kadınlara karşı şiddeti yaşatıyoruz. Tüm topluma ama en çok kendilerini modern, adaletli, kadına destek olduğunu düşünen erkeklere iş düşüyor çünkü sizler bu kadar adaletli olsaydınız Türkiye’de bugün kadınlar bu kadar şiddet görmezdi. Şiddet bireysel değil toplumsaldır, toplumun tüm mekanizmalarında halen sizlerin egemenliği var, o yüzden samimiyetle, cesaretle yüzleşme vakti!
[1]https://t24.com.tr/yazarlar/deniz-bagriacik-dunya/tabutlarin-degeri-turkiye-deki-degerler-degisimine-bir-bakis,46764
[2] https://www.histoire-et-civilisations.com/thematiques/moyen-age/les-premices-de-la-chasse-aux-sorcieres-60645.php
[3] https://www.seuil.com/ouvrage/repenser-la-pauvrete-esther-duflo/9782021005547
[4] Andy Pennington, Gillian Maudsley, Margaret Whitehead, The impacts of profound gender discrimination on the survival of girls and women in son-preference countries - A systematic review, Health & Place, Volume 79,
[5] https://www.unwomen.org/fr/what-we-do/ending-violence-against-women/facts-and-figures
Deniz Bağrıaçık kimdir?
Deniz Bağrıaçık, Sainte Pulchérie Fransız Ortaokulu ve Saint Benoit Fransız Lisesi mezuniyetinin ardından Galatasaray Üniversitesi’nde sosyoloji lisansı yaptı. Yüksek lisansını ekonomi ve çalışma sosyolojisi oryantasyonunu tamamlayarak Cenevre Üniversitesi’nden mezun oldu. Yoksulluğun nesiller üzerine aktarımı ve sürdürülebilirlik hedefleri çalışmalarıyla Sorbonne, Paris Üniversitesi’nde Kasım 2021’de Sosyoloji doktor ünvanını aldı.
Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde tiyatro, Pera Güzel Sanat’larda piyano, Başkent İletişim Akademisi’nde sunuculuk eğitimi aldı.
2023-2024 dönemi itibarıyla Paris’te Iscom İletişim Fakültesi’nde sosyal psikoloji bölüm başkanlığını görevini üstlendi, aynı okulda master öğrencilerine sosyoloji dersi vermeyi sürdürüyor.
Sürdürülebilirlik hayat tarzı üzerine Beinconnect İz TV ve Habitat TV’de programları hazırladı, “Sürdürülebilir Biz” programının yapımcılığını, sunuculuğunu üstlendi. Fransız ve Türk haber kanalları ve ajanslarında düzenli olarak toplumsal olayları yorumlayan, Bağrıaçık’ın yazı ve makaleleri T24 ve Oksijen’de yayımlanıyor.
Üniversitede bulunduğu dönemde Birleşmiş Milletler’in ülkelere ilişkin gelişme indexlerinin hazırlanmasında, bakımevlerinde siyasi tercihlerin yapılması araştırmalarında görev aldı. Yüksek lisansı tamamlarken, kariyerindeki ilk işine özel bankacılık alanında, Credit Europe’ta başladı. 2011yılında gittiği New York’a gitti. Doktora tezi için ziyaret ettiği Dar Es Salaam’da,bir yetimhanedeki çocukların durumdan etkilenerek, çocuklar için çeşitli çalışmalarda bulundu, belgeseller hazırladı. When the Water Rises - Sular Yükselince adlı filmi (2019) ile Uluslarası Hindistan Film Festivalinde en iyi yönetmen ödülünü aldı. Portraits of Zanzibar adlı kısa metrajlı belgeseli ile Roma, Sorento, Moskova, Toronto, Amsterdam, New York, İsveç, İngiltere Preston, Londra’daki festivallerden davet aldı, finalist oldu.
JP Morgan Vakfı’nın Türkiye proje liderliğini üstlendi, sosyal girişimcilik alanındaki çalışmalarını Paris’te 2019’da kurduğu MAISHA etik moda markası ile devam etti, 2022 yılında bu markayı sosyal içerikli prodüksiyon şirketine çevirdi. Covid 19 pandemisi sırasında alanlarında tanınmış kişilerle sohbetler düzenleyerek TEGV adına bir bağış kampanyası düzenledi. Studio 22 sohbetlerinde programa değer katan konukları Prof Dr.Ali Ergur, Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Gündüz Vassaf, Soli Özel ve sanatçılar Esra Zeynep Yücel, Evrencan Gündüz ile 100’den fazla çocuğun 1 yıllık eğitimine katkı sağladı.
Türkiye’deki yabancıların Türkiye’ye bakışını anlatan ilk kitabı 2017 yılında Sorsana Bizi Sevmiş mi adıyla yayımlandı.
|