10 yıl önce, 20 Mart 2003 günü Irak'ta savaş başladı. ABD Başkanı George W. Bush savaşın başlamasından tam 40 gün sonra 1 Mayıs 2003 günü, USS Lincoln Uçak Gemisinde, "Görev Tamam" pankartının önünde ABD’nin zaferini ilan etti. Irak’a girilmesine büyük destek veren ana akım Amerikan medyası o gün Bush'a büyük övgü diziyor onu ulusal kahraman ilan ediyordu. Bırakın merkez iddiasındaki CNN’i ya da sağcı Fox News’i, sol eğilimli MSNBC News kanalının sunucularından Chris Matthews heyecanla, "Bugün hepimiz Neocon'uz" diye haykırıyordu. Merkez sol ve ılımlı eğilimiyle bilinen NPR radyosu bile, "Irak Savaşı bitmiştir" yorumu yapıyordu. Oysa ki 1 Mayıs 2003 günü savaş bitmemişti, daha yeni başlıyordu. Bush'un zafer konuşmasının üzerinden 8 yıl geçtikten sonra 2011 yılı sonunda ABD savaşın bittiğini ‘resmen’ açıkladı.
Vietnam Savaşında bile yönetimi sorgulamaktan vazgeçmediği için, ortalama Amerikalı tarafından her zaman "liberal bias (sol temel)" üzerine oturduğu iddiasıyla karşılaşan ana akım Amerikan medyasının şöhretinin yerinde o günlerde yeller esiyordu.
Savaşın başlamasından sadece 2 hafta önce 6 Mart 2003 günü George Bush'un Beyaz Saray'da düzenlediği basın toplantısı ise, sadece Amerikan medyası için değil, evrensel gazetecilik ahlakı açısından tarihin en kara tablolarından birini oluşturdu. Kürsüye Irak'a saldırı kararını almış olarak gelen Bush, daha sonra hepsinin yalan ve kurgu olduğu ortaya çıkan iddialarla ve belgeleri tekrar ederek, Irak’a askeri müdahaleyi meşrulaştırmaya çabaladı.
Savaş öncesi bu en önemli basın toplantısında gazetecilerin sorularına sıra geldiğinde ise, gazeteciliğin en talihsiz anları başladı. Bush, eline tutuşturulan listeden çaktırmadan isim okuyarak söz vermeye başladı. Kimlerin soru soracağı ve hangi soruları soracağı önceden belirlenmişti. Daha hazini, söz alacak gazeteciler bunu bildikleri halde, ellerini kaldırarak söz almaya çalışır gibi yapıyordu. Tiyatroyu, Bush'un her zamanki beceriksizliği deşifre etti. Bir ara yanlışlıkla elinde isim listesi olduğunu ifade etti. İsmini okuduğu bir gazetecinin, kısa bir duraklaması karşısında ise, "soru soracağın söylenmiş yoksa sormayacak mısın?" diye bir "şaka" bile yaptı Bush. Hem gazeteciler hem de Bush bu şakaya kahkahalarla güldü. Gazetecilik ahlakına hayran olduğum Bill Moyers, birkaç yıl önce bir televizyon programında, ibret-i alem için bu kahkaha anını defalarca gösterip, "Bu kahkahalar, Bush için mi yoksa gazeteciler için mi daha utanç verici bilemiyorum" diye konuşuyordu.
Soruların bir tanesi bile, Bush'un koca bir ülkeyi, ne 11 Eylül ile ne El Kaide ile ne de kitle imha silahlarıyla ilgili olduğuna dair ikna edici bir delil olmayan bir başka ülkeyle savaşa götürmesine yetecek belge ve bulgulara ilişkin değildi. Gazeteciler, "İnancınız, size nasıl yol gösteriyor?" gibi sorularla Bush'a, Amerikan halkına savaşını pazarlayabileceği, -futbol deyimiyle- "muz ortalar" yaptılar.
Bu basın toplantısından 7 gün sonra Dick Cheney’nin, "İnanıyorum ki, Irak halkı bizi onları özgürleştirenler olarak coşkuyla sevgiyle karşılayacak" sözünü manşetlere taşıdılar.
Kamu Dürüstlüğü Merkezi'nin tespitlerine göre George W. Bush ve yönetiminin önde gelen 6 ismi, Irak Savaşına giden süreçte 20 Mart 2003 gününe kadar kameraların önünde Irak'la ilgili tam 935 kez yalan açıklama yaptılar. Ana akım Amerikan medyası bunlardan bir tanesini bile sorgulamadı. Devir, meşhur "üst düzey yetkilinin" devriydi ve New York Times, Washington Post gibi gazeteler bile, durmadan adını açıklamadıkları "üst düzey yetkili" kaynağıyla, fabrikasyon haberler yayınlıyordu.
Bush yönetimine muhalif olması beklenen New York Times gazetesi bile gün aşırı, Irak'ın kimyasal silahları, kitle imha silahları, El Kaide bağlantıları üzerine, sonradan tamamı fabrikasyon olduğu anlaşılan raporlar yayınlıyordu. Irak'ta silah denetmenliği yapmış ve hiçbir belirti bulamadığı için de savaş karşıtı olan Scott Ritter, "Irak'ı işgal edersek, tarihimizin en büyük hatasını yaparız" uyarısında bulunduğu için Saddam'ın arkadaşı olmaktan, vatan hainliğine kadar medyada hakkındaki ithamlarla mücadele etmeye çırpınıyordu.
Irak'ın atom bombası imal ettiği haberi, Neocon gazetelerden birinden değil, 8 Eylül 2002 New York Times gazetesinde tecrübeli muhabirler Michael Gordon ve Judith Miller'ın imzasıyla yayınlandı. Irak'ın Afrika ülkesi Nijer'den uranyum aldığına ilişkin iddiaları, bu ülkede yaptığı araştırmalardan sonra raporuyla doğrulamayan diplomat Joseph Wilson'ın başına ise gelmeyen kalmadı. NY Times'ın o günlerde çok aktif muhabiri olan Judith Miller, daha sonra Plamegate olarak anılacak Valerie Plame skandalında da başrol oyuncularından biriydi. Wilson'ın, Saddam'ın nükleer silah edindiği haberlerini çürüten raporuna çok kızan Neocon Cheney ekibi, onu bitirmek için karısı Valerie Plame'in CIA operatörü olduğunu Judith Miller'a sızdırdılar. Ancak beklemedikleri bir gelişme oldu. Plame yalnız çalışan bir ajan değildi. CIA adına örtülü bir küresel şirketin başındaydı ve iş kadını kimliği ile dünyada dolaşıyordu. Yani, Plame ile beraber dünyanın her yerinde birçok CIA ajanı daha deşifre olmuş olmuş oldu. Judith Miller, soruşturmayı yürüten savcının "kaynağını açıkla" isteğini yerine getirmediği için 6 ay hapse mahkûm oldu ve cezaevine düştü.
Bu yazının yazarı da dâhil birçok kişi, o günlerde Miller'a kaynağına sadakat konusunda takdir edip "Hepimiz Judith Miller'ız" diye destek verdik. Ancak çok geçmeden, solcu Miller'ın, neocon Cheney ve yardımcısı Lewis Scooter Libby ile irtibat halinde olduğunu, bütün o fabrikasyon haberleri onlardan aldığını ve savcının peşine düştüğü Plame skandalından Bush ve Cheney'i korumak için kaynağını gizlediğini öğrenecektik. Bu Plame skandalı sonucunda fatura Cheney'nin yardımcısı Libby'e kesildi, 2 yıl hapis cezası verildi. Başkan Bush ise yetkisini kullanarak, Libby'nin cezasının infazını erteleyerek onu da hapisten kurtardı. New York Times, 1 yıl sonra 26 Mayıs 2004 günü, Irak'ın kitle imha silahları olduğu yönündeki haberlerinden dolayı özür dileyen başyazısıyla savaş suçları ortaklığını geçiştirdi.
O günlerde bütün bunların yalan olduğunu ya da inandırıcı bulmadığını kıyıda köşede yazanlar da vardı. Ancak ana akım medya öyle bir propaganda yapıyordu ki, "ABD'nin Irak'a girmesinin ABD'ye zarar vereceğini" söylemek bile "Müslüman yardakçısı’’ ya da ‘’Arap aşığı’’ olmaktan, ‘’terörist hayranlığına’’, ‘’ülkesinden nefret etmekten’’, ‘’vatan hainliğine" kadar bir dizi yaftayı göze almayı gerektiriyordu. Bush'un savaşı, "uluslarası hukuka" da, "Birleşmiş Milletler Sözleşmesine" de açıkça aykırıydı. New York Times, başka zamanlarda oldukça sık atıfta bulunduğu bu iki kavramı, 11 Eylül 2001 tarihi ile savaşın başladığı 21 Mart 2003 arasında Irak'tan bahsedilen 70 başyazısının bir tekinde bile anmadı. "Uluslarası hukuk’’ konusu 1 yıl sonra savaşın bitmeyeceği anlaşıldıktan sonra ilk kez New York Times başyazısına konu oldu.
Mart 2003'te New York'ta yüzbinlerce Amerikalı ile beraber, dünyanın her yerindeki vicdanlı insanlar gibi bu savaş tamtamcılığını protesto edip savaşı engellemek için Manhattan sokaklarında yürüdük. O gün gördüğüm, çaresizlik içinde gözyaşı döken birçok göstericinin, Bush'tan da önce tepkisinin, Amerikan medyasının içine düştüğü içler acısı haline olduğuydu.
Kişisel deneyimimle gördüğüm şu ki, herşeyden önce kendi devletini, devlet kurumlarını sorgulayabilen, soru sorabilen bir medya kadar bir ülkenin kazancı olamaz. Tarih gösterdi ki, hergün "vatan millet Mississippi" haberleriyle savaş amigoluğu yapan Judith Miller değil, Bush'a, "Irak'ta insanları niye öldürüyoruz?" diye soran tecrübeli Beyaz Saray muhabri Helen Thomas gerçekte vatansever bir insandı. Birkaç yıl önce HBO'da yayınlanan bir programda Helen Thomas'a, "Amerikan medyasının solcu temel üzerine oturduğu doğru mu?" diye soruldu. "Hell no!” diye irkildi. “Yıllardır bana yoldaşlık yapacak ikinci bir solcu gazeteci arıyorum göremedim." diye yakındı gözleri dolu dolu...
Bush'u eleştirenin vatan haini ilan edildiği günlerde bu işin tetikçiliğini yapan Beyaz Saray Sözcüsü Scott McClellan, görevinden ayrıldığı 2006 yılından sonra pişmanlık içinde "What Happened? (Ne oldu?)" adlı bir kitapla Beyaz Saray'da yaşadıklarını anlattı. Kitaptaki bence en dramatik tespit medya ile ilgili olanıydı. McClellan, medyayı, "complicit enablers" yani Bush yönetimine yardım ve yataklıkla suçluyordu ve şöyle yazıyordu:
"Eğer medya, o çok şöhretli solculuğunun gereğini yerine getirip, vatan hainliği damgası yeme pahasına Bush yönetimine sorulması gerekli olanı sorabilseydi, bugün Amerika bu halde olmazdı."
Aslında gazeteciler üzerinde de büyük bir psikolojik ve ekonomik baskı vardı. ABD’nin ilk kadın ana haber sunucusu Katie Couric, 8 Mayıs 2008 günü CNN’e verdiği röportajda, ‘’Çalıştığımız yerin (NBC) sahibi olan şirketten ve hatta devletten de, Irak Savaşına yönelik her sorgulamayı ve muhalefeti baskı altına almamız için baskı görüyorduk’’ itirafında bulunuyordu. O dönemde MSNBC’de çalışan ve şu anda CNN’de muhabirlik yapan Jessica Yellin de, 29 Mayıs 2008 tarihinde popüler site Salon.com’da, “Şirket yöneticileri, savaşın resmi makamlarca takdim edildiği gibi sunmamızdan emin olmamız konusunda olağanüstü baskı yapıyorlardı.’’ diyor ve onlarca haberinin editlenerek, tam tersi hale getirildiğini açıklıyordu. NBC daha savaşın başlamasına 2 ay kala, yönetimin politikalarını eleştiren Phil Donahue’yi kovdu. Los Angeles Times, savaşın başlamasından 7 gün sonra bir Amerikan askerinin bir Iraklı sivili yaraladığına ilişkin görüntüyü yayınlayan Brian Walski’yi işten attı. En dramatik olanı ise, 1990’daki birinci Körfez Savaşı’nı Bağdat’tan CNN için canlı sunan efsane muhabir Peter Arnett’in, 31 Mart 2003’te, savaşın aslında istendiği gibi gitmediği ve planların başarısız olduğu yorumu üzerine NBC ve National Geographic’in kendisiyle tüm bağlarını koparması oldu.
Bush’un zafer ilanından ve medyanın bunu coşkuyla vermesinden sonra 8 yıl süren savaşta yaklaşık 5 bin Amerikalı daha öldü. Hayatını kaybeden Iraklı sayısını ise kimse bilmiyor. En fazla tahmin edilen ise 150 bin Iraklının gerek çatışmalarda, gerek bombalı saldırılarda gerekse de işgalle ilintili şiddet olayları sonucu hayatını kaybettiği yönünde. Bazı Irak kaynakları yarım milyon kayıptan bahsediyor. ABD, 3 trilyon dolara mal olan savaş sonunda 2008 yılında yüzyılın en büyük ekonomik krizlerinden birini yaşamaya başladı. Küresel itibarı, saygınlığı yerle bir oldu. Çünkü ABD medyası sorması gereken soruları, ‘’vatanseverlik, sorumlu gazetecilik’’ gerekçesiyle sormamıştı!
Irak şu yaşamsal dersi bir kez daha verdi: Ülkesinin kudretlilerini sorgusuz sualsiz destekleyen değil, onların kararlarını sorgulayabilen, ‘soru sorabilen’ medya vatanseverdir.