16 Ekim 2024
Amerika’da kitapçıları veya kütüphaneleri dolaşacak birinin dikkatini çekmemesi zor. Bu ülke, biyografi okumaya bayılıyor. Bu ilgi ABD’nin kurucu liderleri hakkındaki biyografilere geldiğinde ise şaşkınlık verici bir hal alıyor. Washington, Franklin, Adams, Jefferson, Hamilton, Madison, John Jay ve diğerleri…
Her birkaç yılda bir yeni bir biyografi, söz konusu liderin yaşamına yeni bir perspektiften bakış sunuyor ve yeni bir ilgi ve tartışma dalgası daha başlatıyor.
Ben bu döngüyü ilk kez 2000’lerin başında yayınlanan yeni bir John Adams biyografisinin neden olduğu ilgi ile fark etmiştim. Haftalarca süren gazete değerlendirmeleri, dergi yorumları, TV konuşmaları… Düşüncelerine değer verdiğim, yazılarını okuduğum birçok isim bir şekilde bu yeni John Adams biyografisi ve başlattığı tartışmalar hakkında bir şeyler söylüyor, Adams’ın yaşamının yeni öyküsünün kendisinde bıraktığı izlenimi paylaşıyordu.
ABD’nin ikinci başkanı olan John Adams, ülkenin kurucu liderleri arasında en çok bilineni değil. İlk 5 başkan arasında tek dönem (4 yıl) başkanlık yapan tek başkandı. Adams’ın Birinci Başkan Washington ile demokratik devrimin lideri Thomas Jefferson’un arasına sıkışan hatırası özellikle de 20. yüzyılda silikleşmişti.
Buna rağmen David McCullough’un ‘John Adams’ biyografisi 43 hafta boyunca New York Times’ın en çok satan kitaplar listesinde kaldı. 3 milyondan fazla sattı. Ve 2008 yılında HBO, 100 milyon dolar harcayarak bu biyografiden uyarlanan John Adams dizisini çekti.
Yine aynı yıllarda yayınlanan Ron Chernow’un “Hamilton” biyografisi de aylarca en fazla satan kitaplar listesinde kalacak ve 2015’te rap şarkıcısı ve aktör Lin-Manuel Miranda tarafından hip hop müzik tarzında bol ödüllü ve 10 yıl sonra hala kapalı gişe oynayan ‘Hamilton’ müzikaline uyarlanacaktı.
Amerikan medyasının, tarihçilerin, edebiyatçıların, sanatçıların, politik yorumcuların, kitapseverlerin ve hatta pop kültürün, kurucu liderlerin yaşamına bu yüksek ilgisinin nedeni ne?
Farklı sebepler de var elbette ama en fazla kabul göreni, Amerikalıların, ülkenin kimliğinden laikliğe, kuvvetler ayrılığından ekonomin şekline kadar bugün yanıtını aradıkları bütün önemli soruları bu kurucu lider kadrosunun da tartışması.
Yani Amerikan demokrasi tarihi, ilk günden beri Amerika’nın kendisi hakkında bitmeyen tartışması. Ve bu tartışma, ülkenin ilk günlerinde de bugünkü kadar kutuplaştırıcıydı. “Ekonomiden dış politikaya kadar her konuda politik ayrışmaların, siyasi kutuplaşmanın olduğu bir dönem” tespiti bugün için ne kadar geçerliyse, 1790’lar Amerika’sı için de geçerliydi.
1790’lar, “dış politika ayrı iç politika ayrı” iddiasının ne kadar tembel bir kabul olabileceğinin de ilk örneklerinin yaşandığı yıllar. Amerikan tarihi boyunca “iç politika okyanus kıyısında biter” iddiasını savunanlar da oldu ama bu iddianın Cihan Harpleri ve Soğuk Savaş dönemi hariç rağbet gördüğü bir dönem olmadı.
Bir ülkenin dış politikası, yer alacağı uluslararası ittifaklar, sadık kalacağı uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler, ülkenin karakterini, standartlarını, devlet niteliğini, toplumsal yaşam kalitesini şekillendirmekte iç politika konuları kadar, bazen ondan da fazla belirleyici olabilir. Bu yüzden de dış politika ABD’nin kurucu lider kadrosu için fazlasıyla siyasiydi. Öyle ki ABD’de yeni filizlenen partizanlığı güçlendirip, iki hizbin partiye dönüşmesine neden olan en önemli konu da bir dış politika konusuydu.
1790’ların başından itibaren kendilerini Federalistler olarak isimlendiren hizip ile kendilerini Cumhuriyetçiler (bugünkü Cumhuriyetçi Parti değil) olarak isimlendiren hizip Fransız Devrimin neden olduğu Avrupa savaşının hangi tarafıyla barışı ve ittifakı korumaları gerektiği konusunda keskin bir görüş ayrılığı içine girmişti. Bir yanda bağımsızlık savaşlarını asker ve parayla desteklemiş müttefikleri Fransa vardı. Diğer yanda 1783’te barış antlaşması imzaladıkları ve en büyük ticaret ortakları haline gelmiş İngiliz Krallığı.
Tamamı aydınlanmanın talebeleri olan Amerikan kurucu liderler, başlangıcında Fransız Devrimi’ne büyük sempati duyuyordu. Thomas Jefferson, 14 Temmuz 1789 günü Bastille baskını başladığında Paris’teydi. Devrimin liderlerinin toplantılarına konutunu tahsis edecek kadar da gelişmelerin içindeydi. Öyle ki Bastille baskınından üç gün önce Fransa Ulusal Meclisine sunulacak Fransız İnsan ve Yurttaşlık Hakları Bildirgesi’nin taslağını da Marquis de Lafayette ile birlikte Jefferson kaleme almıştı.
Ne var ki Fransa’da devrim süreci Jakoben radikallerin kontrolüne geçtikçe, Amerikan liderlerin devrime sempatisi de erimeye başlamıştı. Jakobenler, “terör rejimi” kurduğunda ise çoğu Amerikalı bu devrim sürecini artık bir tehdit olarak algılayacaktı. ABD’nin Devlet Bakanı (Dışişleri Bakanı) Thomas Jefferson ise, Fransız Devriminin savrulduğu noktadan büyük hayal kırıklığı duysa da ABD’nin devrim ve Fransız Cumhuriyetinin yanında olmaya devam etmesi gerektiğini savunmaya devam ediyordu.
Fransa ve İngiltere’nin 1793’te savaşa başlaması ve her ikisinin de Amerikalılara “tarafınızı seçin” baskısı, Amerika’yı bir yol ayırımına getirecekti. George Washington, ülkenin ticari çıkarları için İngiliz yanlısı olunmasını isteyen Hamilton’cu Federalistler ile cumhuriyetçilik gereği Fransa yanlısı olunmasını isteyen Jefferson’cu Cumhuriyetçilerin baskısına bir süre direndi ve ‘tarafsızlık politikası’ izledi.
“Tarafsızlık da gerçekte taraf olmaktır” diye konuşacak Jefferson’a göre ise Washington’un politikası, utangaç İngiliz taraftarlığıydı. Nitekim, Washington’un Federalistlerin istediği gibi İngilizlerle antlaşmayı (1794 Jay Antlaşması) imzalayacağını görünce Jefferson, kendilerinin federal Amerikan hükümetinde pek bir ağırlıklarının kalmadığını anlayacak ve kamu görevlerinden ayrılarak tamamen siyasi mücadeleye yoğunlaşacaktı.
Jefferson’cu Cumhuriyetçiler Partisine göre Jay Antlaşması, bir tür kapitülasyon anlaşmasıydı ve ABD’yi yeniden İngiliz kolonisi yapmaktan farkı yoktu. Federalist Partiye göre ise bu antlaşma İngilizlerle yeni bir savaşı dolayısıyla da yeniden İngiliz kolonisi olmayı asıl engelleyen şeydi.
Başkan Yardımcısı John Adams da Başkan Washington’un çizgisindeydi. Jakoben kliğin elinde terör rejimine dönüştükçe Fransız Devrimi’ni de bir tehdit gibi görmeye başlamıştı. Adams, şahıslara ve talimatlara değil hukuka bağlı kamu otoritesi ve asayiş konusunda en duyarlı kurucu liderlerden biriydi. Her fırsatta, devlet gücü, coşturulmuş bir halk yığınına veya çetelere (mob) asla emanet edilmemeli diyordu. Kamusal yaşamın, hukuk ve ilkeler yerine çetelerin veya kabarmış duyguların yönlendirmesinde olduğu ortam bir toplum için en ölümcül tehditlerden biriydi. Jakoben Fransa ile gereğinden fazla yakınlık Amerikan cumhuriyetinin karakterini bozardı.
Jefferson’a göre ise Fransa’daki terör rejimi, giyotinler ve kiliseyi topyekûn imha etme politikaları, taht ve kilisenin yüzyıllardır süren baskısının neden olduğu geçici aşırılıklardı. Bir cumhuriyet olan Fransa ile ittifaka sadık kalınmalıydı. Çünkü Amerikan Cumhuriyetine en büyük tehdit hala saltanat ve İngiliz monarşisiydi. İngiliz monarşisine bu derece yakın olmak, Amerikan Cumhuriyetinin karakterini bozardı.
Jefferson ile yaşadığı Fransa Devrimi’ne bakış farklılığı John Adams’ı ne finans programına ne de şahsına hiçbir sempati duymadığı Alexander Hamilton’a yaklaştırdı. Jefferson ve Adams’ın 20 yıl önce bağımsızlık savaşında başlamış yakın arkadaşlığı, Fransa tartışmaları nedeniyle 1790’ların ortasında kopma noktasına geldi. Fransız Devrimi tartışmaları iki fiili partinin, biraz daha ideolojik gruplara dönüşmesinde önemli rol oynadı. Amerikan devriminin iki dev ismi Adams ve Jefferson, Washington’un emeklilik kararını açıklamasından sonra bu iki siyasi grubun doğal başkan adayı olarak siyasi rakiptiler artık.
ABD, üçüncü kez sandık başına gittiği 1796’da ilk kez iki adayın çekişeceği bir başkanlık seçimi yaşıyordu. O dönemdeki anayasa kuralı gereği her seçici delege (electoral vote) başkan olmasını istediği iki ayrı isim için oy kullanıyordu (1803’te anayasa değişikliği ile bugünkü seçim düzeni kurulacaktı). En çok oyu alan ABD başkanı seçilirken, en fazla ikinci oyu alan başkan yardımcısı oluyordu.
Seçiciler Kurulunda (Electoral College) yapılan oylamada Jefferson 68 oyda kalırken, sadece üç oy fazlasıyla 71 oy alan John Adams ABD’nin ikinci başkanı oldu. İkinci olduğu için Jefferson da anayasa gereği başkan yardımcısı seçilmiş oldu. 1796 seçimi, ABD tarihinde başkanın ve başkan yardımcısının ayrı partilerden seçildiği tek başkanlık seçimi olacaktı.
John Adams’ın yemin ederek ABD başkanlığına başlamasından hemen sonra George Washington Adams’ın kulağına, “Ben hak ettiğim şekilde devrediyorum, sen hak ettiğin şekilde devralıyorsun. Sence bugünden sonra hangimiz daha huzurlu günler yaşayacağız?” diye fısıldayacaktı. Washington, politikacının iktidara geldiği gün aldığı alkışların ve övgülerin değil, yetkilerini devrettiği gün alacağı alkış ve övgülerin gerçek huzur ve gurur kaynağı olacağına dikkat çekiyordu. Birinci Başkan Washington görevini devrettikten hemen sonra Adams’a “Sayın Başkan” diye hitap ederek yeni başkanın bir adım gerisinden yürümeye başlayacaktı.
John Adams da bir politikacının ülkesine katkısını ve önemini belirleyen şeyin başkan seçilmek olmayacağını yaşayarak öğrenecekti. Adams’ın hayranlık verici politik kariyerinin tarihçilerce en başarısız en az etkileyici görülen, kendisi açısından da en huzursuz dönemi ABD başkanı olduğu bu 4 yıl olacaktı.
Fransa’nın, Jay Antlaşmasından sonra İngiltere ile ticaret yapan Amerikan gemilerine saldırmaya başlaması nedeniyle John Adams’ın bütün başkanlık dönemi adeta tek bir soruda özetlenebilir: “Fransa’ya savaş ilan etmeli miyiz?”
Adams, kendi partisi Federalistlerin istediği şekilde ABD donanmasının kurulması ve ordusunun güçlendirilmesi politikası ile muhalif Cumhuriyetçiler, partinin istediği şekilde Fransa’ya savaş ilan edilmemesi politikasını birlikte götürmeye çalıştı. Doğal olarak kimseyi memnun edemedi.
Öte yandan New York, Boston gibi şehirlere akın eden göçmen dalgası da iki parti arasındaki kültürel ayrışmayı derinleştiren bir başka konuydu. Federalistler, İskoçya, İrlanda kökenli bu yeni göçmenlerin Vermont, New York gibi eyaletlerde seçimler kazanarak Kongre üyesi olacak potansiyele ulaşmasından rahatsızdılar. “Asimilasyonlarını ve uygarlaşmalarını imkânsız” gördükleri bu Katolik göçmenleri Amerikan aile yapısına ve sosyal düzenine tehdit olarak görüyorlardı. Bu yeni göçmenlerin, daha eşitlikçi, daha kapsayıcı vatandaşlık görüşüne inanan Cumhuriyetçiler Partisini desteklemeleri de iktidardaki Federalistlerin onlardan rahatsızlığını daha da artırıyordu. Fransız mültecilerin Amerikan şehirlerinde bitmeyen protestoları ve propagandaları da Jakoben düşüncelerin, çoğunluğu hala Fransa’ya sempatiyle bakan Amerikan toplumuna yayılacağı paranoyasına yol açıyordu.
Ve nihayetinde John Adams bu paranoyanın etkisiyle politik kariyerine en fazla gölge düşürecek icraatını yaptı. Federalistlerin Kongre’den geçirmeyi başardığı tartışmalı Yabancılar ve Vatan İhanet Yasasını imzaladı. Yasayla ABD federal hükümetine ülkeden sınır dışı etme yetkisi getiriliyordu. Ayrıca göçmenlere ancak 14 yıl yaşadıktan sonra ABD Vatandaşlığa başvurabilme şartı getiren Amerikan tarihinin ilk göçmenlik yasası da paketin bir parçasıydı.
Ama asıl önemlisi Vatana İhanet Yasası, ABD Başkanına ifade ve yönetimi eleştirme özgürlüğüne öldürücü bir sansür ve denetleme yetkisi getiriyordu. Sözde yabancı ajanların etkisini engellemek için çıkarılmıştı. Modern politik tarih boyunca bu iddiadaki bütün yasalar gibi asıl hedefi muhalefetin bastırılması olacaktı. Nitekim bu yasadan dolayı ceza alacak politikacı ve gazetecilerin tamamı muhalif Cumhuriyetçiler Partisi çizgisindeki gazeteci ve politikacılardı. Örneğin Vermont milletvekili İrlandalı göçmen Matthew Lyon, Adams’a eleştirileri nedeniyle dört ay hapis cezası alacaktı. Kongre üyelerinin bile tutuklanıp hapsedilmesi Jefferson ve Cumhuriyetçiler’de, tiranlıkla suçladıkları Adams’a karşı öfkeyi derinleştirdi.
Kentucky ve Virginia eyaletleri Vatana İhanet Yasasının ABD Anayasası’na açıkça aykırı olduğunu deklare ederek uymayacaklarını ilan ettiler. Kuzeyli Federalistlerin, Güneyli Cumhuriyetçilerin birlikten ayrılma iması da içeren bu deklarasyonlara sert tepkisi ise Güney ve Kuzey arasındaki tansiyonu oldukça yükseltti.
Jefferson’cu muhalefetin nefret objesi haline gelen Başkan Adams aynı dönemdeki bir başka kararıyla bu kez kendi partisinin de tepkilerini üzerine çekecekti. 9 Kasım 1799’da kendisini ‘Konsey Başı’ ilan ederek Fransa’nın tek idarecisi haline gelen Napolyon, ABD ile gerginliği sona erdirme politikası izlemeye başlamıştı. Napolyon’un yaklaşımına ikna olan Adams da Fransa ile anlaşma kararı alınca kendi partisinde kıyamet kopacaktı. ‘Jakobenizm tehdidi’ Federalist koalisyonu bir arada tutan tek şeydi. Adams’ın Fransa ile barış kararı Federalist koalisyonu bölecekti. Öyle ki Hamilton, Adams’ın yeniden seçilmemesi için çalışmaya başlayacaktı.
1800 kasım ayında gerçekleşen dördüncü başkanlık seçimi ABD tarihinin en keskin kutuplaşmaya, en bel altı vuruşlara sahip seçim kampanyalarından birine sahne oldu. Cumhuriyetçiler Adams’ın karısını aldatan, saltanat heveslisi, İngiliz Krallığının uşağı, ikiyüzlü, laftan anlamaz bir ahmak olduğunu iddia ediyordu. Yıllar sonra Jefferson’un bizzat parayla kiraladığı ortaya çıkacak propagandacılar, çoğunluğu savaşa karşı olan Amerikalılara, Adams’ın ABD’yi Fransa ile savaşa sokmak üzere olduğu yalanını pazarlayacaktı.
Federalistler göre ise Jefferson aslında “özbeöz Amerikalı” değildi, Kızılderili kırmasıydı. Din ve aile düşmanıydı. Kölesinden gayrimeşru çocukları vardı. Kanun ve asayiş karşıtı çapulcu bir jakobendi. Ülkesine düşmandı. Fransa’ya ise “kadınca bir aşkla” bağlıydı.
Hamilton’un Federalist delegelere, partinin adayı Adams’ın başkanlığa ehil olmadığını yazdığı gizli bir mektubun seçimden hemen önce ifşa olması ise Federalist cephedeki iç savaşı açığa çıkardı. Bu mektup, Hamilton’un politik kariyerini bitirirken, Adams’ın da başkanlığına mal olacaktı.
Seçim sonucu Federalist Parti için hüsran oldu. İlk iki sırayı da Cumhuriyetçiler Partisi adayları Thomas Jefferson ve Aaron Burr elde etmiştiler. Federalist Parti’nin adayı olan Başkan John Adams ilk ikiye giremediği için başkan yardımcılığı şansını bile kaybetmişti.
Ne var ki Cumhuriyetçilerin her iki adayı da 73’er oy almıştı. En çok oyu alan iki aday da aynı sayıda oy aldığı için başkanın kim olacağına ABD Temsilciler Meclisi karar verdi. Meclisin ancak 36. Tur oylamasında yeterli oya ulaşabilen Thomas Jefferson, ABD’nin üçüncü başkanı oldu.
Birinci Başkan Washington ile ikinci Başkan Adams arasında pek ideolojik farklılık yoktu. Sadece liderlikleri, kişilikleri ve üslupları farklıydı. Dolayısıyla 1796’da başkanlığın devri büyük bir kırılmaya yol açmamıştı. 1800 seçiminde ise ABD tarihinin ilk ve son Federalist Partili başkanı olan John Adams koltuğunu, siyasetteki en büyük hasmına, rakip partinin adayına kaybediyordu.
Dolayısıyla sonuçlar belli olduktan sonra Adams’ın ne yapacağı merak konusuydu. Orduyu harekete geçirebilirdi. Eşit oy alan iki Cumhuriyetçi adayın Mecliste yeterli sayıya ulaşmasını dört yıl boyunca engelleyip, kendisine sadık Devlet Bakanı John Marshall’ın bu sürede vekil başkan olarak ABD’yi yönetmesini sağlayabilirdi.
John Adams bunlar yerine ABD tarihinde bir ilki gerçekleştirmeyi tercih etti. Yenilgiyi kabul etti ve siyasi partiler arasında barışçıl iktidar transferi dönemini başlattı. Adams’ın görevi rakip partiye devir kararı, Amerikan tarihinde, Washington’un başkanlıktan gönüllü şekilde emekli olmasından sonra en önemli başkan kararı olarak görülüyor.
Amerikan literatürü bu nedenle Jefferson’un bu seçimi sonradan “1800 Devrimi” diye anmasını büyük ölçüde benimsiyor. Tabii ki Jefferson’un ‘Demokratik Devrim’ nitelemesinin ‘barışçıl iktidar transferi’ dışında bir göndermesi daha vardı.
ABD’nin kuruluşundan beri hem Kongre’ye hem de Federal hükümete egemen olan Federalistler, 1800 Başkanlık seçiminde bu iktidarlarını kaybettiler. 10 yıldır hükümet ve Kongre’de azınlık olan Jefferson’cu Cumhuriyetçiler ise sadece başkanlığı değil, Kongre’nin her iki kanadının çoğunluğunu da kazanmıştı.
Cumhuriyetçilik, ABD’nin bağımsızlık mücadelesinin ve kurucu babalarının temel felsefesiydi. Pür demokrasiyi, “popülist demagogların iktidara gelmesini sağlayarak Atina’nın ve Roma’nın sonunu getiren bir felaket” gibi görüyorlardı. ‘Demokrasi’ sözcüğü bu nedenle ne ABD bağımsızlık bildirgesinde ne de Amerikan anayasasında bir kez bile geçmiyor.
1800 devrimi ile ABD’nin demokratikleşmesi süreci başlarken, demokrasi de daha saygı gören bir kavrama dönüşecekti. Jefferson’un Cumhuriyetçiler Partisi bile kendisini artık Demokratik Cumhuriyetçiler Partisi olarak isimlendiriyordu. Demokratik Cumhuriyetçilerin Kongre’deki ilk icraatı ise Adams’ın çıkardığı Vatana İhanet Yasasını yürürlükten kaldırmak olacaktı.
Demokratik Cumhuriyetçiler Partisi, Thomas Jefferson’un 8 yıl sürecek başkanlığına ek olarak iki dönem James Madison ve iki dönem de James Monroe ile tam 24 yıl ABD Başkanlığını elinde tuttu. Federalist Parti, Adams’ın kaybetmesi ve 1804’te Hamilton’un düelloda öldürülmesinden sonra iyice zayıfladı. İngiltere ile ittifak yanlısı Federalist Partinin sonunu getiren ise ABD’nin İngiltere ile ikinci savaşı oldu. 1812 Savaşında İngilizlerin başkent Washington DC’ye kadar girip daha yeni inşa edilmiş Beyaz Saray’ı yakması ABD’deki İngiliz karşıtlığını zirveye çıkarırken, İngiltere yanlısı Federalist Partinin de sonunu getirdi. Cumhuriyetçi James Monroe’nun ikinci dönemi için 1820’de yapılan başkanlık seçiminde Federalist Parti aday bile çıkaramadı ve resmen dağıldı. Amerikan tarihçilerin Birinci Parti Sistemi Dönemi diye andıkları dönem sona erdi.
Bağımsızlık Savaşı kuşağının çıkardığı son başkan olan James Monroe’nun, siyasi krizlerden uzak başkanlığı “Huzur Yılları” diye anılacaktı. Ne var ki bu sessizlik de fazla sürmeyecekti. Tek bir parti kaldığında herkes aynı politik çizgiye gelmiş olmuyordu. Jefferson’un Adams’a yazdığı bir mektubunda ifade ettiği gibi, “hükümet diye bir şey olduğu sürece insanların da farklı görüşleri olacak. Politik konularda herkes, öyle ya da böyle bir taraf tutar.”
1824 Başkanlık seçiminin dört adayı da Demokratik Cumhuriyetçiler Partisindendi. Ama hepsi, Amerika nasıl bir ülke olmalı sorusuna aynı yanıtı vermiyordu. Çeyrek yüzyıldır Amerikan politikasına hükmeden Jefferson’un partisi bölünecek ve içinden iki yeni parti çıkaracaktı. Tarihçilerin İkinci Parti Sistemi dönemi diye anacakları yeni bir kutuplaşma çağı başlayacaktı.
ABD’nin kurucu liderleri hakkındaki bütün biyografiler, kurucu kadronun bazı ortak noktaları olduğunu gösteriyor. Hepsi cumhuriyet konusunda, anayasaya bağlılık konusunda, hukukun üstünlüğü konusunda samimiydi. Bu samimiyet çoğu zaman, gerektiğinde sorunu dondurmak türünden bile olsa bir orta yol bulmalarına yardımcı oluyordu. Genel olarak uzlaşmayı savaşmaya tercih eden insanlardı. Benjamin Franklin, “Uzlaşma potansiyeli olmayan insanlar kısırlaştırılmalı” diye konuşacaktı.
Hepsi ‘doğal haklar teorisine’ inanıyordu. Yani hakları devlet vermez, insan doğarak kazanırız.
Amerikan kurucu liderlerin hepsi entelektüel insanlardı. Çoğu antik Yunanca, Latince metinleri orijinalinden okuyabiliyordu. Çok kitap okuyorlardı.
Ne var ki hepsinin bu muazzam entelektüel kapasitelerine rağmen kör noktaları da vardı. İşte bu noktaları da görmezden gelmeyip kayıtlara geçiren biyografiler, bu çok önemli isimlerin aslında insan olduğunun da çok önemli bir hatırlatıcısı aynı zamanda. İkiyüzlülük, yalancılık, gösteriş merakı, alkış sevdası, ırkçılık, iktidar hırsı, alkış sevdası ve sosyal bağnazlıklar gibi birçok insani zafiyete de sahiptiler.
Bu zaafları nedeniyle hiçbiri her konuda ilkeli, her konuda haklı tavır sergileyemedi. John Adams bir defasında Jefferson’a “çelişkilerin adamısın” diye çıkıştığında Benjamin Franklin, “hangimiz değiliz ki?” sorusuyla bu ithama adalet kazandıracaktı. Hiç şüphesiz hepsi değişik düzeylerde de olsa çelişkilerin ikiyüzlülüklerin insanlarıydı.
Örneğin kölelik konusunda.
Bağımsızlık Bildirgesindeki “bütün insanlar eşit yaratılmıştır” cümlesini yazan demokrasi şampiyonu Jefferson’un yüzlerce kölesi vardı. Paris’e giderken yanında götürdüğü kölelerinden Sally Hemings’den çocukları olacaktı. 1796 ve 1800 seçim kampanyalarında bu dedikodu gündeme geldiğinde sessiz kalacaktı. Sally Hemings’in soyundan gelenlere yapılan DNA testlerinin de onaylaması nedeniyle tarihçiler bunu artık bir seçim iftirası olarak görmüyor.
Jefferson yazdığı tek kitapta da ırkçılığı ve hatta köleliği bilimle savunacaktı. Köle çocuklarını ailelerinden kolayca koparıp satarken, “onlar birbirini biz beyazların aile üyelerimizi sevdikleri gibi sevmiyorlar” savunmasındaydı. Köleliği eleştirmeye başlayacağı günlerde bile özgürleşen eski kölelerin, insan olarak beyazlar ile aynı seviyede olmadıkları için aynı toplumda birlikte yaşayamayacaklarını bilimsel olarak ispatlamaya çalışacaktı.
Kölelik konusunda ikiyüzlü tek lider Jefferson değildi. “Bütün insanlar eşit yaratılmıştır” cümlesini imzalayan kurucu liderlerin neredeyse tamamı köle sahibiydi. Washington’un bile yüzlerce kölesi vardı ki ancak öldüğünde vasiyetiyle özgürlüklerini verecekti. ‘Anayasanın Babası’ diye anılan James Madison da köle sahibiydi. Yüksek Mahkemenin kurucu başkanı John Jay da ABD’de kuvvetler ayrılığının yaşama geçmesini sağlayacak mahkeme başkanı John Marshall da…
İronik şekilde Jeferson’un her fırsatta ABD’de aristokrasi yaratmaya çalışıyorlar diye suçladığı John Adams ve Alexander Hamilton, köleliği insanlığa aykırı bir zulüm gördükleri için köle sahibi değildiler. John Adams, ilk 12 başkan içinde hayatında hiç köle sahibi olmayan iki başkandan biri olacaktı. (Diğeri de 6. Başkan olacak oğlu John Quincy Adams.)
John Adams’a göre, “köleler özgürleşmedikçe Amerikan devrimi tamamlanmış olamazdı.” Hamilton ise New York devletinde köleliğin yasaklanmasını savunmak için “New York Manumisson Cemiyetini” kurmuştu.
Kuzeylilerin köleliğin ülke çapında da yasaklanması istekleri Virginia ve Georgia eyaletlerinin “birlikten kesin olarak ayrılırız” tehdidine çarpınca durmuştu. Kölelik sorununu tartışmayıp zamana bırakma konusunda sessiz bir mutabakat oluşmuştu. Çünkü o günlerde, çoğunluk, birliğin dağılmasının, kölelikten daha büyük bir kötülük olacağında hemfikirdi. “Böyle gayri insani bir kötülüğü sürdüreceğimize varsın birlik olmasın” diyenler henüz azınlıktaydı.
Kölelik konusundaki ilkeli tutumlarına rağmen Adams ve Hamilton, ‘ifade ve basın özgürlüğü’ gibi konularda iki yüzlü bir tutum sergileyecektiler. Güneyli Jefferson ve Madison’un ısrarlı baskı ve çabaları olmasa Amerikan laikliği, ifade, inanç ve basın özgürlüğü anayasal korumaya sahip olmayacaktı. ABD’nin göçmenlere açık, çok kültürlü bir ülke olmasında da Jefferson çok önemli bir rol oynayacaktı. Seçimlerin demokratikleşmesi, yerel yönetimlerin güçlü olmasındaki rolü de hakeza. Hamilton ve Adams bunların çoğunda itirazcılar arasındaydı.
Öte yandan Adams ve Hamilton’un, güçlü bir kamu ekonomisi tezlerine de Jefferson direnecekti. Hamilton’un programı sayesinde ABD, fabrikaların inşasına, sanayinin büyümesine, imalat sektörünün güçlenmesine sahip olabildi. Her yerde okullar açıldı. Jefferson’a kalsa, ABD ekonomisi, tarıma ve tarımsal ürün ihracatına dayalı bir ekonomi olarak kalacak ve hiçbir kalkınma yaşamayacaktı. Jeffersonian tarım ekonomisi ise tamamen kölelik kurumuna dayalıydı. Güneylilerin sanayi ve ticarete, federal hükümetin güçlenip kalkınma yaratmasına itirazlarında açıkça konuşmasalar da her zaman asıl endişeleri köleliğin akıbetiydi. Güneyli kıdemli bir liderin, federal hükümetin kanal inşasına genç bir Güneyli politikacının duyduğu sevinci, “Federal Kongre kanal yapabilirse, köleliği de yasaklayabilir, neye sevindiğine dikkatli ol” diyerek bastırması, bu endişenin açık sözlü örneklerinden biriydi.
Ekonomik kalkınmayı birliğin tek sigortası gibi gören Hamilton ise, ünlü ekonomi raporunda, Güneylilerin korkusunu teskin etmeye çalışırken, “yükselen deniz, hepimizin gemilerini yükseltir” diye yazacaktı: “Kuzeyde gelişecek sanayi, kereste, keten, kenevir, pamuk, yün, ipek, çivit, demir, kurşun, kürk, deri ve kömür talebini artıracağı için öncelikle Güney’in ekonomisine katkı yapacak.”
Jefferson’un Hamilton’un imalat sektörünün geliştirilmesi politikalarına bir itiraz nedeni de bu sektörün bir işçi sınıfı yaratacak olmasıydı. Jefferson, yeni alışkanlıklara açık bu işçi sınıfının sosyal düzeni bozacağı, işçilerin hak ve özgürlükleriyle kölelere ilham olacağından korkuyordu.
Diğer yandan ABD, Hamilton’un açtığı kapılardan sermaye birikimine Jeffersonian güvensizliğini bir kenara bıraktığı her seferinde de finans krizlerine, ekonomik bunalımlara sürüklenecekti. Büyük sanayicilerin, bankaların, büyük sermaye sahiplerinin de Güneyli toprak ağalarından farklı bir motivasyona sahip olmadığının anlaşılması zaman alacaktı.
Kurucu liderler, muhalefette başka iktidarda başka tavrının ilk örneklerini de verdiler. Örneğin Federalistlerin hükümeti elinde tuttuğu 1790’lar boyunca zayıf federal hükümet isteyen Jefferson’un 1800’de başkan olduğunda bulduğu başkanlık yetkileri, 1808’de başkanlıktan ayrıldığında iki katına çıkmıştı. Tipik bir politikacı ikiyüzlülüğüyle, federal hükümetin güçlü olmasına bu iktidara kendisi sahip oluncaya kadar itiraz etmişti. Kendisi sahip olduğunda ise fazlasıyla benimsemişti iktidarı.
Örneğin, “ABD’nin kuruluşundan beri federal hükümet Anayasada açıkça tanımlanmamış hiçbir icraat yapamaz” iddiasındaki Jefferson, başkan olduktan sonra bugünkü ABD’nin üçte birini oluşturan orta kesimini yani Türkiye’nin üç katı büyüklükteki araziyi 15 milyon dolara (kilometrekaresi 7 dolara) Napolyon’dan satın alacaktı. O dönemde Dışişleri Bakanı olan Madison bile ‘Louisana (bugün bu isimdeki eyalet, bu coğrafyanın sadece güney ucu)’ olarak adlandırılan coğrafyanın satın alınması karşısında “hepimiz Hamilton’cu olduk” itirafında bulunacaktı.
Jefferson her konuda muhalefette ayrı iktidarda ayrı tavrında olmadı. Kişisel yaşamında lüksü ve konforu seven bir insandı. Hatta Fransız modasına ve giyim tarzına düşkünlüğüyle biliniyordu. Buna rağmen, kamusal yaşamda sıkı bir Cumhuriyetçi tavır savunucusuydu. Başkan protokollerinin cumhuriyetçi olması gerektiği düşüncesini başkan olduktan sonra da sürdürdü. İngiliz büyükelçisini kabulünde, elçinin beklemek için alındığı odaya normal bir kıyafetle tek başına girip takdimsiz konuşmaya başlaması, İngilizlerin Amerikalılarla ‘bu nasıl devlet başkanı’ diye alay etmesine neden olacaktı. Jefferson’a göre ise ABD bir cumhuriyetti. Cumhuriyette, kralların insanları kabul ettiği türden bir taht odası olamazdı.
Kurucu babalarının bütün bu karakter ve görüş çeşitliliği ABD’nin gerçek şansıydı. Amerikan Devrimini, kurucularının şahsi kör noktalarına hapsolmaktan koruyan şey bu oldu. Fransız Devrimi önce Robespierre’in sonra da Napolyon’un tek adamlığında her sorunun mucizevi şekilde çözüleceği fantezisi yaşadı.
Amerikalılar, sadece yanlış politikacıların değil, hiçbir politikacının, ülkede tek karar verici olmasına güvenilemeyeceğini daha ilk dönemlerinde kurucu liderlerinin şahsında deneyimleyecektiler. İngiliz tarihçi ve devlet adamı Lord Acton’un, “Tehlike, devleti yönetmeye ehil bir siyasi kesimin varlığı değil. Asıl tehlike, devleti yönetmeye tek başına hiçbir siyasi kesimin ehil olamayacağının unutulması” bilgeliğinde ifadesini bulan gerçeği.
Amerikan kurucu liderler Eski Ahit’in ‘Demir demiri biler, insan da insanı’ ifadesindeki gibi birbirlerinin aşırılıklarını törpülediler. Birbirlerini boşluklarını doldurdular, eksiklerini tamamladılar. Uzlaşmalar ve ortak bilgelik, görece adil ve kalıcı bir sistem çıkardı ortaya.
ABD’nin kurucu lider kadrosu içindeki hiçbir çekişme, hiçbir siyasi husumet ve hiçbir dostluk Thomas Jefferson ile John Adams arasındaki boyutta olmadı. Amerikan siyasetinin 230 yıllık iç savaşının her aşamasında bu ikisinin siyasi çekişmesinin izini bulmak mümkün.
Her açıdan iki zıt karakterdiler. Adams karısıyla beraber sıfırdan inşa ettiği orta sınıf yaşama sahip kuzeyli bir avukattı, Jefferson babadan varlıklı güneyli bir toprak ağasıydı.
Adams son derece polemikçiydi. Herkesle iyi geçinebilen Washington ve Benjamin Franklin de dahil olmak üzere kırıcı tartışmalara girmediği tek bir isim yoktu. Keskin dili her zaman başına iş açacaktı. 1992’de biyografisini yazan tarihçi John Ferling’e göre “Adams kendi kendisinin düşmanıydı.”
Kıskançtı Adams. Washington’u bile kıskanacaktı. Ama dürüsttü. Açık sözlüydü. Kimsenin arkasından konuşmuyordu. Herkesin yüzüne konuşuyordu.
Jefferson ise, halka açık konuşma yapmayı da tartışmayı da sevmeyen bir insandı. Yazmayı daha çok tercih ediyordu. Sohbet ortamlarında herkesin uzlaşacağı konularda kalmaya özen gösteriyordu. Nazik bir insandı.
İkisi de okumaya düşkün, son derece entelektüel insanlardı. Adams, Anglo Sakson geleneğinin geçmişine meraklıydı. Tarih okumayı seviyordu. Jefferson, bilime ve keşiflere meraklıydı. “Geleceği anlatan rüyaları, geçmişin hikayelerine tercih ederim” diyecekti. Başkanlıktan emekli olduktan sonra Virginia Üniversitesini kuracaktı. Cumhuriyetçiler 1790’lar boyunca Adams’ın Anglo Sakson geleneğinin tarihine tutkusunu, Federalistler ise Jefferson’un icat, bilim ve keşif merakını eleştiri konusu yapacaklardı.
Birbirlerine en hasım oldukları zaman bile birbirlerinden tam kopamıyorlardı. 10 yıldan fazla sürecek küslükleri boyunca bile en fazla merak ettikleri diğerinin ne yapmakta olduğuydu.
Jefferson’un 1800’de başkanlıktan emekli olmasının ardından barışıp yeniden mektuplaşmaya başladılar. Bu mektuplar, Amerikan politik yaşamının ve edebiyatının çok zengin örnekleri olarak gelecek kuşaklara miras kaldı.
Güneyli Thomas Jefferson ve kuzeyli John Adams’a “Amerikan devriminin kuzey ve güney kutbu” yakıştırması yapılacaktı. Birçok tarihçiye göre ABD’yi bu iki kutbun oluşturduğu denge bir arada tuttu.
John Adams, 4 Temmuz 1826 günü 90 yaşında öldü. Ölmeden önce son sözleri, “Jefferson hala yaşıyor” şeklinde hayıflanması olacaktı. Bilmediği ise Jefferson’un sadece birkaç saat önce öldüğüydü. 1776 Bağımsızlık Bildirgesinin yazan ve tashih eden bu iki dev isim, kaderin bir cilvesi, bu bildirgenin 50. yıldönümünün kutlandığı gün birkaç saat arayla ölecektiler.
(Devam edecek...)
Seçimde kimin kazanacağı ve kimin Amerika’sının egemen olacağı belirsiz. Kesin olan ise İki Amerika’nın siyasi savaşının bitmekten hala uzak olduğu…
“Onlara, daha önceki politik isimleri ve organizasyonları unutmalarını ve sana Lovejoy’s Hotel’de önerdiğim ismin altında birleşmelerini telkin et. ‘Cumhuriyetçi’ ismi altında…”
ABD başkanlık seçim tarihine yüzeysel bir yolculuk bile, bir defasında iç savaşa bile yol açan bu tür seçim kutuplaşmalarının da aslında bir yönüyle Amerikan siyasi geleneği olduğunu düşünmemize neden olabilir. Başkanlık seçim tarihinde net olan tek şey, ABD’nin sadece ilk iki başkanlık seçiminin siyasi kavgaya neden olmadığı
© Tüm hakları saklıdır.